Seçimlere sayılı günler kaldı. Haliyle daha politize bir ortam söz konusu. Herkes/her kesim sınıfsal konumlanışına uygun pozisyon alıp değerlendirmeler yapmakta. Kuşkusuz bu olağan bir durum; olağan dışı, hatta absürt olan ise bu seçimden de “kader seçimi” diye söz edilmesi. Siyasal iktidar yerel seçime, TOGG’un gazı kesilince Gezeravcı’nın uzaydaki top fırlatma deneylerinden aldığı hız ile hazırlanırken muhalefet ise bir kez daha “her işte eli-burnu olan Erdoğan” karşıtlığına sarıldı. Cumhur İttifakı giderek kötüleşen ekonomik tabloya rağmen muhalefetin birbirine düşmesinden faydalanıp seçimden gücünü konsolide ederek çıkmanın peşinde. Muhalefet, özellikle CHP Erdoğan karşıtlığına yaslanarak elindeki rant alanlarını koruma refleksi ile seçime hazırlanmakta, diğerleri ise ya ranttan pay kapma peşinde ya da reformistler gibi sistem tarafından olumlanmak çabasındalar.
Kuşkusuz seçim sadece hâkim sınıf kliklerinin bir orta oyunu değil, bu oyunda daha çok rol var. Diğer oyuncular da rollerine/çıkarlarına uygun bir perspektifle süreci değerlendirip tavır almakta, politika geliştirmektedir. Seçimler bağlamında ara sınıf partilerine/reformist hareketlere değinmek, süreci nasıl ele aldıklarına, örgütlediklerine dair bir şeyler söylemenin zorunlu olduğu aşikâr.
Seçimleri hâkim sınıf partilerinin yönetme erki üzerinde söz hakkı/egemen olma kavgasına dair bir demokrasicilik oyunu olarak tanımlamak mümkün. Doğrudur, genel seçimlerle yerel seçimler aynı özelliğe sahip değil. Siyasal iktidarı yönetme değil ama kürsüden faydalanma ile yereli yönetme olgusu “farklı” koşulların ifadesi olarak ele alınıp tavır belirlenir. Kuşkusuz ikincide “farklı” olarak öne çıkan halkın kendi deneyimine olanak sunacak özerkliğin -ki ülkemizde bunun koşulu yok- ya da görece hakların tanınması olabilir. Bununla birlikte bizim açımızdan esas yön, açığa çıkan/çıkacak olanakların devrim lehine kullanılmasıdır. Konuya dönecek olursak, burjuva demokrasisinin kötü bir kopyası dahi olmaktan uzak bir ülke -ki kurulduğundan günümüze böyle- söz konusu olduğunda yerel seçime özgünlük kazandıran şeyler de silikleşiyor. Özgünlük denen şeyi belirleyen somut gerçeklikten başka bir şey değildir. Örneğin kayyım politikası bir giyotin gibi müstakbel Kürt belediyelerinin tepesinde sallanabiliyor. (Hatırlatmakta fayda var Kılıçdaroğlu, Özdağ ile imzaladığı protokolde kayyımlara yasal kılıf giydirmekte sakınca görmemişti.) Kısacası Türkiye gerçekliğinde yerelin özgünlüğü faşist devlet aygıt gerçekliğinin sınırlarına toslamaktadır. Bizimki gibi ülkelerde yerel doğrudan merkezi idarenin inisiyatifine, başka bir deyişle insafına bırakılmaktadır. Haliyle yerel seçimler bağlamında sıklıkla atıfta bulunulan özgünlük kavramı pek matah bir şey olarak kalmaktadır.
Bununla birlikte seçimlere yüklenen anlamlar yerel seçimin görece “özgün” yanlarını öne çıkarmaktan da uzak. Dahası hem verili durumu önemsizleştiren hem de ülke gerçekliği ile uyuşmayan vaat/iddialar dile getirilmektedir. “Demokratik, halkçı belediyecilik”, “halkın kendi kendini yöneteceği” dahası “sosyalist”, hatta “komünist” belediyecilik vaatleri/iddiaları rahatlıkla dile getirilmekte, devlet olgusundan bağımsız propaganda edilmektedir. Devlet demokrasicilik oyununa herkesin kendi senaryosu ile hazırlanmasına rıza göstererek meşruiyetine o(na)y istiyor. Çok net bir şekilde ara sınıf partilerinin bu oyunun en hevesli ama oyuncu olarak en yeteneksiz ve en tutarsız oyuncuları olduğunu ilgili sınıfın karakterinden hareketle iddia edebiliriz. Diğer taraftan aynı oyuna devrimci çevrelerin de üst perdeden dahil olmaları dahası reformistlerden sufle alarak sahnede kalma gayretleri dillerine doladıkları “taktik politika” kavramı ile yalnızca trajik sonuçlara yol açıyor. Sonrası ise tasfiyecilik! Reformizm bugün tasfiyecilik dalgasını yerel yönetimler üzerinden kabartmaktadır. Yerel yönetimlere dair sürdürülen tartışmalara bakın! Burjuva-feodal partilerin vaatlerine parmak ısırtacak sloganlar kulaklarınızda çınlar. Yerel yönetimin kendisi müesses nizamdan bağımsız bir olgu olarak ele alınır. Mümkün olmayan her şey bir anda mümkünmüş gibi vaaz edilir. Mümkün kılmak için sandığa bir oy sıkıştırmak yeterlidir. TKP’nin sloganına atıfta bulunarak “reformistler gelir her şey değişir” mi acaba! Reformizmin her şeyden önce ufku sınırlıdır. Düzenin/müesses nizamın sınırlarının ötesini hayal etmezler. Sosyalizmi dillerine pelesenk etmeleri bu gerçeği değiştirmez. Hayal dünyaları, kendini düzenin sınırlarına göre konumlandırır. TKP’nin devletin arkasında hizalandığını ilan eden şoven açıklaması ya da SOL Parti’nin cumhuriyete sahip çıkan açıklamaları hatırlanabilir. Düzenin sınırlarını ihlal eden her seçeneği baştan reddederler. Sıklıkla kitleleri bir şeyleri değiştirmeye davet ederler; ama mevcut olanla hesaplaşmaktan, onu yıkmaktan her zaman imtina ederler. Değişimi oy pusulasına basılmış mühre indirgeyip değiştirme iradesini sandığa tıkıştırmaktan öteye gitmez iddiaları. Devrimci hareket için kitle örgütleri, kitlelerin kendilerini gerçekleştirme biçimleri soluk borusuyken reformizm için soluk borusu seçimlerdir. Onları en güçlü, en yoğun ve cezbedici pratikleriyle bu zamanlarda görürüz. Rahatlıkla iddia edebiliriz: Reformizm her zaman düzen tarafından kabullenilmek ister. Bir anlamda itilip kakılmak yerine kendisine de alan açılmasını talep eder; çünkü temsilcisi olduğu ara sınıfların eğilimi bu yöndedir. Siyaset sahnesinde önemli bir aktör olmak için önce tanınmak yani kabullenilmek şarttır.
Reformist hareket içerisinde şovenizmin bayraktarlığını yapmakla kalmayıp açıktan devletin arkasında hizalanan TKP ibretlik bir örnek olarak önceliği hak ediyor. Orta burjuvazinin reformist kanadının en şoven temsilcilerinden olan TKP tasfiyeciliğin önemli bir aktörüdür. Her şeyden önce oy pusulasında adının yazdığı bir yerel yönetim deneyimine imza attı. Kuşkusuz SMF ile ittifak söz konusu idi. Gazete Patika’nın ifadesi ile “gerici, şoven” -gerçi Okuyan’ın “bizimle konuşurken bunları söylemiyorlar” mealindeki açıklamasının ardından ilgili yazı apar topar siteden kaldırıldı; katı olan her şey buharlaşıyor!- TKP her ne kadar popülaritesini TİP’e kaptırmış olsa da “komünist başkan” yakıştırmasından nemalanmaya devam ediyor.
Müesses nizam açısından TKP’nin iki önemli özelliği, işlevi olduğunu iddia edebiliriz: birincisi şoven karakteri, ikincisi tasfiyeci bir hareket olması. Tasfiyeci yönelimini özellikle SMF ile kurduğu yerel yönetim ittifakı ile hayata geçirme noktasında önemli bir fırsat buldu ve bunda önemli bir başarı elde ettiğini söyleyebiliriz. Ayrı bir tartışma konusu olarak not düşmekle beraber Ovacık ve Dersim belediyeleri deneyimlerinin sınıf mücadelesinin hangi dinamiklerini geliştirdiğini, neyin/kimin propagandasına hizmet ettiğini sorabiliriz. Diğer taraftan şoven karakteri ezen ulus burjuvazisinin yanında yer alan pratiği ile taçlandırılmıştır. TKP kendinden öncekilerin ayak izlerine basarak yol almaya yani 1. Emperyalist Paylaşım Savaşının suç ortakları olan sosyal demokratların çizgisinde kararlı adımlar ile ilerlemektedir.
TKP seçim çalışmasına doğal olarak “taktik” bir mesele olarak bakmıyor. Sistemin meşruiyetini o(na)ylamaya çağırıp “devletin birliğine, bütünlüğüne” halel getirmeden safını da belirlemiş oluyor. İleri sürdüğü talepler ise yukarıda ısrarla altını çizdiğimiz tasfiyeci karakterinin en önemli argümanlarıdır. Vaat ettiği şeylerin uygulanabilirliği ya da mevcut devlet geçekliğinin tahammül sınırları örnek olarak gösterilebilir. TKP orta burjuvazinin kararsız, korkak karakterini kendinde cisimleştiren bir siyasal oluşumdur.
Görünen Şey “Sol” Mu?
Görece daha bağımlı siyaset yürüten SOL Parti halihazırda kuruluşundaki popülaritesinden çok uzakta. Daha çok komprador burjuvazinin birinci kliğine serzenişte bulunarak siyaset yürütmeyi görev edinen SOL Parti karakterine uygun refleksler sergileyerek sınıfının hakkını veriyor diyebiliriz. Son seçim bildirgesinde “halkın kendi kaderini tayini”nden dem vurup sandıktan yerel yönetim değil ama “devrimci demokratik bir cumhuriyet” doğacağını salık veren bir şuursuzlukla hareket etmekte bir sakınca görmemektedir. SOL Parti de şovenizmden mustarip bir ara sınıf hareketi olarak Kürtlerle yan yana görünmemekte başarılı bir çizgi izliyor. İlgili partinin seçimlere dair yaklaşımı, vaatleri devlet olgusunu hiçleştiren bir eğilimi temsil ediyor. AKP karşıtlığına odaklanmış bir seçim çalışması, yerel yönetim anlayışı ile hareket ederken doğal olarak Erdoğan karşıtlığı üzerinden müesses nizama meşruiyet/o(na)y istemektedir.
EMEP ise bir ara sınıf hareketi olarak daha ideolojik bir profil sergileyerek kentleri işçi sınıfının yöneteceği propagandasını yapmakta sakınca görmüyor. Siyasal iktidarın ya da diğer hâkim sınıf klik partilerinin işçi sınıfını, emekçileri kentlerin yönetiminden dışlamaları devlet olgusundan bağımsız bir tercihmiş gibi propaganda edilmekte. Oy pusulasındaki bir tercihle işçi sınıfının, emekçilerin kentlerin yönetimine geleceğini vaaz etmek kuşkusuz aldatmacadan başka bir şey değildir. Müesses nizamın seçim aldatmacasını ara sınıf partilerinin vaat aldatmacası ile taçlandırması demokrasicilik oyununa teşne, ilgili partilerin kendilerine biçilen rolü hakkıyla yerine getirdiklerine yorulabilir.
Reformist hareketin en popüler partisi TİP ise her şeyden önce tasfiyeciliğin en önemli temsilcisi olarak işlevini yerine getiriyor. Sosyalizm propagandasına değil ama oy pusulasındaki mührün sonucunda sosyalizmin mümkün olabileceği propagandasına yaslanarak politika yürütmektedir. Popüler olanı vitrine çıkararak popülaritesini korumayı amaç edinen TİP ara sınıfların ilkesiz tavrını kendinde çok net bir şekilde cisimleştirmektedir. Sosyalizmi popüler olan üzerinden propaganda etmek sosyalizmi içeriğinden yalıtmaktan başka bir anlam ifade etmez. Sosyalizm mülkiyet ilişkilerinden azade bir “şey” olarak anlatılmaktadır. Aslında TİP’in siyasetinde öne çıkan sosyalizm ideolojisi değil, popüler olan kişilerdir. Kişilerin popülaritesi aday olmak için yeterli bir kriterdir. Bunun aksini kimse iddia edemez. Ara sınıfların kararsız, ilkesiz tavrı ilgili politikanın özetidir. TİP de türevleri gibi vaatlerini devlet olgusundan bağımsız bir şekilde dile getirmektedir. Marksizm’in temel öğretilerinden olan devlet olgusu reformistler açısından aslında değersiz bir öğretidir. Ondan yararlanmaya asla tenezzül etmez. Literatürlerinde devlet değil, yalnızca kişiler, en iyi ihtimalle partiler vardır.
Yerel seçimlere dair oluşan ilginin arka planında reformist partilerin iktidar olma iddiasına dahi sahip olamayışları belirleyici bir yerde durmaktadır. İlgili partilerin ya da ilgili sınıfın karakteri bağımsız bir güç olma özelliği sergilemez. Evet kendilerinin sözcüsü olan partileri olabilir; fakat bağımsız bir güç olarak siyaset sahnesinde politika yürütemezler. Hâkim sınıf kliklerinden birine yaslanmaları, onlara serzenişte bulunmaları ilgili sınıf refleksidir.
Reformizm, halihazırda yerel yönetimler üzerinden kendini pazarlamaktadır. Yerel yönetimlere dair altı sıklıkla çizilen “özgünlük” reformistlerin elini güçlendirmektedir. Özgünlük denen şeyi, nihayetinde merkezi idare yani devlet olgusu ile ilişkisini ıskalayan, göz ardı eden her yaklaşım tasfiyeciliğin değirmenine su taşımaktan başka bir şey yapmayacaktır. Reformistlerin vaatleri -SMF’nin başını çektiği devrimci çevrelerin de benzer eğilimleri- mevcut toplumsal sistemi yok sayarak yeni bir yaşamın inşa edilebileceğini vaaz ediyor. Ama devlet, kendisinin bir olgu olduğu unutulduğunda ya da yokmuş gibi davranıldığında ne yazık ki her zaman kendini hatırlatır. Hem de zulmü ile! Kayyım politikası devletin yerel yönetimlerin özgünlüğünün sınırlarının nereye kadar uzanabileceğine işaret etmektedir. Diğer taraftan kayyım politikasından kendini korumak için tavırsızlığı ilkeye dönüştürmek de Dersim Belediyesi’nin payına düşmüştür. Evet bunun adı “taktik”ti!
Dikkat çektiğimiz noktalardan hareketle kimse toptancı bir reddediş içinde olduğumuzla itham etmesin. Verili durumun el verdiği ölçüde açığa çıkan olanakların kullanılmasına bir itirazımız yoktur. Seçimler de bu bağlamda ele alınıp tavır belirlenmeli, talepler genel politikaya hizmet ettiği gibi seçim aldatmacasının bir aparatı olmamalıdır.
Reformistlerin ve kimi devrimci çevrelerin propagandasını ettiği halka ait olanın halka dağıtılması ya da sosyalist hatta komünist belediyecilik vaazları mülkiyet ilişkisinden bağımsız bir bölüşümü/paylaşımı salık vermektedir. Sosyalizmin şirin görünmeye ihtiyacı yoktur; çünkü o bölüşüm ilişkilerini ancak bir diktatörlük kurarak mümkün kılabilir.