2021 yılının son aylarında Latin Amerika ülkelerinde yapılan seçimler burjuva sol adayların-partilerin zaferiyle sonuçlandı. Bolivya’da Morales’in Birleşik Sosyalist Partisi, Honduras’ta Castro, Nikaragua’da Ortega, Peru’da, Arjantin’de “merkez sol” seçimleri önde tamamlayıp hükümetleri kurdular. Son olarak Şili’de “merkez sol” partilerin de desteklediği eski öğrenci lideri olarak lanse edilen Boric, Pinochet hayranı faşist Kast’ı geride bırakarak iktidara geldi. Yine kıtanın en büyük ülkesi olan Brezilya’da anketler faşist Bolsonaro karşısında İşçi Partili Lula da Silva’yı açık ara önde gösteriyor. Bu sonuçlar ülkede ve dünyada özellikle reformist solda büyük bir heyecan yarattı. Bir dizi reformist hareket, Latin Amerika’daki seçim sonuçlarını, emperyalistlerin ve hâkim sınıfların yenilgisi olarak sunup alkışladı. Bunlara göre buralarda “kanuncu devrimler” gerçekleşmiş, liberalizm ve neoliberalizm artık çökmüştü. Seçimi kazanan “solcu başkanlar”, “kanuncu ekonomik modeli” ile (bunun ne olduğu pek bilinmiyor) ülkelerinde büyük bir değişim hatta devrim yaratacaklardı. Dünya yeni bir sol ve devrim dalgası ile karşı karşıyaydı (!) Türkiye ve Şili’deki gibi, “siyasal İslamcı”, sağcı AKP’yi seçimlerle devirecek solcuların iktidara gelmesiyle mümkün olacaktı. Bu kapsamda CHP ve ittifakı desteklenmeli, onlar da ittifakın bir itici gücü, CHP’yi sola çeken gücü olmalıydı. Açıktan CHP’ye destek istiyorlardı, onlara göre, gönül isterdi ki sol tek başına “devrimci demokratik cumhuriyeti” ya da “halk cumhuriyetini” kursun ama koşullar buna uygun olmadığından dolayı solcu CHP ile AKP devrilmeliydi.
Elbette yasallığın, düzeniçiliğin batağında debelenenlerin, devrim iddiasını çoktan terk ederek çürümüş reformizm sularına demir atanların, bu seçim sonuçlarını heyecanla-coşkuyla karşılaması doğaldır. Ancak bu söylemlerle reformistler, halkı kandırıp düzen içine çekerek burjuvazinin halk içindeki ajanları olduklarını da bir kez daha göstermektedirler. Bu da bizlere, bu söylemlerin sahteliğini, yanlışlığını, içi boşluğunu ve burjuvaziye hizmet ettiğini teşhir etme; tüm çarpıtmalara karşın gerçeği ortaya koyma sorumluluğunu yüklemektedir. Çünkü Latin Amerika ülkelerinde burjuva solcuların “seçim zaferleri” emperyalistlerin ve hâkim sınıfların yenilgisi olarak okunamaz. Tam tersine Boric ve benzerleri burjuva solcu liderler emperyalistlerin yeni yöneliminin sonucu olarak iktidara taşınmışlardır. Neoliberal sermaye birikim politikalarının çöktüğünü gören ve buna karşı halkın yükselen mücadelesinden çekinen emperyalistlerle komprador burjuvalar halkı kandırmak için söylem değiştirmiştir; ufak kırıntılar vermeyi vaat ederek düzeni ayakta tutmaya çalışmaktadırlar. Reformistlerin alkışladığı “solcu başkanların” görevi de bazı söylem ve kırıntılarla halkı düzen içinde tutarken, neoliberal politikaları, biraz yontarak da olsa, uygulamak olacaktır. Yani emperyalistlerle, onların uşağı olan yerli hâkim sınıflar-kompradorlar egemenliklerini sürdürebilmek “devrim tehdidini” büyümeden bertaraf edebilme adına düzen içi burjuva solu yarı sömürgelerde öne çıkarmaya başlamışlardır. Bu emperyalizmin kriz yönetme stratejisinin bir parçasıdır. Öncelikle belirtmek gerekir ki krizler kapitalizme içkin olan, ona eşlik eden kaçınılmaz yol arkadaşlarıdır. Emperyalist-kapitalizm krizsiz olamaz yaşayamaz. Üretim sürecinin koşullaması ile sistem devresel krizler yaşar. Önce bu devresel krizlerin aralığı uzundu sonra kısaldı, sonra hep kriz hali hâkim oldu! Krizlerde halk daha yoksullaşır; sefaletin ve açlığın kollarına atılır. Bu durum halkta, düzene karşı gitgide büyüyen ve sistemin dışına taşan bir öfke yaratır ve burjuva düzen tehlike altına girer. Burjuvazi, kriz dönemlerinde halkın artan öfkesine karşı egemenliğini dolayısıyla düzeni koruyabilmek adına iki temel yönelime başvurur. Bunlardan ilki ve en sık başvurulanı faşist baskı ve terörün dozunu artırmak; buna uygun parti ve liderlerine hükümet kurdurmaktır. Dünya genelinde emperyalist sistemin sermaye birikimi krizde girdiğinde daha faşist lider ve partiler iktidara taşınır. Faşist terörle, çıplak zorla halkın itirazları, tepkileri ya da yükselen mücadelesi bastırılmaya çalışılır. Daha genel anlamda “devrim tehlikesi” ortadan kaldırılmaya çalışılır. Burjuvazi yüzyılların getirdiği yönetme deneyimiyle, değişen koşullara hızla ayak uydurabilen, manevra kabiliyeti oldukça gelişmiş olan bir sınıftır. Baskı, terör ve sopanın halkın öfkesini bastırmaya yetmediği, devrim tehdidini bertaraf edemediği, halkın tepkisini “kabul edilebilir” sınırlara çekemediği durumlarda burjuvazi, bu sefer “havuç-sopa” politikasına geçiş yapar. Söylem değiştirilir; kimi bazı kırıntılar vererek, kimi alanlarda “reformlar” yaparak, buna uygun kadrolarını işbaşına getirerek kitlelerin öfkesini soğurmaya ve böylece düzeni kurtarmaya çalışır. “Havuç-sopa” politikasının uygulanacağı dönemde buna uygun kadrolar, partiler, genelde burjuva sol, sosyal-demokratlar olur. Onlar iktidara getirilir. Halka sanki bir değişim yaşanmış hissi verilmeye çalışılarak halk aldatılmaya çalışılır. Burjuva-sol, sosyal-demokrat hükümetler üretim ilişkilerine asla dokunmazlar, hatta bunu tartışmazlar bile. Üretim araçlarının özel mülkiyeti burjuvazi ve diğer hâkim sınıfların elinde kalmaya devam eder. Bu da eşitliği, adaleti, hukuku, özgürlükleri, bölüşümü vb. koşullamaya devam eder. Proletarya yine mülksüz olarak kalır, yoksul köylü topraksız kalır. Böylece artı-değer sömürüsü dolayısıyla da burjuva-feodal üretim biçimi muhafaza edilir. Üretici güçlerle üretim ilişkisi arasındaki çelişki de yeniden ve yeniden üretilerek devam eder. Bu sol hükümetlerin yapabileceği, hâkim sınıfların müsaade ettiği sınırlarda, kısmi değişiklikler yaparak, halka bir miktar kırıntı vermek ya da veriyormuş gibi yapmaktan ibaret olur. Burjuvazi, tehlike gördüğünde geçici olarak kârının bir kısmından vazgeçebilir. İşçi ücretlerini bir miktar arttırabilir, hepsi o kadar. Sistemin birer parçaları olan eğitim, sağlık gibi alanlarda, halkın lehine gözüken ama esasta sistemi sağlamlaştırmaya hizmet eden, bir takım “reformlar” yapabilir. Ancak ne sömürü ne de halkın çektiği sefalet ve açlık sorunları sona erer. Burjuvazi, bu ufak tavizleri, halkı sisteme yeniden bağlamak, sömürücü düzenini sürdürebilmek için vermek zorunda kalır. Burjuvazi bu kırıntıları asla kalıcı olarak vermez. Halkın öfkesi, isyanı, devrim “tehlikesi” bertaraf edilir edilmez bu tavizleri, baskıyla tek tek geri alır ve halk yeniden derin bir sefalete itilir.
Burjuvazinin bu kısmi taviz politikasına en iyi örnek II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardından Avrupa ülkelerinde devreye sokulan “sosyal refah devleti” uygulamalarıdır. O dönem Sovyetler Birliği’nin faşizmi ezmesi, Çin’de Yeni Demokratik Devrim’in gerçekleşmesi, bunları takip eden irili ufaklı birçok ülkede halk demokrasilerine geçiş sosyalizmin prestijini arttırmış, devrimci ve komünist partileri dünya genelinde güçlendirmiştir. Kitlelerin sosyalizme yönelmesinden korkan emperyalist-kapitalistler bunu önlemek adına “sosyal-refah devleti” adı altında, işçilerin ücretlerini arttırmış, bazı sosyal haklar tanıyarak halkın yaşam düzeyini bir miktar da olsa yükseltmek zorunda kalmıştır. Bunu da Avrupalı emperyalistler, yarı sömürge ülke halklarından gasp ettikleri artı-değerin bir kısmını sus payı olarak emperyalist-kapitalist ülke halklarına vererek yapmıştır.
Emperyalist-kapitalist ülke halklarının bu kazanımları kalıcı olmamış, sosyalizmden geriye dönüşler ve en son RSE’nin (Rusya Sosyal Emperyalizmi) yıkılması, oluşturduğu blokların dağılması ile birlikte “sosyal refah devleti” uygulamalarına neoliberal sermaye birikim politikaları ile son verilip başta işçi sınıfı olmak üzere halkın kazanılmış hakları tek tek geri alınmaya başlanmıştır. “Sosyal-refah devleti” aldatmasının ömrü oldukça kısa olmuştur.
Bugün emperyalist-kapitalist sistem tarihinin en derin krizlerinden birini yaşamaktadır. Krizin başlıca sebebi neoliberal sermaye birikim politikalarının iflas etmiş olmasıdır. Neoliberalizm, 1970’li yıllarda krize giren ithal ikameci sermaye birikim politikalarından çıkış için uygulamaya sokulan bir politikaydı. Baskıyla, terörle, darbelerle, katliamlarla hayata geçirilmiştir. Emperyalist merkezlerde icat edilen bu model, önce Şili’de kanlı faşist bir darbeyle, ardından da diğer yarı sömürgelerde benzer yöntemlerle devreye sokularak denenmiştir. Sermaye açısından “başarılı sonuçlar verdiği görülünce de 1980’li yıllar ile birlikte ABD’de R. Reagen, İngiltere’de M. Teacher, Almanya’da H. Kohl gibi halk düşmanı burjuva siyasetçiler eli ile emperyalist ülkelerde de uygulanmaya başlanmıştır. Türkiye’de de neoliberal sermaye birikim politikaları 24 Ocak 1980’de açıklanan kararları ve onları hayata geçirmek için yapılan 12 Eylül AFC’si ile hayata geçirilmeye başlanmıştır. Neoliberalizmin esasını işçi sınıfı başta olmak üzere tüm halka-emekçilere büyük ve azgın bir saldırı oluşturmaktadır. Artık sosyalizm ve devrim tehlikeleri bertaraf edildiğine göre emperyalist ülkelerden yarı sömürgelere kadar her yerde sömürü arttırılabilirdi ve öyle de yapılmaya çalışılmıştır. Sömürü ve kâr oranları devasa boyutlara çıkarılmıştır. Elbette burada demokratik devrimini yapmış emperyalist-kapitalist ülkelerle demokratik devrimi yapmamış yarı sömürge-yarı feodal ülkelerde neoliberal sömürü politikasının aynı uygulandığını-uygulanabildiğini söylemiyoruz. Ama emperyalist-kapitalist ülkelerden yarı sömürge ülkelere kadar her yerde ithal ikameciliğin krizinden çıkışın yolu olarak; işçi ve emekçilere verilmiş olan tavizlerin geri alınarak, sömürü ve kâr oranlarını artırmak olarak görülmüştür. Bu sebepledir ki neoliberalizm işçilerin kazanılmış tüm haklarının gasp edilerek, ücretlerinin düşürülmesini, esnek-güvencesiz çalışma biçimini yayarak, artı-değer gaspının büyütülmesini öngörüyordu. Neoliberalizmin ikinci temel saç ayağı ise yarı sömürgelerden ve bağımlı kapitalist ülkelerden emperyalist ülkelere doğru kaynak transferini büyütmek ve hızlandırmaktı. Yani yarı sömürgelerin daha çok sömürülmesiydi. Üçüncüsü eğitim, sağlık gibi, sistemin yeniden üretilmesini sağlayan birçok, “kanun hizmetinin” özelleştirilerek, metalaştırılması ve sermaye birikim alanı olarak açılmasıydı.
Nihayetinde, neoliberal politikalar dünya genelinde işçi-emekçi haklarına yönelik büyük bir saldırganlık eşliğinde devreye koyuldu. Emperyalist ülkelerde bile işçi ücretlerindeki artış durduruldu, sosyal haklarda kısıtlamalara gidildi ya da bir kısmı komple kaldırıldı. Örneğin, 1970’lerden bu yana ABD’de işçi ücretlerinde reel bir artış yaşanmamıştır. Güvencesiz esnek çalışma temel çalışma biçimi haline getirildi. İşçilerin sendikal örgütlülükleri devlet zoru ile ya da yasalarla dağıtıldı. Bununla birlikte patronlardan alınan vergiler neredeyse sıfırlanırken tüm yük dolaylı ya da doğrudan vergilerle halkın sırtına yıkıldı. Metalaştırılan, sermaye birikim alanı haline getirilen eğitim-sağlık vb. hizmetlere halkın erişimi iyice zorlaştırıldı. Neoliberalizmin yarı sömürgelerde yarattığı yıkım elbette çok daha tahripkâr ve büyük oldu. Emperyalist tekeller ucuz işgücüne rahatça ulaşsın diye yarı sömürgelerdeki işçi ücretleri açlık sınırının altına çekildi. “Mali disiplin”, “kemer sıkma” adı altında bir yandan halktan toplanan vergiler inanılmaz bir hızla artarken öte yandan zaten sınırlı olan kazanılmış sosyal haklar ortadan kaldırıldı. Böylece yarı sömürge devletlerin halktan vergi adı altında gasp ettiği değerlerin, emperyalist sermayeye ve kompradorlara daha fazla peşkeş çekebilmesinin önü açıldı. Diğer yandan yarı sömürgelere yönelik sermaye ihracının önündeki tüm engeller kaldırıldı. Bu ülkelerde IMF-DB dayatmaları ile sermaye hareketleri tamamen serbest bırakıldı. Yani emperyalist sermayenin girip talan etmeyeceği alan bırakılmadı. Dalgalı döviz kuru modeli dedikleri, vurguna açık model benimsetildi. Merkez Bankası borsa gibi finansal kurumlar yeniden düzenlendi. Böylece yarı sömürgeler, emperyalist finans kapitalin sınırsız yağmasına açıldı. Mali oligarşi, Londra, New York tefecileri, kompradorlarla el ele bu ülkeleri talan etti halkın yarattığı değerlere el koydular. Öte yandan yarı sömürgelerdeki sınırlı ulusal sanayi, “sıcak para” karşılığında hepten tasfiye edildi. Böylece bu ülkeler gerçek anlamda iğneden ipliğe emperyalistlere bağımlı hale getirildi. Benzer bir tablo tarımda yaşandı. Köylülük çökertildi, tasfiye ile yüz yüze bırakıldı. Böylece bu ülkeler emperyalist tarım tekellerinin pazarı haline getirildi. Dışa bağımlılığın artışının sonucunda meta fiyatlarının artışı da peş peşe yaşanır oldu. Yasal olmayan vergi toplamanın bir biçimi olan yüksek enflasyon, yüksek gıda enflasyonu yani hayat pahalılığı yarı sömürgelerde kronik bir hal aldı.
Özcesi neoliberalizm emperyalist sermayenin tüm sınırlamalardan, engellerden kurtularak dünyayı daha fazla yağmalamasını, işçileri iliğine kadar sömürmesini sağlayan, onlar açısından “rüya gibi” bir modeldi. Halklara, özellikle yarı sömürge halklarına daha fazla kölelik, açlık ve sefaletten başka bir şey getirmedi. Neoliberalizm sermayenin merkezileşme ve yoğunlaşma sürecini hızlandırdı. Buna paralel olarak gelir eşitsizliği inanılmaz boyutlara ulaştı. Dünya nüfusunun %1’inin elindeki servet, geri kalan %99’un gelirlerini katbekat aşmaya başladı. Onda ve küçük burjuvazinin ezici bir bölümü büyük sermeye tarafından, mülksüzleştirilerek, proletaryanın saflarına itildi. Bir tarafta çok küçük bir azınlık için devasa bir servet birikirken halklar hızla yoksullaştı. Bu kapitalizmin çelişkisiydi ve krizlerin sürekliliğinin sebebiydi.
Tarih yaprakları 2008’i gösteriyordu ki neoliberalizm bu krizle çöktü. Kriz önce emperyalist ülkelerde finans sektöründe ortaya çıktı. Emperyalizm her zaman olduğu gibi krizi yarı sömürgelere ihraç etti. Sömürünün şiddetinin özellikle yarı sömürgelerde artırarak krizi aşmaya çalıştılar. Bu ülkelerden emperyalist merkezlere değer ve kaynak transferini (sömürüyü) hızlandıracak yeni düzenlemeler yapıldı. İlgili bağımlı ülkelerde neoliberal politikaları dizginsizce uygulamaya başlayarak kaynakları dışarıya peşkeş çekmede sınır tanımayacak ve bunlara karşı oluşabilecek halk tepkisini faşist terörle sindirebilecek parti ve liderleri iktidara taşıdılar. Macaristan’da Orban, Polonya’da Duda, Brezilya’da Bolsonaro, Filipinler’de Duterte, Hindistan’da Mondi gibi faşist liderler bu çerçevede iktidara geldiler. Türkiye’de RTE AKP, emperyalistlerin ve kompradorların tam desteğiyle iktidarını sürdürdü.
Ancak emperyalist kapitalist sistem, tüm çırpınışlarına karşın tıkanan neoliberal sermaye politikalarının yerine krizden çıkışı sağlayacak yeni bir sermaye birikim modeli bulamadı. Bunun da etkisiyle aradan 14 yıl gibi bir zaman geçmesine rağmen krizden bir türlü çıkamadı. Tam tersine son birkaç senedir pandeminin de etkisiyle, emperyalist ülkelerde ama özellikle yarı sömürgelerde krizin çapı daha da büyüdü. Türkiye’de net bir şekilde gördüğümüz üzere halkın yaşam koşullarındaki düşüş hızlandı. Özcesi emekçiler daha derin bir sefalet ve açlığın kollarına itildi. Bu durum başta yarı sömürgeler olmak üzere dünya genelinde kitlelerin kapitalist sisteme karşı öfkesini hızla büyüttü. Bu öfke Şili, Lübnan, Kolombiya gibi birçok yarı sömürgede hatta Almanya, Fransa gibi emperyalist merkezlerde de sokaklara taştı. Kapitalist sistemin kitleler nezdindeki ‘meşruiyeti’ hepten yıkıldı. Ezilenler alternatif arayışlara yönelerek sistem dışına çıkmaya başladı. Bu süreçte emperyalistler ve kompradorlar istisnasız bütün yarı sömürgelerde halkın yükselen öfkesini, iktidarda olan faşist lider ve partiler eliyle baskı ve karşı devrimci terörü yükselterek bastırmaya çalıştı. Birçok ülkede OHAL ilan edildi, faşist baskı yasaları arka arkaya devreye koyuldu. Yani Orban, Erdoğan, Bolsonaro, Duterte, Modi gibi daha düne kadar şoven argümanlarla kitleleri peşine takabilen faşist liderlerin artık toplumsal ‘rıza’ üretemediği görüldü.
Zincirin zayıf halkası olan yarı sömürgelerde çığ gibi büyüyen ve bir türlü önüne geçilemeyen halk öfkesi, emperyalistleri ve kompradorları büyük bir isyan ve devrim korkusuna sürüklemiştir. Salt baskı ve sopanın işe yaramadığını, halkı her geçen gün daha fazla sefalete ve açlığa iten neoliberal politikaların bu hâli ile sürdürülemeyeceğini görmüşlerdi. Emperyalistler ve uşakları halkları yeniden düzene çekebilmenin yegâne yolunun, halklara geçici de olsa birtakım kırıntılar vermekten geçtiğini söylemlerinde değişiklik yapmak gerektiğini düşünmektedirler. Devrim, isyan gibi halkın kahredici gücünden korkan hâkim sınıflar eski ‘sosyal refah devleti’ pratiği gibi olmasa da kitlelerin kafasını bulandıran aldatmacalara kapı aralamışlardır. Nitekim geçtiğimiz yılın son aylarında İngiltere’de gerçekleşen G-7 zirvesinde emperyalistler, bu yeni yönelimlerini ortaya koymuşlardır. Zirveden sonra hazırlanan Cornwall Belgeleri’nde, yeni dönemde patronlardan daha çok vergi alınması halkın sırtındaki vergi yükünün bir miktar azaltılması üretken sektörlere daha çok yatırım yapılarak işsizliğin azaltılması; eğitim, sağlık gibi sektörlerde eşitsizliğin azaltılması, iklim değişikliği ile mücadele edilmesi gibi neoliberal politikalardan birtakım tavizlerin verilmesi öngörüldü.
Emperyalistler bu yeni halkı kandırma politikasını öncelikle kendi ülkelerinde devreye koymaya başladılar. Nitekim ABD’de Trump’ın yerine Biden’ın getirilmesi, Almanya’da sosyal demokratlarla yeşillerin hükümete taşınması bu kapsamda okunabilir. Ancak emperyalistler benzer politikaları devrim tehlikesini bertaraf etmek, sermaye birikimlerini devam ettirebilmek adına kompradorların bir kısmının desteği ile yarı sömürgelerde uygulamayı hedefliyorlar. Faşist sistem olduğu gibi tüm mekanizmaları ile yerinde duruyor ama yönetim nasıl olacak? Şimdi çelişki bu! Sistemi tahkim edecek partileri iktidara taşıyorlar. Reformist bir parti bile faşist devlet biçiminde iktidara geldiğinde baskın ve faşist terörü devam ettirmek zorundadır. Faşist devleti ancak faşist partiler yönetir, oraya gelince öyle olmak zorundadır. Syriza örneği önümüzde durmaktadır; Syriza, Yunan işçileri, polise coplatmıştır. Hükümetlere karakterini hâkim sınıflar ve devlet mekanizması verir. Onlar söylemde ne söylerse söylesin, yapacaklarının planı o mekanizmalarca önlerine konur.
İşte Şili’de ve diğer Latin Amerika ülkelerinde burjuva solcuların iktidara taşınışını emperyalistlerin ve kompradorların bu yeni yöneliminin bir parçası hatta başlangıcı olarak okumak gerekir. Bu dönüşümün Latin Amerika’dan başlatılmış olması da gayet normaldir çünkü neoliberal politikaların laboratuvarı orasıdır. Bölge emperyalistlerce on yıllardır iliklerine kadar sömürülmüştür. Bu zaten tarihsel olarak devrimci mücadeleye yatkın olan bölge halkının sistem dışı arayışlarını daha da güçlendirmiştir ancak bu politikanın zamanla diğer yarı sömürgelere de yayılacağı, gözden çıkarılan faşist liderlerin yerine burjuva solcuları veya daha liberal, sosyal demokrat çizgide olan düzen partilerinin iktidara taşınacağı şimdiden öngörülebilir.
Kapitalist sistemin içinde kalındıkça üretim ilişkilerinin değiştirilebilmesi mümkün değildir. Burjuva devlet varlığını koruyorken yani zor aygıtı hala burjuvazinin elindeyken hâkim sınıfların kendi egemenliğinin sonu anlamına gelecek böyle bir dönüşümü kabul etmeyeceği açıktır. Reformistlerin “seçimle de devleti ele geçirmek, onu halkın yararına dönüşüm için kazanma” düşüncesi de içi boş bir fanteziden ibarettir.
Öte taraftan üretim ilişkilerini değiştirmeyi, devlet mekanizmalarını parçalamayı gündemine almış veya halkın koşullarını iyileştirmede samimi olan partilerin, liderlerin hükümete gelmesine burjuvazi en başta izin vermez. Olur da bir yolla hükümete gelirse devlet mekanizma ve işleyişi ile onu, kendi programını uygulayamaz hale getirir. Olmadı darbe ya da başka yolla onu oradan indirir. Bunun örnekleri Türk hâkim sınıflarının siyasi tarihinde çokça vardır. Burjuvazi işi şansa bırakmaz!
Zaten Boric veya öteki burjuva “solcu” liderler yukarıda da vurguladığımız üzere emperyalist ve kompradorların en az bir kesiminin projesi olarak onların çıkarlarını korumak adına iktidara getirilmişlerdir. İlgili şahsiyetlerin bizzat bunu tam olarak bilip bilmemelerinin de bir önemi yoktur. Nitekim bu “solcu” başkanların hemen hepsi burjuva liberal bir çizgiye sahiptir. Bu çizgilerin bir gereği olarak üretim ilişkilerini değiştirmeyi hiç gündemlerine bile almamışlar, tartışmamışlardır. Tersine birçoğu kapitalizmi açıktan savunmaktadır. Örneğin; Boric “serbest piyasa ekonomisinden” yani kapitalizmden yana olduğunu söyleyebilmektedir. Emperyalizmle, söylem düzeyinde bile bir sorunları yoktur. Hemen hiçbirinin programında halkın yaşam koşullarını anlamlı bir şekilde yükseltebilecek sistem içi önlemler dahi yer almamıştır. Yani bu solcu hükümetlerin görevi gerçek anlamda birkaç kırıntı ile halkı psikolojik olarak rahatlatıp düzen içine çekerken, neoliberal politikaları ana hatlarıyla uygulamaya devam etmek olacaktır. Düzenden ümidini kesmiş olan kitleleri, değişim havası yaratarak yeniden düzene umut bağlar hale getirmek için burjuva solcular iktidara tapınmıştır. Bu şekilde devrim tehdidinin büyümeden ortadan kaldırılmasında, halkı yeniden düzene bağlamada başrolü üstlenerek emperyalistler ve diğer hâkim sınıflara eşsiz bir hizmette bulunacaklardır.
Bazı Latin Amerika ülkelerinde iktidara gelen sol hükümetler daha şimdiden yolsuzlukla, kara para aklamakla, uyuşturucu trafiğini kontrol etmekle anılır olmuştur. Sistemin iç dinamikleri; şahıslar, partiler, hükümetler değişse de zaten bunları üretir. Bunda şaşılacak bir şey de yoktur. Bu burjuva solcuları halkı kandırmada birer aparat olduklarını şimdiden teşhir olmaya başlamıştır bile. Neoliberalizmin krizine çözüm yine ya neoliberalizm ya da liberalizm olarak ortaya konduğu sürece sömürü, baskı, sefalet, açlık vb. kurtuluş yoktur.
Latin Amerika’da bazı ülkelerde “sol”un iktidara gelmesiyle Çin emperyalizmi bölgede etkisini artırmıştır. Çin emperyalizmi, ilişki kuracak komprador bulmada bu coğrafyada hiç zorlanmamıştır. Nikaragua’da solcu Ortega’nın iktidara gelmesi bu duruma tipik bir örnektir. Ortega, hükümeti kurar kurmaz Tayvan Büyükelçiliği’ni kapatıp binasına da el koymuştur. Daha sonra da törenle Çin Büyükelçiliği açılmıştır. Bu açılışta iki ülke ilişkilerinin nasıl daha güçlendirileceğine ilişkin nutuklar atılmıştır. Honduras’ta iktidara gelen solcu hükümet de Çin’le ilişkilerini geliştireceğine dair açıklamalar yapıp Tayvan’ı tanımadığını beyan etmiştir. Karayipler, Panama, El Salvador, Dominik, Solomon Adaları, Kibati gibi birçok ülke Tayvan’ı resmi olarak tanımayıp Çin yanlısı bir tutum geliştirmişlerdir.
ABD’nin kendi arka bahçesinde Çin’in güçlenmesine ciddi bir tepki ortaya koymaması da manidardır. Bu durumu da neoliberal sermaye birikim politikasının krize girmesinden dolayı Çin’in desteğiyle de olsa iktidar değişimlerinin halkı psikolojik olarak rahatlatacağından bütün bir sistemin hayrına olacağı düşünülerek, ABD’nin de çıkarına olacağı hesaplanarak yapılmış olabilir. Değişen, bağlı olunan emperyalist ülkedir. Neoliberalizm ya da liberalizm merkezli politikalar ise olduğu gibi durmaktadır. Yani değişimlerin devrim gibi gösterilmesinin boş bir laf olması bir tarafa, ciddi bir ekonomik politika değişimi bile yoktur.
Bu yeni yöneliminin Türkiye’ye nasıl yansıdığına kısa bir göz atmak gerekiyor. Ülkede bu krizin en şiddetli biçimde hissedildiği yerlerin başında gelmektedir. Krizin derinleştiği yoksulluk nedeniyle ülkemiz halkında da sisteme karşı ciddi bir öfke yaratmış durumdadır. Bu durum AKP’nin toplumsal “rıza” üretme yeteneğini de hızla eritmektedir. Artık “rıza” üretemeyen, kitleleri peşinden sürükleyemeyen AKP/RTE, halkın artan öfkesini salt zorla faşist terörle bastırmaya çalışmaktadır. Emperyalistler ve komprador burjuvaların bir kesimi AKP’yi iktidardan indirerek yerine CHP etrafında toplanan kliği getirme noktasında uzlaşmışlardır. CHP’ye biçilen görev, bir yandan kitlelerin düzene karşı yitirmiş olduğu güveni yeniden inşa ederken öte yandan AKP’nin sistemde yaratmış olduğu tahribatı giderecek bir restorasyon programı uygulamaktadır. Nitekim CHP de kendisine biçilen bir misyon çerçevesinde faaliyetlerini her geçen gün yoğunlaştırmaktadır. Bir yandan krizin tüm sorumluluğunu AKP’nin üzerine atarak onun gidişiyle tüm sorunların çözüleceği algısını yaratmaya çalışıyor. Böylelikle kitlelerin sistemden hepten ümidini kesmesini önlemeye çalışıyor. Diğer yandan perde arkasından TÜSİAD’la birlikte restorasyon programını hazırlıyor. Reformistler de “siyasal İslamcı sağcı, AKP’ye karşı CHP’yi desteklemek gerekir” diyerek hâkim sınıfların bu politikasına yedekleniyorlar. Reformistler bu söylemleri ile gerici sınıfların arkasında konumlanmıştır. CHP’nin patronlar kulübü TÜSİAD’la birlikte hazırladığı restorasyon programında halkın yararına bir şey yoktur. CHP’nin halka tek vaadi AKP’nin “akıldışı” politikalarına son vererek, idealist “akılcı politikalar” uygulamak yani neoliberal modelin gereklerini yerine getirmektir. CHP’nin gündeminde kitlelerin yaşam koşullarında bir miktarda olsa düzelme sağlayacak herhangi bir reform da yoktur. Bu sorunlar ancak devrimle çözülebilir. O halde CHP’nin iktidara gelişinin halkın yaşam koşullarında anlamlı bir fark yaratmayacağı açıktır.
Türkiye’de de reformistler kendilerini burjuvaziye akıl vermeye adamış ve bu sistemi onarmak, düzeltmek için canhıraş fikirler üretmektedirler. Bu “fikirlerle” kendilerine komprador burjuvazinin muhalif kliğin teveccüh göstereceğini hesaplamaktadırlar.
Sonuç olarak devrimcilerin politik çalışmalarına ağırlık vermesi, ideolojik mücadelenin artırılması gereken bir sürece giriyoruz. Halk, burjuva ajanlara karşı bilinçlendirilmeli, donanımlı hale getirilmelidir. Halkın burjuva feodal sistemi yoğun sorguladığı, yeni alternatiflere, devrimci mücadeleye daha açık ve yatkın hale geldiği bir süreçteyiz. Hâkim sınıf sözcülerini korku sarmış durumda.
Salt baskı ve terörle sistemlerini sürdüremeyeceklerini gören egemenler kitlelerin gözünde teşhir olmuş faşist liderlerini yollayıp onların yeni bir versiyonu olan “burjuva sol”u iktidara taşıyorlar. Bununla sisteme olan öfkeyi yatıştırmaya çalışmaktadırlar. Devrimciler, egemenlerin bu halkı kandırma operasyonunu her alanda teşhir etmelidirler. Reformistlerin düzen içine çekmeye çalışan, beklenti yaratan egemenlerin değirmenlerine su taşıyan çalışmalarına karşı da amansız mücadele edilmelidir.