[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Makaleyi dinle “]
TC devleti Irak ve Suriye Kürdistanı’na bombalar yağdırıyor, devletle doğrudan ilişkili kurum ve kişiler saldırının boyutlanacağı, işgalin genişletileceği yönlü açıklamalarda bulunuyorlar. Süreç bir dizi olasılık ve eğilim içeriyor, çok daha yaygın ve şiddetli bir savaş ya da kısa süre sonra “eski” duruma dönme bu olasılıklardan bazılarıdır. Faşist TC devletinin giriştiği bu saldırı Türkiye’deki mevcut ekonomik ve siyasi durum kadar bölgesel ve uluslararası durumla ilişkilidir ve gelişmelerin eğilimini de bu denklem belirleyecektir. Durduğu yer, aldığı pozisyon itibariyle stratejik ve taktik planları bozguna uğratacak en önemli unsurlardan olan Türkiye halkı ve daha genelde ezilen dünya halkları şimdilik “sahaya” çıkmış değildir.
Dünya yakın zamanda sokakları, meydanları saran büyük kitle eylemlerine tanık oldu, İran’da faşist rejime karşı yanmaya devam eden isyan ateşi bunun örneklerden biridir. Dolayısıyla dünya “sahadaki halk” gerçekliğine tanıktır.
Türkiye’nin çeşitli milliyetlerden emekçi halkı dünyadaki tablonun aksine önemli ölçüde edilgen durumdadır. 2021 yılında greve giden işçi sayısının son altmış yılın en gerisinde olması, hatta 12 Eylül askeri faşist darbe döneminden bile geri durumda olması Türkiye işçi sınıfı ve diğer emekçilerin nasıl bir suskunluk içinde olduklarını anlatıyor. Kürt halkının bombalanmasına sessiz kalan, susan veya belli bir kesimce bombardımanı destekleyen halk gerçekliği kimi aydınlar üzerinde umutsuzluk, yılgınlık yaratmıştır. Halkımızın suskunluğunu, gelişmeler karşısındaki sessizliğini “dert” edinen bir kesim bunu, yaşadığı coğrafyayla, mensup olduğu dinle, gen yapısıyla açıklıyor. Halkımızın hiç de suskun, her şeyi kabullenen, mülayim-sessiz bir halk olmadığını biliyoruz. Halkı tanımak için sokağa çıkmak yeterlidir. Orada birbirlerini nasıl boğazladıklarını, en basit bir sorunda dahi nasıl patladıklarını görüyoruz. Hapishane yapımındaki hız ve artış, çeteleşme, uyuşturucu ve diğer gayrimeşru işlerdeki yaygınlık başka bir boyutun varlığına işaret ediyor.
Halkımızın asıl sorunu örgütsüzlüğüdür. Hem ekonomik, demokratik hem de politik mecrada örgütsüzdür. Bu başından beri değil zaman içerisinde ortaya çıkan bir sonuçtur. Türkiye halkının bugünle kıyaslanamayacak ölçüde örgütlü dönemleri de olmuştur. Dolayısıyla “örgütlülük” derken göreceli bir durumdan, daha örgütlüyken örgütsüzlüğe, daha örgütsüzken örgütlülüğe doğru değişken, nesnel ve öznel koşullarla açıklanabilir bir durumdan bahsetmiş oluyoruz.
Örgüt-örgütlenme kavramı geneldir. Burada işçi ve diğer emekçi halkın çıkarlarıyla ilişkili ekonomik, demokratik örgütlerle halkın komünist, devrimci politik örgütlerini kastediyoruz. Faşist Türk hâkim sınıflarının halka yönelik örgütsüzleştirme saldırısı bahsettiğimiz nitelikteki örgütleri içermektedir. Siyasal sistemin kendisi olan devlet, en gelişkin örgütlenmeyi temsil eder. Keza faşizm elinden gelse bütün bir halkı, kendi faşist yapılarında örgütlemeye çalışır. Alman ve İtalyan faşizmi bunun örneğidir; Togliatti, 1933 yılı itibariyle İtalyan faşizminin parti, faşist gençlik, üniversite grupları, faşist öğretmenler-memurlar birliği, demiryolları-posta işçileri birliği, faşist sendikalar, yardımlaşma dernekleri ve hatta 15 yaşına dek olan “genç İtalyanlar” olarak “ülkenin hemen hemen tüm nüfusunu” kapsayacak biçimde örgütlü olduğunu söyler. Emperyalizm ve uşakları kendilerine düşman, halkın yanında olan örgütleri, örgütlenmeleri bunlar içerisinde ise özel olarak komünist örgütlenmeyi hedefler.
Faşist komprador, patron ağa devletinin halkın öz örgütlerine ve komünist, devrimci yapılara göz açtırmak istememesi, çanlarına ot tıkamak için çırpınması eşyanın doğası gereğidir.
Bugünkü tablo faşizmin başarısını gösterir. Öte yandan bugünkü tablo, başta komünistler olmak üzere halk ve sınıf güçlerinin başarısızlığını da gösterir. Başarısızlığın altında bir dizi faktör olmakla birlikte ilk sıraya politika sorununu yerleştirmemiz gerekir. Diğer halk güçleri ve onların politikaları hakkında bir değerlendirme yapmamızın yeri olmadığı için geçiyoruz. Komünist partisinin ise programatik görüşlerinin güncele uyarlanması, güncelden kopmadan; ama programa tabi olacak biçimde esnek, ustalık gerektirir biçimde politik bir üretkenlik içerisinde olup olmadığı tartışılırdır. Genel politikalarda kalmak ile güncele tabi olmak biçiminde her ikisi de hatalı olan bir politika tarzına düşüldüğünü görüyoruz. Bununla birlikte her zaman politikanın belirleyiciliğine vurgu yapması, “bütün çalışmaların can damarı politikadır” fikrine bağlı kalması, politika sorunu üzerinde yoğunlaşması eksik ve zayıf yanına müsamaha göstermediğine işaret eder. Komünistlerin politika anlayışı şimdi, şu sırada veya şu arada yaşananları açıklamak ve kolektifini yaşananlara göre işlevli kılmak değildir. Komünistler bu tarzı “günübirlik politika”yı güncelin peşinde sürüklenmek olarak değerlendirir ve mahkûm ederler. Bu tarz geliştirilen politika ve bu politikanın yönettiği pratiği geçici olumluluklar doğursa bile stratejiden, stratejik hareketten kopuk olması nedeniyle “boşa kürek çekmek” olarak görür. Komünistler hedefe yani Demokratik Halk Devrimine bağlı, devrimi besleyen, ona hizmet eden politika biçimini benimserler. Bu, çok ileriden, yarından bugüne bakmaya benzer. Yakalamamız gereken düzey bu düzeydir. Yapmamız gereken politika bu tarz bir politikadır. Proletarya Partisi “nasıl bir politika, politikanın öncelliği nedir” gibi temel noktaları açıklamayı içeren soruların devrimci çalışma içerisindeki tüm militanlar tarafından kavranmasını ve uygulanmasını benimser. Bu yönlü düşünme ve kavrayış geliştikçe parçada yani herhangi bir faaliyet alanında olunsa da merkezi düşünülür, bütünden bakarak hareket edilir. Kitleleri DHD ve sosyalizm, komünizm mücadelesini ilerletmek, bunun önündeki üç dağı devirmek için örgütlemek istiyoruz. Bu isteğimiz güzel bir dünyada yaşama düşü kuran halkımızın çıkarlarıyla uyumludur. Onların bugün ne düşündükleri bizi yanıltmaz, nasıl yaşıyorlarsa düşünceleri ona uygun şekillenmiştir. Dolayısıyla yarı-sömürge yarı-feodal bir yapı içerisinde insan bilinci buna uygun şekillenir. Üstelik devlet ve onun devasa ideolojik aygıtlarını unutmayalım. İşçi sınıfı gibi kitlelerin tümü kendi çıkarlarına uygun bir gelecek bilincini kendiliğinden oluşturamaz. O, bu bilinci dışarıdan yani okuyarak, tartışarak, uygulayarak ve en önemlisi örgütlenerek edinir. Komünist devrimciler edindikleri yeni düşüncelerle zorunluluğun bilincine vardıkları ve eyleme dönüştürdükleri için sözünü ettiğimiz kitleden, sıradan kitleden ayrıdırlar. Komünistlerin bu ayrı şekillenişleri daha ileri, daha gelişmiş olarak kitleye dönmek içindir. Kitlelerin arasına devrimi örgütlemek veya devrim için kitleleri örgütlemek için dönülür.
Kitleler fabrikalarda, okul, köy, mahalle ve sokak ve daha birçok mekândadır. Gerek bu mekânlar ve gerekse oradaki kitleler farklı sınıf ve tabakadan gelen insanlardır. Hepsi DHD’den çıkarları olduğu için ortaklaşmışlardır. Bununla birlikte kendi aralarında çelişkiler olduğunu da biliyoruz. Alanlarda (bu bir fabrika olacağı gibi, mahalle, okul, büro veya köy de olabilir) devrimci faaliyetimiz her taraf için geçerli tek bir kalıp biçiminde değil, alanların özgünlüklerine göre değişiklik gösterir, göstermek zorundadır. Devrimi taşıyacağımız, devrim için örgütleyeceğimiz ve devrimci savaş için seferber edeceğimiz kitle böylesine değişiklik, çok çeşitlilik gösteren bir kitledir. Her an şu soruyla sınava çekiliriz: “Faaliyet alanımızdaki kitle nasıl örgütlenir?” Bu “basit” soru bütün devrimlerin ortak sorusudur. Bu soruya yanıt olarak geliştirdiğimiz görüşler ise bizi politikaya götürür. Faaliyet alanımızı, orada bulunan kitleyi doğru politikalarla örgütleyebiliriz. O halde doğru politika nedir, bir politikanın doğru olması neye bağlıdır? diye soralım. Gerçekle olan yakınlığı bir politikanın doğruluğunu verir. Gerçekliği gören, çelişkiler arasında ilişkinin kavranmasıyla geliştirilen politikalar doğru; gerçeklikten kopan, gerçeklikten uzak politikalar yanlıştır. Kapıda öznelcilik gibi bir tehlike varken gerçeği olduğu gibi görmek, onun iç çelişkilerine yoğunlaşmak kolay olmasa da mümkündür. Bunun için işimize geldiği gibi veya olmasını istediğimiz gibi değil, bütün nesnelliğiyle görmek ve incelemek gerekir gerçeği. Engels Bebel’e yazdığı bir mektupta politika ve nesnellik sorununa değiniyor ve şöyle diyordu: “Politikada, tıpkı bilimde olduğu gibi insan her şeyi olduğu gibi kabul etmeyi öğrenmek zorundadır.” Hayal ettiğimiz, kafamızda kurduğumuz, geçerli olup olmadığı hakkında düşünme gereği dahi duymadığımız bir alanla veya kitleyle değil; işimiz gerçekle, tamamen aleyhimize olsa da canımızı sıksa ve acıtsa da yüzümüzü gerçeğe dönmeliyiz. Çünkü değiştireceğimiz tek şey gerçekte olan şeydir. Bu nedenle doğru politika geliştirmenin yolu, gerçeğe bağlı olmaktan geçiyor. Diğer gerekler bu önkoşulu tamamlar, onları da tartışacağız.
*Royer Colard