Sendikaların mücadelenin gelişen seyri içinde politik nitelik kazanacağı ve iktidar aygıtına dönüşeceği Marks’ın temel öngörülerinden biriydi. Hiç kuşkusuz o bunu işçi sınıfının politik mücadelesinin henüz ilk aşamalarında ileri sürse de düz bir hatta yürüneceğini düşünmemiştir. Marks tarihe o derecede hâkimdi ki bütün toplumsal mücadelelerin karmaşık bir seyir izlediğini bilirdi. Günümüzde sendikal mücadelenin aldığı biçim Marks’ın öngörüsünün uzağındadır. Sosyalist iktidarların kaybedilmesinden beri genel olarak işçi sınıfı hareketi ve özel olarak sendikalar ciddi bir gerileme yaşadılar. Oysa sınıfın kendini savunabilmesi, toplumsal eşitsizliklere ve sömürüye karşı koyabilmesi güçlü ve özel olarak politik tavrı gelişen sendikaları gerektiriyor. İşçi sınıfının devrimlerinde tanık olduğumuz gibi…
Tarihsel olarak işçi sınıfı mücadelenin yükseldiği dönemlerde, haklarını savunmak ve sömürü düzenini sona erdirmek için örgütlü bir güç olarak sahneye çıktığında birçok kazanım elde etti. Gerici yasalara, politikalara geri adım attırdığında da örgütlü olmanın ve dolasıyla disiplinin hareketin gücüne şahit olunmuştur. Örneğin 15-16 Haziran direnişinin sonuçları işçi sınıfının çok yönlü kazanımları ile halen işçi sınıfının önemli deneyimlerindendir.
Ancak günümüzde neoliberal politikalarla şekillenen düzen, işçileri siyasetten kopararak yalnızca ekonomik çıkarları sorun eden, tartışan ya da ekonomik olguların içine hapseden, ekonomik mücadeleye sıkıştıran dar bir mücadele alanına yönlendiriyor. Bu dar, siyasetten uzak, salt ekonomik talepleri içeren mücadele görünmez tellerden bir kafese benziyor. Bu durum, sınıfın devrimci perspektifinden uzak, işçi sınıfının yeniden politik bir güç haline gelmesi ve kapitalist tahakküme karşı en etkili, en temel gücün oluşmasına -birlikten ve üretimden gelen gücün oluşmasına ve kullanılmasına- imkân vermiyor.
İşçi sınıfının siyasetle bağının kopması toplumun sınıf bilincini yitirmesine ve onların bireysel çıkarların esiri haline gelmesine neden oluyor. Sermaye sınıfın sınıf için mücadelesinin yerine bireysel rekabeti öne çıkaran, işçileri birbirinden uzaklaştıran, kolektif çıkarlar yerine bireyciliği geliştirip teşvik eden bir kültürü inşa ediyor. Bireyci, “kötü talihini yenen güçlü işçi” imajına dayalı, yaşama en dar, kişisel çıkarlar perspektifinden bakılmasını isteyen, işçi sınıfının yalandan kurtuluşu için “çözümler” üretiyor. Bu da siyasetten uzaklaşmış işçileri kapitalizmin yarattığı sahte çözümlere, reformizme yönlendirmekte, gerçek sınıf mücadelesini körelterek sınıf için sınıf olma olgusunu bulanıklaştırmaktadır.
Peki günümüz işçi sınıfı açısından sınıfın öz örgütlülüklerinin konumlanışı ne durumdadır? Genel olarak işçi sınıfı aleyhine olan durum ve olguları değiştirecek ana örgütlenmeler olarak işçi sendikaları gerekli olanları yapıyor mu, işlevini yerine getiriyor mu sorusu önemlidir. Devrimci mücadeleyi büyüten bir işlev görmesi gereken sendikalar büyük oranda reformist ve sınıf uzlaşmacı bir çizgiye sahipler, mevcut sendikaların devrimci bakış açısı gelişkin bir karakter taşımaları için uzun soluklu bir mücadele gerekiyor. Sendikalar sadece ekonomik haklar çerçevesinde değil, politik meseleler üzerinden de demokratik haklar için de işçileri birleştirmelidir. Halihazırda “imkânsız” da görünse, gayet mümkün olduğunu bildiğimiz biçimde sendikalar sömürü düzenine karşı kolektif bir irade meydana getirmelidir. İşçilerin, kendilerinin inşa ettiği mücadeleyle geleceklerini kendi ellerine almaları için en azından perspektif sunmalı, sınıfın siyasetten kopuşunu engellemek için dirayetli olunmalı. Çünkü devletin sermaye lehine aldığı tüm siyasi, ekonomik-demokratik kararların muhataplarından biri, hatta en önemlisi işçi sınıfıdır.
Ekonomik krizler, işsizlik, güvencesiz çalışma, örgütlenme önündeki engeller ve sosyal hakların gaspı gibi sorunlar hem işçi sınıfının hem de işçi sınıfının etki ettiği geniş kesimlerin temel sorunlarıdır. Bu sorunlar, yalnızca reformlarla değil, reformları da kapsayacak ancak devrimle çözülebilir. Dolayısıyla, devrimci nitelik taşıyan sınıf mücadelesi gelişmeli, sınıfın öz örgütlülüğü olan sendikalar açısından da sahiplenmeli ve işçi sendikaları bu temel ekonomik-demokratik mücadelenin öznesi haline gelmelidir. Aksi halde tüm sınıf hareketi ve emek örgütleri, sendikalar sınıfa değil bir avuç ekonomik-demokratik talebe hizmet etmiş olacaklardır.
İşçi sınıfının siyasetten kopması tüm emekçiler için de dağınıklık, ideolojik karmaşa demektir. Sermayenin çıkarlarını kollayan patron-ağa devleti işçileri sadece ekonomik olarak değil, etnik, dinî, cinsel ve kültürel olarak da bölmektedir. Devrimci niteliği yüksek işçi sınıfı mücadelesi işçi sınıfını birleştiren ve tüm ezilen kesimlerin mücadelesini kapsayan temel bir görev de üstlenir. Sendikalar bundan azade değildir. Örgütlenme işlevi açısından sendikalar sadece üye kazanma girdabından kurtulmalı, devrimci misyonunu kavramalıdır. İşçi sınıfının siyasetten kopması, sendikaların kendi görevlerini yerine getirmemesi kapitalizmin işçileri pasif ve yalnız bireyler oluşturma stratejisinin bir parçasıdır. Bu kopuşun aşılması, sınıfın kendisi için politika üreten bir bilinç ve örgütlenmesi ile mümkündür. İşçi sınıfı, sadece ekonomik mücadele içinde değil, siyasetin de içinde yer almalıdır.
Ancak sendikaların denetim altında olduğu bir ülkede, grev silahını dahi kullanamayan işçi sınıfının belirleyici bir gücü olması mümkün değildir. Bu durum demokrasiden kurumsallaşma pratiklerine kadar pek çok yere yansımaktadır.
Toplumsal hareketlerin genel özelliğinde olduğu gibi emekçi kitlelerin hareketlerinde de bir taban hareketine dayanmak, bireysel taleplerin örgütlü güce dönüşümünü sağlamak önemlidir. Tıpkı bir sendikanın bir fabrikada hemen tüm şikâyetleri toplu sözleşme ile çözmeleri gibi.
Emperyalist sistemin krizleri dünyanın her yerinde fazlasıyla tepki yaratmış durumda. Ama ülkemizden farklı olarak Avrupa işçi sınıfının sendikaları aracılığıyla hayatı zaman zaman durdurdukları görülür. Ulaşımı, sağlığı, eğitimi, emek karşıtı çıkan yasaları, dönem dönem kontrol ediyor ya da en azından sözünü söylüyor. Örgütlü gücünü siyasi dönüşüme çeviremese de varlığını hissettiriyor. Türkiye’de ise siyasi ve ekonomik tartışmaların gündeminde işçiler, emekçiler yok. Hayatı üretseler de siyaseti üretemedikleri gerçeği var. İşçi sınıfı patronlar için daha konforlu yaşam alanı üretip zenginlerin servetine servet katarken kendi yaşamı için maalesef örgütlenmekten uzak. Seçim dönemlerinde gençler ya da emekliler kadar gündem olamıyorlar. Son dönemde TÜRK-İŞ ve DİSK öncülüğünde “ekonomik tabanlı” eylemlerinin yarattığı yeni slogan, vergi dilimlerine dair gündem ses getirebiliyor ama işçilerin gücü doğrudan etki etmiyor.
İşçi sınıfının örgütsüzlüğünün ve dağınıklığının bir sonucu da yaşamın kısırlaşıp açlığa, yoksulluğa mahkûm toplumun gelecek için umudunu kaybetmesidir. İşçi sınıfı günümüz toplumlarının geleceğe umutla bakmasının yegâne gücü olduğunu göstermedikçe bu sorun da büyüyecektir. Tüm dünyaya yayılmış bu sömürü düzeninin çarkları tüm toplumların, özellikle de emperyalizme bağımlı yarı feodal ülke toplumlarının canına kastediyor, edecek de. Bu dağınıklığın yarattığı felaketin büyüklüğünü görmek için Filistin halkının durumuna bakmak yeterlidir. Doğru, birleştirici, geleceğe güvenle bakmayı sağlayacak bir önderlik olmadığında dağınıklık mücadeleyi zaafa uğratmaktadır. Filistin halkı bu karmaşıklıktan nasibini almış ve kendi içerisinde birçok farklı fraksiyona ayrılmıştır.
Hem işçi sınıfı hem ezilen halklar nezdinde önemli bir güç olan ekonomik ve demokratik mücadele birlikleri önemlidir. Sendikaların gerçek işlevlerini yerine getirmek üzere işçi sınıfına açılmaları günümüzün önemli sorunlarından biri olarak çözüm bekliyor. Hem işçi sınıfı mücadelesi için hem de emperyalist savaşlara karşı dönemin temel görevlerinden biri bu birlikleri sağlamak, kurumlara doğru işlevler kazandırmaktır.
Bunun önünde egemen sınıflardan kaynaklanan bir dizi engel olduğu, burjuva anlayışların halklar üzerinde kapsamlı, derin bir hegemonya kurduklarını reddedemeyiz. Buna rağmen sınıfın ideolojik gücüne yaslanarak ilerleyebiliriz.