Bugün devrimci cephede genel manzarayı sivil toplumculuk alanında müthiş “bir savrulma” oluşturmaktadır. Adeta her derde deva görülen sivil toplumculuk sınıfsal bakışın önüne geçmiş, bu araç, onu asıl amaç olarak görenleri kendisine benzetmektedir. Devrimcilikten reformizm “mertebesine” ters evrimin, burjuva ideolojik saldırı karşısında siyasetsiz kalıp tutunamamanın somut ifadesi olduğunu belirtelim. Biz bu burjuva ideolojik saldırının farkında olarak meselenin ne anlam ifade ettiğini açıklama ihtiyacındayız. Çünkü savrulma olarak tanımladığımız sivil toplumculuğun fark edilmeyen gerçek anlamının bu sebeple sorgulanmasının unutulmasını bir sorun olarak görmekteyiz.
Antik Yunan ve Roma dönemlerinde sivil toplum, devletle özdeş görülürdü. Ve “iyi toplum” kavramı çerçevesinde algılanırdı. Aristo sivil toplumu “ahlaki kamu” olarak tanımlar. Ve yasalarla belirlenmiş kurallar sistemi özgür, eşit yurttaşlar tarifini getirmekte yine devletten ayrı görmemektedir. Sivil toplum Orta Çağ’da dönemin politik-toplumsal yapısına uygun olarak parçalı yerel egemenlik birimleri ve krallıkları belirtmek için kullanılan bir tanım oldu. Orta Çağ’ın ardından gelişen kentli yaşam bünyesinde merkezi otorite haricinde kurumların gelişme alanlarının tanımı olarak kullanıldı. Hobbes, sivil toplum ile devleti aynı anlam içerisinde ifadelendirdi. Çünkü doğa durumundaki insan toplumsal sözleşme ile yurttaşlık durumuna geçmişti. Locke ise bireysel özgürlüklerin kamusal alandaki güvencesi olarak değerlendirir. Devletle birey arasındaki ilişkide “rıza”dan bahseder; birey, rıza ile “politik toplum”un (siyasal iradenin) üyesi olur. Siyasal irade, toplum ve kamusal yaşamın güvenliği ile sınırlıdır. Jean-Jacques Rousseau da devletle sivil toplumu aynı çerçevede değerlendirir. Bu ikisi sözleşme ile ortaya çıkmıştır. Ferguson, Hume ve Smith “ilkel ve vahşi” insanın durumuna zıt olarak “medenilik”ten bahseder. Ve despotizm karşıtı bir tanım olarak kullanır “sivil toplum”u. Hegel’de durum biraz daha farklıdır. Ona göre sivil toplum, ihtirasların yol açtığı karmaşalar alanıdır, bu sebeple çatışmalıdır. Ayrışmaya müsait olan toplumu bir arada tutmak maksadıyla güçlü bir devlet şarttır. O, devleti toplumun üstünde görür. Nihayet kavramları yerli yerine oturtup karmaşadan kurtaran Marks oluyor. O, ne devleti toplumun üstünde ne de ona bağımlı görür. Devlet ve sivil toplum çelişki halindedir. Ve bu çelişkinin çözümü bildiğimiz anlamda devrimle, nihayetinde devletin ortadan kalkmasıyla mümkün olabilir. Çünkü “sivil toplum, üretici güçlerin belirli bir gelişme aşaması içinde, bireylerin maddi karşılıklı ilişkilerinin hepsini birden kucaklar. Sivil toplum bir aşamanın sinai ve ticari yaşamının tümünü birden kucaklar ve bu bakımdan da her ne kadar dışarıda ulus topluluğu olarak kendini olumlamak ve içerde devlet olarak örgütlenmek zorundaysa da devleti ve ulusu aşar. Sivil toplum terimi 18. yüzyılda mülkiyet ilişkileri, İlk Çağ ve Orta Çağ ortaklaşalığından kurtulur kurtulmaz ortaya çıktı. Sivil toplum, sivil toplum olarak burjuvazi ile gelişir; böyle olmakla birlikte üretimin ve karşılıklı ilişkinin doğrudan sonucu olan ve her zaman devletin ayrıca idealist üst yapının temelini oluşturan toplumsal örgütlenme de her zaman aynı adla belirtilmiştir.”
Sivil toplum, kapitalizm içinde üretim güçleri ve iktisadi güçlerin alanı olarak altyapıyı, devlet ise üst yapıyı oluşturur. Bu halde ikisi arasındaki çelişki kendini açığa vurur. Marks’ın sivil topluma olumlu bir değer atfetmediğini görüyoruz. Sivil toplum ve siyasal toplumun iyileştirilmesini değil ortadan kaldırılmasını savunur.
Marks sonrası da kimi düşünürler bu hususta söz etmişlerdir. Örneğin, Gramsci; “tarihsel blok” kavramını; Habermas “düşünme sorgulama mekanı” önermesini, Şerif Mardin; “medenilik” kavramını getirmişlerse de esasen bunlar Marks’ın tanımının uzağına düşmüşlerdir.
Sivil toplumculuğun tarihsel arka planı böyledir. Mesele hakkında bu kadar uzun bir girizgahı bugünkü yaklaşımların fikirsel dayanağının neresi olduğunu bilmek bakımından bunu gerekli gördük.
1980 sonrası neo-liberal saldırı rüzgarı ve sosyalist pratiklerin püskürtülmesiyle sivil toplum alanında bir yığılma, nihayetinde 2000’lerle beraber (AB üyeliği için Kopengah kriterleri anlaşması, gelişen toplumsal muhalefet vs.) bu alan sanki devrimci mücadelenin güvertesi olarak görülmeye başlandı. Küreselleşmenin devletleri ortadan kaldıracağı yanılgısıyla beyhude heyecanların tesiri, sivil toplum hareketlerinin neden medya, finans merkezleri ve çok uluslu şirketler tarafından desteklendiğinin sorgulanmasının yapılmasına mani oldu.
Oysa küreselleşmeyle beraber devletin önemini yitirdiği söylemi bizzat kapitalist şirketler ve burjuva düşünürleri tarafından yalanlanmaktaydı: Sivil toplumculuk, devletle yurttaşlar arasındaki gerilimin azaltılarak bir arabulucuk işlevi olarak tanımlandı. Bunun anlamı, eğer doğruysa, mevcut yasalar, mevcut hukukun sınırları içinde kalmak ve mevcut devlet ve onun kurumlarının tanınması anlamına gelmektedir. Burada, şikayet edilen, hoşnutsuz olunan yasaların ihlaline, devletin tarumar edilmesine dair aleyhte bir hedeflenme söz konusu değildir. Bilakis onun aksayan, eksik yanlarının onarılıp tamamlanarak kuvvetlenmesine bir hizmet çağrısı, esasen “rıza”ya çağrı mevcuttur. Çok bilinen tabirle söylemeliyiz ki bu düzeniçiliktir.
Bahsedilen “rıza” kavramı burjuva ideolojisi olan liberalizmin temel kavramıdır ve bu devletin meşruiyet zeminini ifade eder. John Locke’nin düşüncelerine göre devlet, sadece insanların rızasına dayandığı müddetçe meşrudur. Devlet bireyler arasında düzeni sağlayacak bir vasıtadır. Onun asli görevi bireyin hayatını, özgürlüğü ve özel mülkiyet hakkını korumaktır. Bu haliyle devleti mevcudiyeti ve bireycilik şart koşulmuştur. Buradaki çelişki şudur ki devlete yetkiler verip diğer taraftan özgürlüğü savunmak felsefi bakımdan çelişkidir. Bir sınıfa ait olan devleti bireyin üstünde görüp diğer taraftan bireyin özel mülkiyet hakkının dahi garanti altında olacağını düşünmek de sorunludur. Zaten özel mülkiyetin kendisi özgürlüğün düşmanı olarak vardır.
Rekabet, mülkiyet, serbest piyasa ekonomisi, özgür ticaret kapitalizmin ilkeleri iken insan özgürlüğünü burada aramak kadar saçma bir şey olamaz. Bugün artık belli bir sınıf haricinde serbest piyasa ekonomisinden canı yanmayan var mıdır? Kapitalist sistemde neyin üretilip nasıl bölüşüleceğini serbest piyasa fiyat mekanizması belirlerken özel mülkiyet dahi belli bir sınıfın maddi varlıkları olarak tanımlanır hale gelmiştir. Vaziyet üretim araçlarının özel mülkiyetinin hakim sınıfın elinde birikimini aşmış ezilen kitlelerle sömürücü burjuva sınıfı arasındaki uçurum açılmaktadır. İnsanın gerçek ihtiyacına göre üretim değil dayatılan, yaratılan ihtiyaçlara göre üretim yapılmaktadır. Bireysel alıcı ve satıcıların kaynakları nasıl kullanacağına dair özgürlük bu çerçeveyle sınırlıdır. Reklamlarla, rekabetle ihtiyaçlar yaratılır, her türlü ahlaktan azade bu dayatmayla nispeten malın fiyatı da artar. Buradaki özgürlük dahi cepteki paranın miktarıyla sınırlanmıştır.
Hukukun üstünlüğü, sivil toplum merkezli özel mülkiyet, bireyin özerkliği, rıza temelli sosyal, siyasal ilişkiler geliştirilmesinin mahiyeti illaki devletin mevcudiyetini, onun hukuku ve yasalarını şart ve meşru kılar. Bu, kocaman harflerle söylemek gerekir ki, bir sınıfın öbür sınıflar üstünde hakimiyetinin ifadesi ve sömürünün meşrulaştırılmasıdır.
O halde sivil toplumculuğu her derde deva görmek sınıfların; tarihin sosyal sınıflar arasındaki mücadeleler tarihi olduğu belirlemesinin inkarıdır. Üretim araçlarının özel mülkiyeti, temel belirleyen iken gerçek anlamda insanın özgürlüğünden bahsedilemez. Talep edilen demokrasi, hukukun üstünlüğü, belli bir sınıfın hakim devleti mevcut olduğu sürece aynı netice kaçınılmazdır. Zira siyasal, ekonomik, kültürel düzeni belirleyen kapitalist koşul buna imkan vermez. Anlaşılacağı üzere, varılan belirleme şudur: Hakim sömürücü sınıf alaşağı edilip elindeki üretim araçlarına el konulmadan, baskı aracı olarak kullandığı devlet aygıtı lağvedilip komünizm istikametinde sosyalizm inşa edilmeden gerçek özgürlük hayalden ibaret olur. Bilinmelidir ki şartlar değişmeden yasalar değiştirilemez. Maddi şartlar değişince onunla varlık bulan yasalar da ortadan kalkmış olur.
Biz buraya kadar meselenin özüne dair değinilerde bulunduk. Buna mukabil yanlış anlamaların önüne geçmek maksadıyla şu değinimizi de yapalım. Sivil toplum alanında hak almak amaçlı demokrasi, insan hakları, eğitim, sağlık, cinsiyet eşitliği ekonomik ve siyasal talepler meşru ve gereklidir. Fakat bu mücadelenin, sınıfsal mücadelenin önüne geçmesine müsade verilmemelidir. Aslolan sınıfsal mücadeledir; sivil toplumcu mücadele değil.
“Şu halde, devlet egemen bir sınıfın bireylerinin onun aracılığıyla kendi ortak çıkarlarını üstün kıldıkları bir biçim içinde alırlar. Bu yüzden yasanın iradeye dayandığı hatta daha iyisi, ‘özgür’ iradeye dayandığı kuruntusu somut temelden kopmuştur. Aynı biçimde hukuk da yasaya dayandırılmıştır.”
Marks’ın Alman İdeolojisi’nde söylediği bu söz binlerce yıl evvelden Thrasymakhos tarafından şu sözle haber verilmiş gibidir; “hak ve adalet toplumda güçlünün işine gelendir.”