[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Yazıyı dinle “]
17-18 Haziran’da gerçekleştirilen üniversite sınavlarına her yıl artan başvuru söz konusu. Bu sene de YÖK’ün aktardığı verilere göre ilk basamak olan TYT sınavına 3 milyon 527 bin 463, AYT’ye ise 2 milyon 573 bin 136 başvuru yapıldı. Sınav sonrası haberlerde, başvurulara yönelik açıklamalarda lise son sınıftan mezun olarak ilk defa sınava girecek aday sayısının 881 bin 407 olduğu belirtildi. Geriye kalan aday sayısı ise birden fazla kez sınava giren, liseden mezun olmasına rağmen sınava daha önce girmemiş veya yerleşememiş aday dilimini kapsadı. Her yıl artan başvuru sayısının nedeni YÖK’ün açıklamasına göre baraj uygulamasının geçen yıldan itibaren olmaması ve eğitim olanaklarının artmasına paralel eğitime olan talebin de artması olarak değerlendirildi. Ayrıca yıllara yayılan değişiklikler sonucunda, gelinen noktada YÖK Başkanı Erol Özvar sınavın bir “eleme” sınavı değil “başarı sıralama” sınavı olduğunu belirtti.
Lise mezunu olarak ilk defa sınava giren aday sayısının yıllara göre 800-900 bin aralığında olması ve toplamda başvuruların artması gerçekten de eğitime olan talebin arttığına bir işaret. Barajın kaldırılmasıyla da puan sisteminin kimseyi elemeyip bir sıralama yapması da bu yönlü doğal bir teşvik olarak değerlendirilebilir. Bu sayede çoğu aday kolayca üniversiteli olabiliyor. Bununla birlikte belli bir sınırlamanın olmamasının vasat puanlarla üniversitelerde yığılmaya yol açtığını vurgulamak gerekiyor.
Bu yığılmanın bir devlet politikası oluğu söylenebilir. Bir yandan öğrenci olmanın “ucuz” avantajlarından (askerliğin uzatılması, açık öğretim programına kaydolarak öğrenci akbiline sahip olabilmek vb.) yararlanma imkânının olması bir yandan ise eğitim sisteminin laçkalaşmış iç dinamikleri sayesinde eğitim sürecine dahil olmanın kolaylaşması öğrenci olmaya yoğun talebin önünü açıyor. Bunun zeminini sağlayan bizatihi devletin politikalarıdır. Ayrıca devlet öğrenci kimliğindeki bu yığılmaya üniversite açarak, vakıf üniversitelerine olanaklar sunarak karşılık veriyor. Üniversitelerdeki aşırı yığılma, öğrenci sayısındaki artış devletin belli uygulamalarının kaçınılmaz bir sonucudur. Bu yüksek sayıya karşın dünya ülkeleri arasındaki eğitim politikaları ve başarı sıralamasında TC sınıfta kalmaktadır. Ülkedeki eğitim düzeyi vasatın da altındadır. Öğrenci sayısındaki artışla eğitimin niteliğine perde çekiliyor. Eğitime verilen önemin arttığı algısına oynayan devletin politikalarının eğitimin niteliği söz konusu olduğunda başarısız kalması bize devletin gerçekliği hakkında somut bir bilgi vermektedir.
EĞİTİM Mİ UCUZ İSTİHDAM KAYNAĞI MI?
YÖK Başkanı Özvar’ın yaptığı açıklamadaki “Özellikle Yükseköğretim Kurulu olarak üniversite-sanayi iş birliği kapsamında bazı programlarda öğrencilerimize burs, staj ve mezuniyet sonrası istihdam konularında avantajlar sunmaktayız.” ifadesinden de anlaşılacağı üzere devlet, öğrencilerin yüz yüze olduğu gelecek kaygısı, işsizlik gibi sorunları çözebilmek adına bazı iş kollarıyla ilgili üniversite bölümlerini öğrencilerin tercih etmesi için pazarlama yoluna girdi. Öğrencileri avutmaya, oyalamaya dönük bu yaklaşımıyla el ele verdiği sermaye sınıfına kolay yoldan dinamik iş gücü aktarımı yapmayı hedefledikleri açık. Açıklamanın devamında da istihdam konusuna özellikle vurgu yapılarak öğrencilerin bir çekincesi olmaması, devletin istihdam etme konusunda kendilerine yardımcı olacağını belirterek her yıl açtıkları, bilimsel-akademik hiçbir yönü olmayan onlarca yeni bölümün de reklamını yapmıştır. Son yıllarda açılan vakıf üniversiteleri ve devlet üniversiteleri aracılığıyla öğrencilerin doğrudan istihdam edildiği doğrudur; ama bakıldığında istihdam alanları ön lisans bölümlerinden çıkmaktadır. Önlisans bölümleri 2 yıllık, daha çok bir mesleğin nasıl yapılacağını teorik yönden soyutlayarak mesleğe hazırlayan bölümlerdir. Bu bölümlere artan ilginin sebebi de geleceği karanlığa itilmiş gençliğin seçim yapmaksızın “2 yıl okurum sonra hemen çalışmaya başlarım” düşüncesinden doğmaktadır. Keza lisans bölümlerinden mezun olan veya okuyan öğrencilerin ne ile karşılaşacakları malumdur. Gençlik ya işsizlik ya da yurt dışı hayallerine mahkûm edilmektir. Devlet var olan kriz koşullarında bunu lehine çevirerek ucuz ve dinamik iş gücü olarak gördüğü öğrencileri 2 yıl eğitim verip sömürü çarkları arasına seve seve itmektedir. Bu yüzden de istihdamı bir imtiyaz olarak göstermektedir. Dahası devlet istihdam etmekle öyle ilgilidir ki geçtiğimiz dönem lise yıllarındaki öğrencileri dahi eğitim döneminde staj adı altında sömürü çarklarının arasına sıkıştırmıştır. Devletin bu politikasının el ele verdiği sermaye sınıfına ucuz ve hızlı iş gücü yaratmaktan öte duran bir yanı, bir anlamı yoktur. Bunun bir anlaşmaya dayalı olması da cabası! Her yıl açtıkları yeni bölümlerle ve fırsat diye sundukları istihdam imtiyazıyla eğitimin niteliğini hiçe saymaktalar. Düşünmeyen, dahası düşünecek fırsatı olmayan gençler var ederek sermaye sınıfına istihdam kaynağı olan bir eğitim modeli oluşturmaktalar.
Depremden Sonra SİSTEMİN AFETİ
Bu yıl sınav sürecine damga vuran bir husus da depremzede öğrenciler ve deprem bölgelerinde ÖSYM’ye bağlı sınavların nasıl yapılacağı oldu. Geçen yıl da buna benzer şekilde pandemi koşullarında sınavın nasıl gerçekleşeceği sürece damgasını vurmuştu. Ekonomik krizin yaşanmaz hale getirdiği hayatlarımız bir diğer yandan da doğal felaketler aracılığıyla darbelendi. Ülkemiz ise mevcut iktisadi ve idari yapısıyla halkı kaderine terk etmekten, beşerî-doğal krizleri daha komplike hale getirmekten başka bir sonuç vermiyor. Sınav öncesinde YÖK, yaptığı açıklamada depremzede öğrencilere ulaşım ve konaklama gibi imkânlar sağlanacağını, lise son sınıfın son dönem konularının ise depremzede öğrencilere kolaylık olması adına sınav sorularına yansıtılmayacağını, ayrıca yerleştirme aşamasında depremzede öğrencilere deprem illerindeki üniversiteler için yüzde 25 ek kontenjan açılacağını belirtti. Ayrıca sınavın güvenlik gerekçesiyle önce 2 sonra gelişen tablo neticesinde 5 ilde gerçekleşeceğini bildirdi. Sınava girilecek okullar açıklandığında depremzede öğrencilere sınava girmek için şehirlerarası uzun yolculuk zorunluluğu doğdu. Sanal medyadaki öğrenci aktarımlarına göre öğrenciler oturdukları illere oldukça uzak sınav merkezlerine yönlendirildiler. Devletin bu süreçte ulaşım, konaklama gibi kolaylaştırıcı önlemler geliştireceğini söylediği konularda ne kadar yardımcı olduğu da tartışılır. Ayrıca güvenlik gereği deprem bölgelerinde yapılmayan sınav, yerleştirme aşamasında ek kontenjan açılarak öğrenciler güvenliksiz olarak görülen yerlerde eğitime sevk ediliyor. Sormak gerekiyor sınav yapılırken güvenliksiz olan şehirler ve eğitim merkezleri yıllarca sürecek olan eğitim-öğretim dönemlerinde nasıl güvenlikli olacak? Öğrenciler deprem bölgelerinde üniversiteye yerleşince yaşayabilecekleri sağlam bir ev, ders görebilecekleri bir derslik bulabilecekler mi? Devlet pandemi döneminde de sağlık koşullarını öne sürerek bir bütün eğitim sistemini öğrencileri yurtlarından sürerek, derslikleri kapatıp internet ortamına taşıyarak darbeledi. Çoğu öğrenci yurtlardan atılınca memleketine dönmek zorunda kaldı. Memleketinde internete erişim sağlayamayan bir halk gençliği var. Bu sebeplerden dolayı öğrencilerin çoğu eğitime entegre olmaktan mahrum kaldı. Yurdundan atılan öğrenciler seçenek olarak tarikat yurtlarının önüne bırakıldılar. Bu kapıların aralanmış olması da bir plana işaret ediyor! Bir kez daha sormak gerekiyor: öğrencileri desteklediğini ve öğrencilerin kaygılanmaması gerektiğini söyleyen devlet, pandemide sağlık koşullarını gerekçe göstererek öğrencileri yerinden yurdundan ederken, deprem bölgelerinde depremzedeleri kaderine terk ederken deprem bölgelerinde üniversiteye yerleşen öğrencilere güvenlikli ve sağlıklı bir ortamı nasıl sağlayacak?
EĞİTİM KOŞULLARI KİMİN GÜDÜMÜNDE?
Her türlü olağan ve olağanüstü duruma karşı devlet belli politikalar çizer. Kendilerine göre bu politikalar uygundur ve sonucu bir bütün ülke halkını etkiler. Eğitim alanında ise öğrenci gençliği etkiler. Bu politikaların neticesinde gelişen koşullar kendilerine göre dengelidir, herkese yarar. Ama o koşullar sınıflı toplum yapılarında genellikle egemen sınıflara yararlı koşullardır. Her birinin ucunda egemenlerin çıkarı vardır. Burjuva- feodal sınıfların refahı vardır. İşçi ve köylü sınıfına mensup ailelerin çocukları bu koşullardan tarih boyunca yakınmıştır ve yakınacaktır. Çünkü sınıflı toplum yapılarında eşitlik olmadığı gibi eğitim alanında da bir eşitlikten, dengeden söz edemeyiz. Yazı başında değinildiği gibi devlet izlediği bu politikalarla çok yönlü sonuçlar elde edebilmektedir. Politikalarıyla hem egemen sınıflara hizmet etmeyi sürdürmekte hem de gençliğin geleceğini her anlamda daha da karanlığa iten yollar açmaktalar.
SINAV NEYE HAZIRLIYOR?
Pandemi dönemiyle birlikte zaten niteliği iyice düşmüş eğitimin diplerde süründüğünü gördük. Depremde de aynı şey yaşandı. Bir yığın öğrenci yeni bir yaşam inşa edebilmek umuduyla bu sınavlara girdi; ancak bu gerici eğitim sisteminde bize bir gelecek sunulmuyor. Egemenlerin vadettikleri iş güvenceleri, “hayata hazırlama” olarak sunulan eğitim; gençliğe köleliği, işsizliği, geleceksizliği dayatıyor. Geçtiğimiz haftalarda gündeme gelen ÇEDES projesi, imam hatipleşmeye yapılan yatırımlar gençliği bir girdaba sürüklüyor. Git gide karanlığa sürüklenen eğitimin gerçekleştiği okullar tarikatlara ve cemaatlere peşkeş çekiliyor. Gerici eğitim için çaba sarf edip bu sınavlarda bir “başarı” yakalamamız isteniyor. Öğrencileri “daha iyi” bir gelecek için sınavla yarıştıran egemenler, gelecekte öğrenciler için ne sunduğuna dair sorular karşısında ise kulaklarını tıkıyorlar. Hayatlarının en güzel, en üretken dönemlerini kâbus gibi geçiren gençleri gelecekte de ekonomik kriz, yoksulluk, işsizlik bekliyor. Ancak egemenler bunun farkında olarak eğitimi pazarlamaya devam ediyor.
Geleceği Ellerimize Almak Mümkün
Gençlik olarak biz biliyoruz ki sınıflı toplum yapılarında vadedilen eşitlik ve adalet birer yalandan ibaret. Bunların örneklerini pandemi sürecinde olduğu gibi deprem sürecinde de ekonomik krizin katmerleştiği, büyüdüğü bugünlerde de görüyoruz. Eğitim dahil her şeyin sınıfsal olduğu bu dünyada gençler olarak yarını sistemden veya göklerden beklememeliyiz. Sınıfsal dünyayı biz de sınıfsal çerçeveden yorumlamalı ve harekete geçmeliyiz. Ülkemizde tahakkümü süren bu gerici düzenin kararttığı yarınlarımızı aydınlığa vardırmak için her alanda öğrenci gençlik olarak okullarda, kampüslerde, işçi gençlik olarak çalıştığımız yerlerde tarihin devingenliğiyle uyumlu halde mücadele etmeliyiz. Ülkemizde bize karşı her türlü zorbalığı yapan her türlü ilericiliği mahkûm eden patron-ağa devletine karşı örgütlenmeliyiz. Çaldıkları hayatlarımızın, umutlarımızın ve yarınlarımızın hesabını soracak olan ve geleceği var edecek olan da biziz. Gelecek ellerimizdedir.