[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Son yıllarda işçi sınıfı hareketinde, Antep Başpınar OSB’de Şireci Tekstil işçilerinin hareketinde olduğu gibi “bir hak alma eğilimi” kendini gösteriyor. Yaşanabilir bir ücret elde edebilmek veya ücret seviyesini iyi kötü koruyabilmek için işçiler eylemliliklerini yoğunlaştırıyorlar. Daha önce yine moto kuryelerin, tekstil işçilerinin, çorapçıların vs. eylemlerinde görüldüğü gibi sonuç almaya odaklı spontane bir ivme öne çıktı. Bu tarz eylemlilik süreçlerinde işçiler, bazen öncü bir sendika veya sendikacının bazen ise kendi öncü arkadaşlarının yönlendirmesiyle hareket etti ve kendi koşulları içerisinde kazanımlar elde etti.
Benzer bir eğilim sendikalı ve toplu iş sözleşmeli iş yerlerinde de “ek zam”, “ek protokol” talebi olarak güçlenmeye başladı. Bir ya da birkaç yıllık sözleşmelerin ekonomik koşullarını hiçbir bakımdan koruyamadığı bu işçiler, bazen sendikalarının öncülüğünde bazen ise sendikalarına rağmen veya onu zorlayarak eylemliliğe yöneldiler. Bu her iki eğilimde de ücret artışı taleplerinin yoğunlaşmasında belirlenen ücretlerin, alım gücü bakımından kısa sürede erimesi belirleyici iken artık yılda iki kez açıklanan asgari ücretin de etkileri oldu.
KENDİNİ KORUMA REFLEKSİ
Bilindiği gibi egemen sınıflar uzun zamandır asgari ücreti açlık seviyesinde sabitleyip diğer tüm ücretleri asgari ücret seviyesine doğru aşağı çeken bir politika izliyor. Doğal olarak işçi sınıfı -her geçen gün geriye de gitse sadece yaşamını devam ettirebilecek kadar bir ücret için mücadele ediyor. Ekonomik-sosyal koşullarını geliştiremiyor fakat onu korumaya çalışıyor. Bu da her bir bölgede, sektörde ya da sendikal örgütlenme koşullarında farklılık gösteriyor. Örneğin Antep’teki tekstil işçileri 14-15 bin gibi rakamları, büyük şehirlerdeki belediye işçileri her şey dahil 20 bin civarı rakamları, sendikalı metal ve petro-kimya gibi stratejik sektörlerdeki işçiler ise 25-30 bin gibi rakamları elde ettiklerinde durumu “kurtarmış” oluyorlar. Kuşkusuz türlü oyunların içerisinde ve sürekli artan yaşam giderleri karşısında bu seviyeyi korumaya çalışıyorlar. Ancak bir gerçek var ki rakamlar artarken gerçek ücretler, alım gücü her dönem biraz daha tırtıklanıyor.
Son dönemde tüm iş kollarında ve tüm bölgelerde emeğe ödenen pay azalmakla birlikte tekstil, belediye, market, taşımacılık ve inşaat işçilerinin tepki ya da eylemlilikleri daha belirginlik gösterdi. Tekstilde sarı sendikaların kontrolündeki büyük firmalar dışında çorapçılar (Esenyurt, Beylikdüzü) ve Antep örneklerinde görüldüğü gibi Hindistan, Vietnam gibi ülkelerle rekabeti dillendiren ve hükümetin özel desteğine sahip ihracatçı firmalar dikkat çekiyor. Tekstilde geçmişten beri öne çıkan bölgeler dışında Maraş, Malatya, Van, Batman, Tokat, Ordu gibi bölgelerde de firmalar göze batmaktadır. Bu işçiler ciddi kârlara tekabül eden önemli bir üretimin öznesi olmalarına rağmen toplu iş sözleşmesinden yoksun durumdalar ve dolayısıyla ücretleri aşağı çekildikçe eylemlilikleri de artıyor. Özel sektör olması nedeniyle düzen siyasetiyle ilişkisi çok öne çıkmayan bu üretim alanlarında -Birtek-Sen öncülüğündeki Şireci Tekstil örneğinde olduğu gibi- etkili bir direniş olduğunda düzen partilerinin ve yerel yönetimlerin işçiye karşı aldığı aktif pozisyon dikkat çekicidir. Bu durum bir bütün devlet ve egemen sınıflardan düzen partilerine ve yerel yöneticilere uzanan açık patron yardakçılığının ve işçi sınıfı karşısındaki pervasızlığın da göstergesidir.
PARTİ-PATRON-SENDİKA KISKACI
Belediye iş kolunda ise sınıftan yana tüm odakların (şube, temsilci, üye vb.) dağıtılıp tasfiye edilmesine paralel parti/belediye/şirket iş birlikçisi ve birbirinden farksız bir sistem hâkim kılındı. Belediyelerde AKP-Hizmet-İş ilişkisini; CHP-Genel-İş ve Belediye-İş ilişkisini tamamlayarak ciddi bir kontrol mekanizması hayata geçirildi. Genel olarak kamuda özel olarak ise belediyelerde yönetime göre şekillenen sendika “tercihi” yeni değildi. Hatta bu durumun kendisi özellikle seçim dönemlerinde işçilerin pazarlık gücünü artıran bir etki de yaratıyordu. Ancak AKP’nin öncülük ettiği sistemi CHP’nin ve diğer düzen partilerinin de eksiksiz bir biçimde uygulamaya başlaması ile birlikte belediye işçileri her bakımdan benzer bir akıbeti yaşar oldu. Söz konusu işçiler olduğunda düzen partilerinin nasıl ortak bir politikada buluştuğu biliniyor. Adı konmamış bu ortaklık belediyelerde yerel yöneticilere ve hatta çoğu kez onu da aşan bir biçimde doğrudan ilgili düzen partisine ve partinin patron sendikasına teslim olmuş bir sendikal yapıyı beraberinde getirdi. Artık MİKSEN (Mahalli İdareler Kamu İşveren Sendikası), MİS (Mahalli İdareler İşverenler Sendikası), SODEMSEN (Sosyal Demokrat Kamu İşverenleri Sendikası) gibi patron sendikaları, çoğunlukla yerel yönetimleri de devre dışı bırakarak toplu iş sözleşme maddelerini belirliyor, onlar adına imzalıyor ve bu sayede örneğin bir belediyedeki gelişen mücadelenin toplu iş sözleşmelerinde bir kazanıma dönüşmemesi için çaba harcıyor. Bu patron sendikaları tüm sözleşmeleri açlık sınırında tutmaya gayret ederken parti ve belediye iş birliği ile birlikte sendikaları da dizayn ediyor. Hatta bu dizaynın çok büyük oranda tamamlandığını söylemek de mümkün.
Belediyelerde şirket işçiliği ve taşeronluk sisteminin hâkim kılınmasına paralel belediye işçileri en çok hak kaybı yaşayan kesimlerden biri oldu. Ayrıca patron ve sendika iş birliği nedeniyle güvencesizliği derinden yaşamaya başladılar. Bu nedenle büyük şehirlerde ve ilçe belediyelerinde artan tepki ve eylemleri, yaşanabilir ücret talebi yanında bu gerçeklerden de yorumlamak gerekmektedir. Örneğin İBB’ye bağlı Ağaç A.Ş. işçilerinin uzun zamandır çözümsüz bırakılan ve geçiştirilen sorunları yeniden bir eylemliliğe dönüştüğünde bırakalım genel olarak sendikaları işçilerin üyesi olduğu DİSK dahi direnişe destek olmamak için tabiri caizse kırk takla attı. İşçiler tümüyle kendi iradeleriyle ve sendikalarıyla kazanım elde ettiler. Bu arada DİSK ve Genel-İş ise her dönem olduğu gibi CHP, İmamoğlu ve Kılıçdaroğlu ile poz vermekle meşguldü. Belediye işçileri ile ilgili şunu da söylemek gerekir ki tüm bu baskı ve kontrol mekanizmalarına rağmen işçilerin harekete geçme ve politikleşme eğilimleri güçlü bir potansiyel taşımaktadır. Söz konusu politikleşme her ne kadar düzen partilerinin etkisi altında ise de koşullara göre bu ona karşı bir nitelik de kazanabilecektir. Diğer yandan belediye işçilerinin hizmet verdikleri halka ulaşma ve ona etki etme gibi avantajları da bulunmaktadır. (Örneğin, her işçi eyleminde CHP’li belediyelerin işçileri karalamaya ve halka “şikâyet” etmeye bu kadar çaba harcamalarının sebebi de bu.) O nedenle ilerleyen dönemde de belediye işçilerinin hareketinin belli bir süreklilik arz edeceğini ve hatta bu alandaki sarı-iş birlikçi sendikalara daha güçlü bir tepkinin gelişebileceğini söylemek mümkün.
“İNSAN KAYNAKLARI” İLE ÖZDEŞLEŞEN SENDİKACILIK
Spontane tepki ve eylemlerle dikkat çeken moto kuryeler gibi çok büyük firma ve kârlılık oranlarına rağmen taşımacılık işçileri ve mağaza-market işçileri için de ciddi bir örgütsüzlük hüküm sürüyor. Sarı sendikalar bu alanı örgütleme zahmetine girmedikleri gibi işçilere vaat edebilecekleri bir kazanım da yok. Örneğin kimi büyük mağaza ve market zincirlerinde örgütlü Tez-Koop İş ve Koop-İş gibi sendikalara yönelen tepkiler, bu sendikaların patronun insan kaynakları gibi çalıştıklarını ve çok büyük kârlara rağmen işçilerin ücret ve haklarını korumadıklarını gösteriyor. Son resmi istatistiklere göre 4 milyon 167 bin 249 işçinin çalıştığı ülkenin bu en büyük iş kolunda (ticaret, büro, eğitim ve güzel sanatlar) toplu iş sözleşmesi yapma yetkisi sadece bu iki sendikada bulunuyor. Doğal olarak işçilere örgütsüzlük dayatılıyor ya da sarı-iş birlikçi sendikalar -eğer patron da isterse- tercih olarak sunuluyor ki bu bile ancak ayrıcalıklı birtakım marka ve zincirler için geçerli bir durum. Hem moto kuryelerin hem de mağaza-market işçilerinin spontane eylemlerini belirleyen şeylerden biri de işin ve iş yerinin yüzlerce parçaya bölünmüş halde olması. Yasal yollarla bu alanlarda sendikal yetki ve toplu iş sözleşmesi elde etmek imkânsızlaştırılmış durumda. Bu tabloda işçiler ücret ve birtakım hakları için alternatif yol ve yöntemleri denemek zorundalar.
Her bir sektör, iş kolu ya da işçi hareketi kendi özgünlüğü içerisinde sayfalarca yazının konusu olabilir. Sektörün devlet ve patronlar için stratejik karakteri, kamuya ait veya özel olması, yerli veya yabancı marka olması, ihracatçı olması veya içeriye yönelik üretmesi hatta bazen ihracat yapılan ülkenin özelliği, işletme ve teknoloji düzeyi, sendikalı/ toplu iş sözleşmeli ya da sendikasız olması, mücadele ve sendika geçmişi gibi onlarca faktör her bir bölükte işçi sınıfının ve sınıf hareketinin durumunu belirlemektedir. Ancak sınıf hareketinin -süreklileşen yönleriyle beraber- dönemsel eylemlilikleri de belli işaretler vermektedir. Bu işaretleri son yıllarda öne çıkan işçi eylemleri üzerinden de takip etmek mümkün. Sınıf hareketinin durum ve ihtiyaçlarına dair şüphesiz birçok şey sıralanabilir. Biz bunları şimdilik dört noktada toplamayı uygun gördük.
SINIFA DAYALI ÖNCÜLÜK VE ÖRGÜTLENME
Öncelikle işçi ve memur konfederasyonlarına bağlı, özellikle toplu sözleşme yetkisine sahip sendikaların -az sayıdaki istisna dışında- tümüyle sarı sendikalar olduğu hatta artık açık iş birlikçi, gerici bir pozisyon üstlendikleri ve işçi sınıfını kontrol altında tutmaktan başka bir işlevlerinin olmadığı net olarak belirtilmelidir. Bu, bugün düne nazaran çok daha belirgindir ve bu nedenle söz konusu sendikal yapı hem içeriden hem dışarıdan hedefe oturtulmak zorundadır. Diğer yandan bu yapıyı hedefe koymak salt söylem ve teşhirle hatta esasta bununla ilgili olan bir durum değildir. Söz konusu yapının içinde veya dışında olsun, esas olan işçilerle kurulan bağ ve öncülük düzeyidir.
İkinci olarak patron, sendika ve yasa (devlet) iş birliğiyle örgütlenmeleri ve koşullarını değiştirmeleri engellenen işçi sınıfının, fiili-meşru mücadele yollarını uygulamak ve geliştirmek dışında bir çaresi yoktur. Kendiliğinden, spontane dediğimiz işçi eylemliliklerinde ya da sınırlı bir öncülükle bile ciddi bir mücadele ivmesi kazanan direnişlerde öne çıkan yön de budur. Bu mücadeleler, sınıfın geniş kesimleri için gelişkin ve sistematik bir bilince tekabül etmese de var olan koşullar içerisinde sınıfın pratik bilincinin bir ürünü olarak görülmelidir. Doğal olarak kendini yasalarla, sarı sendikalarla, baraj ve yetki meseleleriyle sınırlayan sendikal anlayışa karşı fiili-meşru mücadeleye dayalı bir sendikal anlayış tesis edilmeli ve geliştirilmelidir. Bunun bugün kimi örnekleri mevcut olmakla birlikte bu örnekler yaygınlaştırılmalı ve geliştirilmelidir.
Üçüncüsü, artık kemikleşmiş, patron-yasa desteğiyle iç dinamikleri tasfiye edilmiş, bürokratik ve iş birlikçi sendikal hâkimiyete karşı mücadele, sadece içeride yürütülen bir mücadele olarak değil sendikal örgütlenmeleri aşan yollar da geliştirilmelidir. Bu konuda tutucu olunmamalı, sınıfın ve hareketin ihtiyaç duyduğu her tür mücadele biçimi ve örgütsel araç değerlendirilmelidir. Bugün doğru yerde ve doğru çelişkide konumlanan bir sınıf çalışması için koşullar son derecede elverişlidir. Sınıfın ihtiyaçları yakıcıdır ve bunun için öncülük yapılmalıdır.
Ve dördüncüsü, belli bölge ve büyük şehirleri aşarak Anadolu’nun hemen her tarafına yayılan OSB ve endüstri bölgelerinde, çok daha kötü koşullarda çalıştırılan işçi kitleleriyle buluşacak bir konumlanma ve onlara öncülük edebilecek bir örgütlenme perspektifi geliştirilmelidir. Bu alanlar çok sınırlı sayıda örnek haricinde siyasal ve sendikal her türlü mücadeleden yoksun bırakılmış durumdadır. İşçi sınıfının genç ve mücadelede deneyimsiz bu kesimlerinin potansiyeli önemsenmeli ve örgütlenmelidir.