Genel İş Sendikası İstanbul Anadolu Yakası 1 Nolu Şube, 250 delegenin yarıdan çoğunun verdiği imzalarla olağanüstü genel kurula gidiyor. Üst üste ikinci kez olağanüstü genel kurula gidilmesinde Genel İş Genel Merkezi’nin müdahalesinin belirleyici olduğu biliniyor. Şubeye üye işçiler nezdinde “Genel Merkez’in desteklediği liste” (“kırmızı liste”) ve “şube yönetiminin listesi” (“beyaz liste”) şeklinde propaganda ve kutuplaştırma geliştirilirken bu farklı listelerin hangi sendikal anlayış ve çizgileri taşıdığı ise pek tartışılmıyor.
Şube yönetimine göre genel merkez, onların uydusu gibi hareket etmedikleri için kendilerinden rahatsızlık duyuyor ve tasfiye etmek istiyor. Genel merkeze göre ise şube, başarısızlıklarını genel merkezin üstüne atarak kendini kurtarmaya çalışıyor. Fakat bütün bunlar sadece yansıma bulan söylemler ve dışarıdan gözlemlenebilenler. Geçtiğimiz aylardaki grev ve TİS süreçlerinden; özellikle de olağanüstü süreci başladıktan sonra ne genel merkez ne de şube yönetimi tarafından bir açıklama ya da imzası olan bir beyan yapılmış değil. Peki neden böyle; neden ortada ne düşündüğünü, neyi savunduğunu, karşısındakilere hangi suçlamalar yönelttiğini açıklayabilen bir tablo yok? Bu sorunun cevabına geleceğiz fakat önce bu sürece nasıl gelindiğine değinmek yerinde olacaktır.
Sendikal alanın daha yoğun bir dizayna tabi tutulduğu bir süreç yaşıyoruz. Bu dizayn sürecini krizden, pandemiden, kliklerin iktidar rekabetinden ve kuşkusuz sermayenin işçi sınıfını daha açık bir biçimde kontrol etme hedefinden bağımsız düşünemeyiz. Sömürü, işsizlik ve kölece/esnek çalışma biçimleri bu derece yoğunlaştırılırken sınıfın olası tepkisi ve bunun sendikal alana yansıması şimdiden gemlenmek ve şekillendirilmek isteniyor. Söz konusu belediyeler gibi devlet ve düzen partileriyle doğrudan ilişkili bir hizmet alanı olunca bu müdahaleler daha da belirginleşiyor. Özelde CHP, “iktidar olma” hedefiyle bu konuda düne nazaran daha aktif bir rol üstleniyor. DİSK’in son genel kurulundan bugüne CHP’nin artan müdahaleleri ve SODEMSEN’in oynadığı rol bu durumu apaçık ortaya koymuş oldu.
Böyle bir dönemde Genel İş’in İstanbul Anadolu Yakası şubeleri, CHP’li belediyelerin TİS dayatmalarına karşı grev kararı aldı. Ancak grev süreçleri önemli bir potansiyel açığa çıkarmasına rağmen doğru yönetilemedi ve başarısızlık hâkim oldu. Sürecin değerlendirilme düzeyi, grevlere çok yönlü hazırlık ve en önemlisi sendikal çizgi kendi içinde ciddi yetersizlikler taşıyordu ve grev kararları sonrası gelişen saldırılar esasta göğüslenemedi. Sendika genel merkezi, bırakılan boşluklardan ve hatta şube yönetimi tarafından yapılan davetlerden yararlanarak TİS süreçlerine müdahale etti. Ve sonrası bilinen yüzeysel tartışma; suç genel merkezde mi şubede mi?
Öncelikle işçilerin bu tarz bir kutuplaştırmaya tabi tutulması ve sendikal anlayışlar dışarıda tutularak yüzeysel bir tartışmaya çekilmesi reddedilmelidir. DİSK yönetiminin ve Genel İş Genel Merkezi’nin CHP ile olan “dostluğu” ve sarı-bürokratik nitelikleri bilinmez değildir. Bahsettiğimiz saldırı ve dizayn sürecinin işçi ayağında bu bürokrasiler, işverenin bir uzantısı gibi hareket etmekte ve bu pozisyonlarıyla sınıfın karşısında konumlanmaktadırlar. Bu tartışmasızdır. Fakat işverenlere ve sendika bürokrasilerine karşı nasıl mücadele edilmesi gerektiği, buna önderlik edilip edilmediği ya da bu niteliğin şube yönetiminde olup olmadığı bizim asıl tartışmamız gereken konulardır. Açık ki şube yönetimi sendika genel merkezinden bu kadar dem vursa da ona karşı bir mücadele stratejisine ve iradesine sahip değildir. Bu durumda sendika bürokrasisi, şubenin kendi yanlış ve başarısızlıklarının da üstünü örten bir peçeye dönüşmektedir.
Kadıköy grevi başladığında her ne kadar şube, sorumluluğu genel merkezin üstüne atmışsa da şube yönetiminin sendika genel merkezi ile olan ilişkileri ve belediyeyle üstü kapalı pazarlıkları işçilerin tepkisini çeken en önemli etmenlerden biriydi. Ki Kadıköy grevindeki tutum, diğer grev süreçlerini de belirleyen bir özellik gösterdi. TİS’lere “müdahale eden ve imza atan” genel merkezdi ancak işçilerin tepkisi şube yönetimine yönelmişti. Bu doğal bir durumdu ve kendi içinde doğruydu da. Çünkü sürecin hazırlığında, sendika merkez bürokrasisine yaklaşımda ve TİS’lerin planlanmasında şubenin hataları belirgindi. Dahası pratik; yapılan ajitatif konuşmalara, ısrarlı grev söylemlerine, atılan mücadele sloganlarına uygun ilerletilmiyor; sendika genel merkezi ve 12 Eylül yasaları ileri sürülerek yelkenleri suya indirmenin teorisi yapılıyordu. İşçi istekli ve kararlıydı ancak şube yönetimi buna önderlik edebilecek kapasite ve kararlılıktan yoksundu. Sonuçta çok kısa sürede şube delegelerinin yarısından fazlasının olağanüstü için imza verdiği tablo ortaya çıktı. Her ne kadar bu da “genel merkezin müdahalesi” ile açıklansa da yeterli değildi. Eğer öyleyse genel merkezi bu kadar güçlü kılan neydi? Ya da buna karşı şube yönetimi nasıl bir tutum geliştirdi?
Doğru sorular gerçeklerle yüzleşmemizin de anahtardır. Şube yönetiminin grev ve TİS’ler sonrası pratiği daha da kötüdür. TİS maddelerinin uygulanmasını denetleme ve zorlama noktasında irade gösteremeyen şube yönetimi, 1 Mayıs sürecinde de en sembolik eylemleri örgütleyecek, 1 Mayıs’a dair pankart asacak iradeyi dahi gösteremedi. Genel merkezden duyulan korku o kadar derinleşmişti ki olağanüstü için imzalar toplanırken sadece seyredildi ve ardından daha da geri bir tavırla genel merkezin şubeyi olağanüstüne götürmemesi için Ankara’ya giderek “rica etme” noktasına gelindi. Olağanüstünün kesinleşmesi ile birlikte dolaylı olarak tekrar “genel merkez bürokrasisi” söylemleri gelişse de Kadıköy grevinden bugüne söylemle pratiğin birbiriyle uyuştuğunu söylemek mümkün değil. İşte yukarıda sorduğumuz “peki neden böyle” sorusunun cevabı da burada gizli. Şube yönetimi gerçekte genel merkez bürokrasisine karşı bir mücadele perspektifine sahip değil. Koşulu olduğunda onunla uzlaşmaya her bakımdan açık; işçiye yapılan propaganda ise bambaşka. Bu korku ve uzlaşma eğilimidir ki şube yönetimini genel merkeze karşı açıktan söz etmemeye, utangaç muhalefet pozisyonuna taşımıştır.
Genel kurul sürecinde işçinin iradesi yok sayılmakta, her şey genel merkez ve şube yönetiminin hesapları doğrultusunda şekillendirilmek istenmektedir. Daha kötüsü işçiler bölünmekte, sendikal bilinç ve örgütlülük geriletilmektedir. Yaklaşan olağanüstü seçimlerinde genel merkezin hangi amaçla hareket ettiği ve neyi temsil ettiği açıktır. Fakat şube yönetimi de bu sürecin alternatifi olmaktan uzaktır. Şube yönetimini sadece basiretsizlik ve deneyimsizlikle değerlendirmek mümkün değildir. İşverenler ve sendika genel merkezi ile kurduğu ilişkilerin biçimi ve aynı zamanda işçilerin sorun ve ihtiyaçlarına yaklaşımı, arada nitel bir fark olmadığını; sendikadaki pozisyonun korunabilmesi için dayanaksız bir “ajitasyon” ile “uzlaşma” arasında gidip gelen bir çizginin hâkim olduğunu göstermektedir. Bu koşullarda olağanüstü genel kurulun her iki listeye yön veren anlayışlar bakımından sınıfa yararı olacak bir gelişme taşımadığını söylemeliyiz. Bu nedenle sınıfı bölen ve onun mücadele iradesini kıran her anlayışa karşı sınıf sendikacılığı ilkelerini savunmak ve propaganda etmek temel yönelimimiz olmalıdır. Sermaye ve sendika bürokrasileri saldırılarını artırırken bu ilkeler daha yakıcı bir ihtiyaç haline gelmiş durumdadır. Sınıf sendikacılığını özellikle tabanda ve işyerlerinde örgütleyerek işçilerin mahkûm edildiği her türlü yanlış anlayış ve bürokratik yönetim listesini etkisizleştirmek için çalışmalı; geleceğimizin gasp edilmesine karşı harekete geçmeliyiz.
Genel İş’ten bir DDSB’li
İlgili Yazılar:
Belediye İşçileri Grevi ve Sınıfın Mücadele Deneyimleri
Sendikalarda Yeni Kontrol Düzeni ve Hafıza Silme Operasyonları