Egemen sınıflar arasındaki çatışma ve gerginlik 15 Temmuz 2016’da bir darbe girişimi ile kristalize oldu. Egemen sınıfların diğer kliği ise bu başarısızlıkla sonuçlanan darbe girişimini “Allah’ın lütfu” diyerek “karşı darbeye” hızla dönüştürdü. 20 Temmuz 2016’da OHAL ilan edildi. Devam eden süreçte ise önce parlamentonun yerine Kanun Hükmünde Kararnameler’in ikame edildiği, topyekün saldırının başladığı bir biçime büründü. ‘Devlet içinde temizlik’ amacıyla OHAL’in ilan edildiği yalanı, devrimci ve demokratların öngördüğü gibi, tüm muhalif güçleri hedefe oturtan bir muhteva kazandı. OHAL ve darbe girişimi planlanmış saldırılar için egemen sınıflara mükemmel bir olanak sundu. İlk başta en dinamik ve örgütlü güce sahip olan Kürt Ulusal Hareketi bu saldırılara maruz kaldı. Tutuklama, katliam ve legal siyaset yasağıyla geliştirilen saldırı dalgası halen devam ediyor.
Türk egemen sınıfları OHAL’le tüm toplumsal kesimleri hedef alan bir savaş açmıştır. Genellikle faşist askeri cuntaların gerçekleştirebileceği hatta onun kapsamını da aşan saldırılar yaşanmaktadır. Fettulahçılar’la “irtibatlı-iltisaklı” olduğu iddia edilen geniş kesimlere ciddi bir yönelim yaşanmıştır. Özellikle kamuda çalışan yüzbinlerce insan görevinden alınmış, on binlercesi tutuklanmıştır.
Devlet, demokratik muhalefete de bu vesileyle son sürecin en kapsamlı yönelimi içinde olmuştur. Özellikle Kanun Hükmünde Kararnameler’le eğitim, sağlık başta olmak üzere birçok kamu kurumunda demokratik kesimler önce görevlerinden alınmış sonra ön planda olanlar tutuklanmaya ve sürekli bir baskıya maruz kalmıştır. Eğitim ve sağlık başta olmak üzere on binlerce kamu emekçisi bu saldırılardan nasibini almıştır. Bu saldırılara karşı çıkmak, hakkını aramak ise tutuklama gerekçesi haline getirilmiştir.
KESK’İN OHAL UYGULAMALARI KARŞISINDAKİ “YETKİSİZLİK” TANIMI!
Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın 324 gün süren KHK’lere ve işten atılmalara karşı direnişi değerlendirilirken bu saldırılara karşı KESK’in direnci ve ele alışı da değerlendirilmelidir.
KESK bu saldırılara karşı “KHK direnişleri” başlatmıştır. Ancak bu direnişler saldırının boyutu ve kapsamına denk düşen bir kararlılık ve çaptan çok uzaktadır. Reformizmin kuşattığı ve önderlik ettiği KESK’in direnişi yaygın olmamasının yanında kamuoyu oluşturacak nitelikten de yoksundu. KESK, KHK saldırısına karşı öfkeyi elindeki güç ve olanaklara uygun şekillendirmede yönetim kademesinden örgütlü parçalarına kadar zaaf içerisinde oldu. Kimi alanlarda birimlerin gerçekleştirdiği sokak eylemi şeklindeki KHK direnişleri ise saldırının şiddetine denk gelmeyen “demokratik” düzeyi aşamadı. Özellikle KESK yönetiminin sürükleyici olmaması, sokaktan uzak bürokratizmi, üyelerinin sahiplenme ve harekete geçme düzeyine de doğrudan yansımıştır.
KESK yönetiminde yer alan siyasal anlayışlar saldırıların kapsamına dair bir tutum belirlese de buna karşı koyma noktasında adeta “çaresizlik” politikası içinde olmuştur. Yüzbinlerce üyesi olan ve karşı koymada önemli bir güç ve olanağa sahip olmasına karşın bu bilinçle hareket edilmemiştir. İhraç edilmiş üyelerine yönelik üretebildiği çözüm ekonomik ihtiyaçlarını bir süre karşılama şeklinde olmuştur. Bir direniş hattı, kararlı ve sürekli bir mücadele programı oluşturmak üzerine tüm üyelerini birleştirecek bir politika belirleyememiştir. Belirlenemeyen politika KESK’in kendiliğindenciliğini pasifizme taşımış ve onu durumu kanıksayan bir zayıflığa mahkum kılmıştır.
İhraçlar Kurultayı gibi “umut vaat” eden çalışmalar planlanmış ancak ortaya bir mücadele programı konamamıştır. Saldırının kapsamı ve sürekliliği, diğer toplumsal güçlerin zayıflığı, özellikle Kürt meselesinde ve bölge düzeyinde seyreden savaşın şiddeti, toplumun önüne sürekli daha boyutlu politik sorunların çıkması, şovenizmin adeta boğucu atmosferi KESK’i daha yoğun bir biçimde sınırlamıştır. KESK’in reformist yönetimi ve sistemde “yeni gelişmelere” bağladığı politik umutlar onun bu politikayı üretmemesinde ki ideolojik nedenlerdir.
KESK var olan güçlerinin önemli kısmını bir direniş politikasıyla seferber edecek olanaklara sahiptir. Ancak KESK, sokak eylemlerinde dahi lokal düzeyde kalmış, eylemlilikler şubelerin mücadele azmi ve kararlılığına bırakılmıştır. KESK’in tüm yönetici kademesiyle başta ihraç edilenler dahil olmak üzere en ileri unsurlarından oluşan üyeleriyle tüm saldırıları göze alacak şekilde sokaklara ve meydanlara çıkma iradesi göstermesi gerekirdi. KESK yöneticileri bu iradeyi gösteremediği gibi daha güçlü ve etkili direniş çağrılarına da kulağını kapatmış ya da “vaatlerle” süreci idare ederek direniş örgütleme görevini geçiştirmiştir. KESK mücadeleci çizgisini, bugün yoğun ideolojik bombardıman altında üye kayıpları kol kola pasifizme bırakma eğilimindedir. “Üyelerimiz zaten korkuyor daha fazla üye kaybetmeyelim” biçimine bürünen kaygıyla hakim olan eğilim politik tutarsızlık olmuştur.
Burada hemen belirtelim ki bir çok konuda ortak hareket eden KESK, DİSK, TMMOB ve TTB gibi örgütler bu süreçte ortaklaşma noktasında ciddi bir adım atamamıştır. Bu kurumların sinmiş ve korkak tutumu üyelerine doğal olarak yansımıştır. Bu tutumla TTB’nin Efrin noktasında takındığı “barışçıl” tavrın dahi faşizm tarafından cezalandırılması bir ilişki mevcuttur. Ki bu önemli saldırıya karşı dahi bu dörtlü yapı doğru düzgün tavır takınmamış, TTB merkezinin basılması ve yöneticilerin gözaltına alınmasını adeta kabullenmiştir.
Kamu emekçilerinin en örgütlü ve dinamik gücünün olduğu T.Kürdistanı’nda OHAL’le birlikte sokak eylemlerinin yasaklanması, cılız eylem girişimlerinin polis ve jandarma saldırısıyla sindirilmesi, Yurtsever güçlerin Kürtlere yönelik daha kapsamlı saldırılardan kaynaklı bu saldırıyı göğüsleme iradesindeki zayıflık özellikle sendikal güçlerin ciddi bir hareket yaratmamasında etkili olan faktörlerdendir. Yurtsever güçlerin katliamlara direndiği koşullarda KHK saldırısına odaklanamaması anlaşılırdır. Ancak bu eksende parçalı ve eksik bakıldığı söylenebilir. Bu sorun etrafında gerçekleşecek bir direnişin faşist diktatörlüğün diğer siyasal saldırılarına karşı da güçlü bir etki yaratabileceği üzerinde yeterince durulmamıştır.
NURİYE VE SEMİH’İN AÇLIK GREVİ İLE YÜKLENMEYE ÇALIŞTIĞI SORUMLULUK!
İşte tam da bu koşullarda Nuriye ve Semih’in ve birçok kamu emekçisinin Yüksel ve daha bir çok alanda direnişi başlamış, ardından 324 günlük açlık grevi başlamıştır. En başta belirtmeliyiz ki KESK’in direniş çizgisindeki pasifist, bürokratik ve ekonomist çözüm anlayışının bir sonucu olarak KHK’ler gibi faşist bir saldırı açlık grevi gibi tartışmalı bir eylemin omuzlarına kalmıştır. Nuriye ve Semih 324 gün boyunca bu görev ve sorumluluğu bedenlerini açlığa yatırarak yüklenmişlerdir. Semih ve Nuriye direnişleri boyunca aileleri de dahil birçok fiziki ve psikolojik saldırıya maruz kalmış, aylarca bu direnişlerinden dolayı hapishanede tutulmuşlardır. Avukatları tutuklanmış, “terör umacası” ile direniş tecrit edilmeye ve etkisi kırılmaya çalışılmıştır. Ancak bu iki direnişçi her türlü saldırıya karşı kararlılıkla taleplerinin arkasında durmuş ve direnişlerini sürdürmüştür.
Bu direnişe dair kapsamlı bir değerlendirme yapmayı erken bulsak da eylemin biçimine, muhtevasına ve kazandığı politik içeriğe yönelik kimi değerlendirmeler yapmak zorunludur. Çünkü halk saflarında olan, halkın çıkarları ve demokratik mücadelenin ivme kazanması için gerçekleşen her direniş olumlu ve olumsuz yanlarıyla masaya yatırılmalıdır.
Bu noktada özellikle bu sorun karşısında kendimiz de dahil olmak üzere genel olarak devrimcilerin yetersizliğini baştan kabul etmek gerekir. Topyekûn saldırının bir parçası olarak ele alıp, uzun vadeli bir programla doğru bir direniş çizgisi oluşturulamadı. Bu politik muhtevaya kavuşmuş direniş biçiminin hala geliştirilemediği ve sürecin bu ihtiyacının hala ortada durduğunu tespit etmeliyiz. Ki Nuriye ve Semih’in açlık grevi ve bu eylemi bitirdikleri zemin de buna işaret etmekte, bunun altını kalın bir biçimde çizmektedir.
Öncelikle bedeni açlığa yatırarak ve oldukça uzun bir süre sürdürmenin “işe iade” talebiyle uyumlu bir eylem biçimi olmadığını belirtmek gerekir. Eylem bu açıdan basit bir ekonomik talep kategorisine indirgenemez. Her ne kadar istem ve amaç bu eksene otursa da eylemi yapanların kimliği ve yaratmaya çalıştığı etki doğrudan siyasal muhtevaya sahiptir. Bu, oldukça haksız ve yüzbinleri kapsayan bir saldırıya karşı sorunu siyasallaştırmaya çalışan bir içerik ve muhtevadadır. Ancak soruna duyarlı kesimlerin ve direnişçilerin meşruiyet alanı olarak “işe iadeye” oturtulan bir kimlik tanımından eylem maalesef kurtulamamıştır. Zira KHK saldırısı sürecin ana halkasına oturtulmuştur. Oysa egemen sınıfların saldırısı oldukça bütünlüklü ve güçlü bir siyasi ereğe dayanmaktadır. Faşist diktatörlüğün saldırı kapsamı bölgesel ölçekteki politikasıyla, Kürt meselesiyle ve sistemin tüm toplumu zapturapt altına alma yönelimiyle ilgilidir. Bu anlamda Semih ve Nuriye’nin direnişi bu bütünlüklü saldırının “sadece bir parçasıyla” ve “en insani” temele oturtulan yanıyla geniş kesimlere ulaşmıştır. KHK’lere dair oluşan duyarlılık ve bu noktada direnişin katkısı önemlidir.
Bu direnişi “işe iade talebiyle açlık grevi olmaz” yaklaşımına sıkıştırmak hatalı olacaktır. Yüzbinlerce insanın mağdur olduğu ve adeta kaderine boyun eğmeye zorlandığı koşullarda anti-demokratik uygulamaya karşı direnişin siyasal muhtevası kesinlikle kabul edilmeli ve kıymetlendirilmesi de bu eksene oturtulmalıdır. Direnmenin zorunluluğu ve bilincine dair katkısıyla dahi bu direniş ezilenlerin tarihsel hafızasındaki yerini şimdiden almıştır.
Ancak biz böylesi saldırganlık süreçlerinde “öncü direniş”, “öncü savaş” anlayışıyla ele alınan ve “bedeni açlığa yatırarak” kamuoyuna seslenen eylem biçimlerini doğru görmüyoruz. Her eylem ve direniş kuşkusuz değerlidir ve sahiplenilmelidir. Ancak böylesi saldırganlık süreçlerinde sorun kamuoyunda sadece bir duyarlılık yaratılması değildir. Çünkü zaten ciddi bir kamuoyu faşizmin azgın saldırısı karşısında politizedir, olabildiğince duyarlıdır. Aslolan bu politize olma halinin harekete ve örgütlü güce dönüştürülmesidir. Öncünün ve önderin gerçekleştireceği ve “dengeyi bozacağı” eylem ve etkinliklerle kitlelerin şekillenmesi ve harekete geçirilmesi yaklaşımı kitlelerin özne olma zorunluluğuna ve gerekliliğine, saldırıları göğüslemesi bilincinin ve kudretinin oluşmasına tekabül etmemektedir.
Kitle-öncü ilişkisinin bu şekildeki siyasal-ideolojik kurgusu “öncü savaşının ve mücadelesinin” bir yansımasıdır. Bu tür üst düzeyde gösterilen irade ve eylemler, sürekliliği sağlayacak, örgütsel güçlerin ve halk güçlerinin nesnelliğine uyumlu ele alınan bir politikayla gerçekleştirilirse kitlelerin mücadelesini geliştirmede bir yere oturur. Ancak olan şey “iradecilik”tir. Öncünün hamlesi ve müdahalesiyle dengenin bozularak ilerleme sağlanacağı politikasının kendisi burada ortaya çıkmaktadır. Bu yüzdendir ki böylesi büyük ve can bedeli çıkışlar devamında bir sürekliliği ya da bu eyleme denk gelen bir hareket ve eylemselliği gerçekleştirememektedir. Bu bağlamda “zafer” irade gösteren devrimciliğin hanesine yazılarak kalmaktadır. Direniş, yaşanan politik saldırıya karşı istikrarlı ve sürekliliği sağlanmış bir mücadele zeminine taşınamamakta, kitlelerin mücadelesiyle kazanıma dönüşecek bir buz kıran işlevi görememektedir.
Bu süreçlerde aslolan, faşizme karşı direnirken aynı zamanda sorunun kaynağı olan örgütlenme sorunlarının çözülmesine yönelik mücadele ve kitleleri sürecin öznesi yapacak politika üretme kararlılığıdır. Bunu eksiltecek her politika kitlelerin sorunlar karşısında doğru devrimci politikayla donanmasını engelleyen ciddi ideolojik lekelerin oluşmasına yol açmaktadır.
Saldırılara karşı devrimci-demokrat cephede gerçekleşecek her direniş ve eylem sahiplenilmelidir. Ancak bu sahiplenme o biçimlere mahkum olmayı, o biçimleri kutsallaştırmayı ve ideolojik-politik arızalarını eleştirmemeyi getirmemelidir. Özellikle dışarda bu kadar uzun vadeli açlık grevleri doğru sonuçlar çıkarmamakta, kitlelerde doğru politik bilinç yaratmamaktadır. Kitlelerin ağırlıkla duygularına hitap ederek onları pasif bir beklemeciliğe sürüklemekte, ideolojik kırılmalara yol açabilmektedir.
Semih ve Nuriye’nin 324 günlük direnişi anlamlıdır, değerlidir. Faşizme boyun eğmeme iradesidir. Oldukça kapsamlı bir saldırının sadece bir kısmına yönelen parçalı bir siyasal muhtevaya sahip olsa da yüz binleri ilgilendiren bir saldırıya karşı direnme ve gündemde tutma mücadelesi içermesi anlamında onurlu ve haysiyetli bir devrimci karakteri vardır.
Bu süreçte belirlenecek politika en başta ilerici-örgütlü güçlerin gerçekliğine tekabül etmelidir. İleri yapılacak hamle ve örgütlü bir iradeyle süreci sürükleyecek, tüm güçleri bunun etrafında birleştirecek, eylem ve hareketten güçlü deneyimler çıkaracak bir politik hat zorunludur. Söz konusu politik hat, ciddi bir kitle çalışmasını barındırmalı ve özellikle sendikal örgütlenmelerin daha cüretli olmasını sağlamayı amaçlamalıdır. Aksi takdirde duyarlılıkla sınırlı kalan ve daha güçlü şekilde devamı getirilemeyen parçalı ve dağınık süreçlerin üstesinden gelinemez.