[responsivevoice_button voice=”Turkish male” buttontext=”Makaleyi dinle “]
14 Mayıs seçimlerine Erdoğan karşıtlığı damgasını vurmuştu. Ekonomik kriz yönetme krizini besleyip derinleştirmiş, Maraş depremleri devletin çürümüşlüğünü gözler önüne serince toplumdaki huzursuzluk açığa çıkmış, dahası devletin itibarı kelimenin gerçek anlamıyla yerlerde sürünmüştü. Bu tablo muhalefeti cesaretlendirmişti. Toplumdaki tepki anket şirketlerinin sonuçları ile örtüşüyordu. Geriye tek bir şey kalıyordu; sandığa gidip oy vermek! Eğer halk, Erdoğan’dan kurtulmak istiyorsa “iradesine” sahip çıkmalı yani sandığa giderek oyunu kullanmalıydı. Halk böylece “iradesine” dolayısıyla demokrasiye sahip çıkıp “tek adam” rejimine, aynı anlama gelmek üzere “AKP faşizmi”ne dur diyecek; güneşli günlerin, ne ezen ne de ezilenin olduğu özlemi duyulan yeni bir sabaha uyanacaktı.
Ama olmadı! Muhalefet seçimi ilk turda bitirmek bir yana Erdoğan’ın ipi göğüslemesine ramak kalmış bir sonuçla karşılaşınca tarifsiz bir hayal kırıklığı yaşadı. Erdoğan’ın ilk turu önde tamamlayacağı bir seçeneğin masaya yatırılmadığı anlaşılmıştı. Kuşkusuz bu durum öngörü eksikliğine işaret eder. Ama konumuz bu değil!
DERTLİ DEMOKRASİ OYUNU
Bununla birlikte bir konuya kısaca değinmekte fayda var. Demokrasi kavramı bugün salt sandıklara hapsedilmiş durumda. Tüm bir seçim sürecine baktığımızda Türkiye demokrasisi ile yani onun faşist karakteri ile örtüşen bir seçim süreci yaşandığını görürüz. Aday olabilecek kişilerin yargı yoluyla önünün kesilmesi; HDP’nin kriminalize edilmesi, dahası seçime sayılı günler kala kapatma davası ile muhatap olması; adaylardan birine kasetlerle havlu attırılması; diğerine yönelik montaj kasetler hazırlanması; kamuoyuna da yansıyan seçmen sayısı ile nüfus artışı arasındaki orantısızlık; YSK eliyle müdahaleler; bir adayın devletin tüm olanaklarını tepe tepe kullanması ama diğerlerine yalnızca bu durumdan yakınma olanağı tanınması… Toplamdan hareketle “halk iradesi” denen şeyin başından itibaren bir aldatmaca olduğu gerçeğinin ya görmezden gelindiği ya da bu eğilimin yani türlü ayak oyunları ile seçimlere gidilmesinin salt Erdoğan’a özgü olduğu yanılgısı var. Dolayısıyla herkesin eşit koşullara sahip olmadığı bir seçim sürecinden -ki burjuva demokrasisinde dahi bu mümkün değildir; çünkü sermaye hiçbir şekilde seçimlere kayıtsız kalmaz-“halk iradesi”nin tecelli etmesini beklemek aymazlıktır. Kuşkusuz bu gerçeğin farkında olan yalnızca biz değiliz; fakat olanaklardan yararlanmak için değil, devleti kimin yöneteceği hatta değişimin adresi olarak sandıkların işaret edildiği dahası kutsandığı günümüz koşullarında halkı her şeye rağmen sandıklara çağırmak, “iradesine” sahip çıkması için sandıklara sarılmasını beklemek onun iradesine dönük tüm bu müdahaleleri, iradesinin nasıl sınırlandığı ve maniple edildiği gerçeğini önemsizleştirir. Demokrasiyi salt seçime katılıma ve sonuçlara indirgeyerek halka hayal kırıklığı reva görmekten başka bir anlam ifade etmez. Sonuç olarak halk, hâkim sınıflardan birini tercih etmek zorunda bırakılıp adeta faşist daireye hapsedilerek seçeneksizliğe mahkûm edilmektedir.
KARDEŞ ŞOVEN KARŞITLAR
14 Mayıs seçimlerinde ittifaklar/partiler Erdoğan’ın karşısında ya da yanında konumlanmalarına bağlı olarak ilerici/gerici sıfatlarına layık görüldüler. Bu yaklaşım ikinci tura da damgasını vurdu. Hâlâ aynı terane dillendiriliyor. Hangi sıfatı hak edeceğin kimin yanında duracağına göre değişiyor.
Seçimlerin ikinci tura kalmasının ardından ATA İttifakı’nın adayı Sinan Oğan bir anda değerlendi. Kendini pazarlamaya hazır bu karakter bedavaya destek vermeyeceğini ilan etti. Ortağı Ümit Özdağ da ondan geri kalmadı. Bahçeli bunları “siyaseti at pazarına çeviren fırsatçı acizler” diye tanımlayıp kendisinin de yer aldığı burjuva siyasetini özetlemiş oldu. Bu karakterler salt kendilerine değil söylemlerine de değer kazandırdılar. Gericilik hiç bu kadar masumlaşmamıştı! Abes bir durumla karşı karşıya olduğumuzun altını daha önce de çizmiştik. Oğan ve Özdağ’ı, diğer bir ifadeyle de onların söylemlerini değerli kılan sürece göz atmakta fayda var.
14 Mayıs seçim sonuçları kabaran milliyetçilik ve şovenizm dalgasını gözler önüne serdi. Bu durum yadırganmadı. Yukarıda dikkat çektik: hâkim sınıfların ilgili gerici söylemleri adeta masumlaştırılıyor. Yoksul emekçi halk milliyetçilik kuşatması altında. Bilinçlere gericilik boca ediliyor. Kuşkusuz milliyetçi, şovenist söylem birinci turu önde tamamlayan Cumhur İttifakı’na özgü değildi. Milliyetçilik de şovenizm de hâkim sınıf ideolojisinin argümanları olarak Millet İttifakı’nın da tutkalıdır. Doğrudur Cumhur İttifakı bu konuda daha yeteneklidir; ama müesses nizamın temel kolonlarından biri olan milliyetçilik birinci kliğin öz evladıdır. Erdoğan’ın sözcüsü olduğu ikinci klik rakiplerinin beslendiği bu gerici söylemleri maharetle dillendirip rakiplerini birer vatan hainine dönüştürürken birinci kliğin temsilcisi ise halka gerici söylemin kendi öz evladı olduğunu anlatmak için türlü taklalar atmak zorunda kalmıştır. Seçimlerin ikinci tura kalmasının ardından Millet İttifakı şoven dile daha sıkı sarıldı. Yükselen milliyetçi rüzgârla yelkenlerini doldurup yol almak için masaya vurup kanlı dişleriyle hırlıyorlardı.
Dikkat çekmekte fayda var: Hâkim sınıflar halk kitlelerinin duygularını, reflekslerini dağınık; ama sistematik olmayan düşüncelerini kendi lehlerine yontmakta pek mahirdirler. Anti emperyalist eğilimden devşirilip gerici bir kılıfa bürünen milliyetçilik buna iyi bir örnektir. Geniş halk kitlelerinde anti emperyalist reflekslerin güçlü olduğu su götürmez bir gerçektir. İşgal deneyimi yaşayıp kendi imkânlarıyla silahlı çeteleri örgütleyerek Kurtuluş Savaşı’nın kıvılcımını ateşleyen bir coğrafya söz konusu. Hâkim sınıflar bu eğilimi sınıf egemenliklerinin güçlü bir argümanına, silahına dönüştürüp ilgili tavrı soysuzlaştırmışlardır. Sömürge, yarı sömürge yapıdan kurtulup yarı sömürge bir yapıya dönüşen Türkiye tarihi, halktaki anti emperyalist eğilimin hâkim sınıfların elinde yontulup devşirilerek nasıl da gerici bir silah olarak kullanıldığına ışık tutar. Düşmanlarla çevrili bir ülke algısı yaratıp halk kitlelerine kendilerini bağımsızlığın teminatı olarak pazarlayıp anti emperyalistçilik oynarken ekonomik bağımlılık da kararlılıkla sürdürülebilmektedir. Not düşmekte fayda var ki hâkim sınıflar ve tutarlı anti emperyalizm bir oksimorondur. Diğer taraftan da ezilen ulus ve azınlıkların hakları aynı söylem dillendirilerek gasbedilmekte, dahası hakları için harekete geçen ezilen ulus ya da azınlıklar dışarıdaki düşmanın içteki uzantısı/maşası olarak yaftalanıp hedefe konularak şovenizm körüklenmektedir. Milliyetçilik hâkim sınıfların en kullanışlı aparatı/ örtüsüdür. Milliyetçilik uygun koşullarda şovenizme evrilen bir akımdır; çünkü şovenizm düşman tehdidine ihtiyaç duyar. “Tepenin Ardı” filminde anlatıldığı gibi mevcut ilişkileri korumak için bir yerlerde kimse farkında olmasa da bir düşman vardır ve sürekli tehdit yaratırlar.
TÜM MİLLİLİK AYNI YOLDA!
Orta burjuvazinin reformist temsilcilerinden Sol Parti, TKP gibi oluşumların Kürtlerle yan yana görünmemek için türlü taklalar atmaları ya da Kürtlerin haklarını talep etmelerini emperyalizmle ilişkili bir kışkırtma olarak tanımlamaları şovenist histeriye iyi bir örnektir. TİP aynı refleksi daha kıvrak manevralarla hayata geçirmektedir. EMEP, Kürtlerle yan yana durup özgürce ayrılma hakkını da sonuna kadar tanımadan birlikte yaşamaktan dem vurmakta, nihayetinde ezen ulus burjuvazisinin çıkarlarını korumaktadır. Benzer eğilimlere küçük burjuva devrimci hareketlerde de rastlıyoruz. Bu tablo şovenizm illetinin geniş halk kesimlerini etkisi altına aldığına delalettir.
Cumhur İttifakı muhalefeti dış güçlerin/emperyalistlerin piyonu olarak yaftalarken kendi bağımsız karakterlerinin kanıtı olarak İHA, SİHA, TOGG gibi projelere atıf yapmaktadır. Halk kitlelerinin milli duyguları bu projelerle körüklenip sermaye gruplarının çıkarları korunmakta sınıfsal çizgi silikleştirilmektedir. İHA, SİHA üreticisi Baykarlar’ın ya da TOGG bileşeni sermaye gruplarının hangi yabancı sermaye gruplarıyla ilişkili oldukları önemsizleştirilerek “yerli ve millilik” masalı anlatılıp geniş halk kesimlerine övünç duyacakları “atılımlar” pazarlanmaktadır.
Millet İttifakı da siyasal iktidarı Rusya’nın güdümüne girip Körfez ülkelerinden para dilenir hale düşürmesine -bir zamanlar egemenlik altında tuttukları Arapların kapısında para dilenir hale gelmeyi içlerine sindiremiyorlar- dikkat çekerek esasta yabancıların çıkarlarını koruduklarına atıf yapmaktadır. Aynı muhalefet NATO politikalarına kararlılıkla dönüş açıklamaları yapıp ülkeye 300 milyar dolar yabancı sermaye getireceklerini de müjdelemektedir. Yani ekonomik bağımlılık haliyle politik bağımlılıkta ısrar! İşte muhalefetin ufku dahası bağımsızlıkçı karakteri!
Seçim sürecine damgasını vuran iktidarın LGBTİ+ ve Kürt karşıtlığı; muhalefetin de göçmen ve inceltilmiş Kürt karşıtlığı politikasıydı. Siyasal iktidar muhalefeti akıl almaz fantezilerle LGBTİ+cı ilan ederek yıpratmaya çalıştı. En kullanışlı argüman olan Kürt karşıtlığını bir an olsun dilinden düşürmeden tabii ki!
Millet İttifakı’nın seçim çalışmasında ise mültecilere ilişkin nefret söylemi adeta sıradanlaşmıştı. Örneğin Kılıçdaroğlu sınırdan kaçak geçişleri işaret ederek “sınır namustur” dedikten sonra “vurun” anlamına gelen “gereğini yapın” çağrısı yapmıştı. Dahası Erdoğan’a kaybettirmek adına komprador burjuvazinin adayı Kılıçdaroğlu’nun da benzer performansı sergilemesi taktik olarak yorumlanıp temsilcisi olduğu sınıfa içkin olan ilgili söylemler en hafif ifadeyle yadırganmamıştır.
Muhalefet, göçmen karşıtlığı politikası ile geniş kitlelere dokunmaya çalışmıştır. Muhalefetin bu politikası hatırı sayılır bir kitlede karşılık bulmuştur. Seçim sonuçları da bu duruma işaret etmektedir. Göçmenler ülkedeki sorunların müsebbibi olarak hedef gösterilmiştir. Ülkedeki çürümüşlük adeta göçmenlerin yaşadığı sefalet görmezden gelinerek onların üstlerine yıkılmıştır. Dahası göçmenleri işgalci güçler olarak tanımlayan yorumlar sıradanlaşmıştır. Kuşkusuz bu propagandanın etkili olmasında göçmenlerin “her yerde” görülmesinin etkisi vardır. Evet her yerdeler çünkü yoksullar birbiriyle sokakta karşılaşır! Para ile vatandaşlık satın alanlar üzerinden ülkelerindeki savaştan kaçıp sefaletin girdabına sürüklenen milyonlarca göçmen nefret söylemlerinin hedefine oturtularak egemenler kendi günahlarını büyük bir ustalıkla gizlemektedirler. Oysaki egemenler “ellerinde başkasının değil, kendi günahının kanını taşıyor” (Sophokles) ama suçu milyonlarca yoksulun sırtına yıkarak kendileri gibi yoksul olanların onlardan nefret duymasının tohumlarını büyük bir ustalıkla zihinlere serpiştiriyor.
Seçimlerin ikinci tura kalmasının ardından Kılıçdaroğlu şovenist söylemlerinin dozunu artırmakla kalmamış bir Hitler artığı izlenimi veren Özdağ ile protokol imzalamıştır. Bu protokolun esas anlamı Ata İttifakı’na oy veren yüzde 5’lik faşist kesime, göçmenlere ve Kürtlere taviz verilmeyeceğini garanti etmektir. İlgili protokolde göçmen karşıtlığı “insan haklarını gözeten” ifadesi eklenerek şirinleştirilmeye çalışılırken Kürtlerin iradesinin gasbedilmesi olan kayyım politikasına yasal kılıf giydirilmeye çalışılmıştır.
Yeşil Sol Parti ve HDP, Özdağ ile imzalanan protokole atıf yapıp yeni durumu değerlendirmek üzere toplanmış ve “tek adam” rejimini değiştirmek için sandığa eksiksiz gitme kararı almıştır. Kayyım politikasına son vereceklerini iddia ederek Kürtlerin gönlünü çelmeye çalışan muhalefet, Özdağ’ın desteğini kazanmak için Kürtlerin taleplerini bir çırpıda buruşturup bir kenara atmakta bir sakınca görmemişlerdir. Kayyım politikasına giydirilmeye çalışılan yasal kılıf esasta faşist devletin sinir uçlarının ifadesidir. Çehov’un o ünlü sözleriyle hatırlatmak gerekirse “eğer ilk sahnede duvarda bir silah asılıysa oyunun sonunda o silah mutlaka patlar” sözleri kayyım politikasına giydirilmeye çalışılan yasal kılıfın Kürtlerin irade beyanına dönük kenara not düşülmüş bir tehdit olarak yorumlanmalıydı; fakat YSP/HDP Erdoğan’dan kurtulmak adına bu tehdide karşı daha güçlü sandığa gitme çağrısı yaptı.
Milliyetçilik ve şovenizm geniş halk kesimlerine hâkim sınıfların eliyle bu kadar rahat/pervasızca dahası sıradan bir şeymiş gibi zerk edilmemişti. Dahası demokratik hak ve özgürlüklerin savunucusu rolüne soyunan orta burjuvazinin reformist kanadının tüm renkleri Erdoğan’dan kurtulmak adına muhalefetin ilgili söylemlerini kulak ardı edip mücadeleyi seçimlerden sonraya havale etmektedir. Sandıkları işaret ederek demokrasiyi oy pusulasına sıkıştırmaya çalışan özellikle orta burjuvazinin reformist kesimleri muhalefet adayının tüm gerici söylemleri karşısında kulağının üstüne yatmıştır. Ne göçmen karşıtlığı ne de Kürtlerin kazanımlarına dönük saldırı politikasında kararlılık ifadeleri Erdoğan’dan kurtulmak adına görmezden gelinebilir.
ADİL OLMAYANLARIN SEÇİMİNDE EN ADALETSİZİN ZAFERİ
Son satırlar kaleme alındığı saatlerde seçimler sonuçlandı. Erdoğan seçimi kazandı. Muhalefet adil olmayan bir seçim sürecinden yakınmaya başladı. Dahası seçimlerin kaybedilmesinde göçmenlerin etkisi sayısal verilerle desteklenmeye çalışılıyor. Demokrasicilik oyunu, Kürtlere dönük saldırılarla kol kola göçmen karşıtlığı üzerinden, hâkim paradigmanın dışında kalan kesimlere dönük nefret söylemlerinin dozunu artırarak kitle tabanını güçlendirip müesses nizamı sahiplenme çağrısı ile hâkim sınıf klikleri tarafından ustalıkla sahnelendi.
Emekçi halk kitlelerine sırtlarında tepinecekleri yeni egemenler seçmeleri için değil kendileri gibi olanlarla birleşip kararlılıkla mücadele etme seçeneği dışında gerçek bir kurtuluşun mümkün olmadığını anlatmak zorundayız.