[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Makaleyi dinle “]
14 Mayıs’ta tamamlanamayan seçimin 2. tura kalmasının gençlik üzerinde çeşitli etkileri olmasıyla birlikte 28 Mayıs seçimi de birçok tartışmayı doğurdu. Esasında seçimler egemenler için faşizmi onarmanın, kitlelerin öfkesini sandıklarda boğmanın ve bu şekilde onları düzen içerisinde daha büyük tahakküm altına almanın bir yoludur. Fakat gerek burjuva-feodal medyanın “yüzyılın seçimi” şeklinde kitleler arasında yarattığı manipülatif rüzgâr ve gerekse de devrimci-demokrat kesimlerin bu rüzgâra kapılıp “kırıntı”ya razı politikalarla kitleleri seçime yönlendirmeleri gençliğin az ya da çok şekilde seçimlere umut bağlamasına sebep olmuştur. Genelde Türkiye Devrimci Hareketinin ve özelde bizim gençlikle olan zayıf bağımız, devrimci gençlik mücadelesinin bugünkü gerçekliği, ‘90’larda Sovyetlerin çözülüşüyle birlikte “sosyalizmin tam yenilgisi” biçiminde egemenler tarafından yürütülen kara propagandalar ve emperyalist devletlerin yarı feodal, yarı sömürge ülkelerde yürüttüğü liberal politikalar gençlik nezdinde proletarya önderliğinde örgütlü mücadeleyle iktidarı fethetmeye olan inancı zayıflatmıştır. Nitekim gençlerle konuşulduğunda bu durum apaçık ortaya çıkmaktadır. Gençliğin ileri kesimleri “seçimlerle esaslı değişimlerin olmayacağı” düşüncesine pekâlâ sahipken sömürü düzenine karşı alternatif yolun “devrimci mücadeleden geçtiği” düşüncesine mesafeli durmaktadırlar. Bu mesafenin esasta bizim gençlikle olan bağımızın zayıflığından kaynaklandığını tekrardan vurgulamak önemlidir. Yoksa ezilenlerin mutlak kurtuluşunun biricik MLM ideolojisi her gün her pratik içerisinde doğrulanmaktadır…
SEÇİMLERİN ETKİSİNDE GENÇLİK
Türkiye’de burjuva-feodal düzenin kaçınılmaz olarak gençliği geleceksizlik, umutsuzluk, çaresizlik girdabında boğduğu ve daha da can yakıcı biçimde boğmaya devam edeceği açık bir gerçektir. İşsizlik, barınma, eğitim, temel ihtiyaçlar, ekonomik kriz gibi daha bir dizi can yakıcı sorun gençliğin çıkmazları gibi durmaktadır. Bütün bu sorunlar sömürü düzeninin kaçınılmaz sonuçları olsa da 20 yıllık sürede bu sorunlar RTE ve onun partisi AKP’de somutlaşmıştır. Bu bakımdan kendisine duyulan nefret ve öfke anlaşılırdır. Oysa sorunun kendisi “dinci” faşist kliğin yerine “modern” faşist klikten değişim beklemektir. Daha bir yıl öncesinden “Sakin, sabırla seçim sandığını bekleyeceksiniz, sandık gelecek gideceksiniz oyunuzu kullanacaksınız, bir otoriter yönetimi demokratik yollarla değiştireceksiniz” diyen, değil 5 defa 100 defa seçim kaybetse de sömürü düzenine zerre kadar zarar veremeyecek düzen temsilcisi Kemal Kılıçdaroğlu’nun bahar getireceğini ummak evrenden dilek dilemekten farksızdır!
Güçlü şekilde değişim isteği barındıran halk gençliği yıllardır süregelen aynı iktidardan, iktidardakilerin din odaklı propagandasından, geleneksel kalıplarından önemli derecede rahatsızlar. HÜDA PAR gibi alenen gerici ve faşist Hizbullah’la ilişkisi ortada olan bir partinin AKP kliğinde yer etmesi gençliği daha fazla muhalefete sarılmaya itmiştir. “Alternatifsizlik”, “çaresizlik” içerisinde K. Kılıçdaroğlu’na yöneldiklerini, ondan umut beklediklerini, az da olsa rahatlama isteklerini ona bağladıklarını kısacası zorunluluktan ona oy verdiklerini söyleyebiliriz. Bu durumu da gençliğin son ana kadar “tarafsız” duran ve gençliğin umutlarını gerçekleştirme, değişim sözü veren Sinan Oğan ve Muharrem İnce gibi yine burjuva-feodal düzenin temsilcilerini desteklemelerinden anlayabiliriz.
Gençliğin muhalefet arayışında, değişim isteğinde devrimci öznelerin zayıflığına paralel olarak düzen içi muhalefete, düzen içinde bir değişime sıkışmaları söz konusudur. Bundan kaynaklıdır ki umutsuz gençlik geçmişte de olduğu gibi seçim sonucu ne olursa olsun etrafı umutsuzluk, geleceksizlik duvarlarıyla çevrili yaşamaya devam edecektir. Bu gerçeği “en azından bir süreliğine nefes alırız.” şeklinde dile getirerek kendileri de gayet iyi bilmektedirler. Umutsuzluğun, baskının, kutuplaşmanın kendisinde somutlaştığı RTE’nin seçimi kazanmasıyla halk gençliği, artık kesin bir biçimde dönülemez bir felakete doğru koşar adımla gideceklerini düşünüyorlar. Yanlış bir bakış açısı olmasına rağmen düşüncelerinde haklılık payı mevcut. İçinde bulunduğumuz, miadını doldurmuş faşist burjuva-feodal düzen her hâlükârda ezilen halkımıza felaketten, yoksulluktan, savaştan başka bir şey vadetmemektedir. Yani iktidara kim gelirse gelsin değişecek tek şey faşizmin sopasını bu kez hangi elin tutacağıdır, gençliğe kimin baskı uygulayacağı ve gençliğin geleceksizliğini kimin büyüteceğidir. Süslü cümleler, demokrasi naraları, bahar sözleri, güçlü imajlar gençliği aldatmanın, öfkesini soğurmanın özcesi düzenin ömrünü uzatmak için ikiyüzlü egemenlerin bilindik siyasetidir!
14 VE 28 MAYIS SEÇİMLERİNİN ERTESİNDE
Düzen duvarlarıyla çevrili halk gençliği o duvarları haklı öfkeleriyle yıkmaya başladıkları zaman gerçek özgürlüğün ne olduğunu ve nasıl kazanılacağını kendi pratiklerinden elde edecekleri deneyimlerle çok iyi anlayacaktırlar. Bugünkü gerçeklikte gençliğin örgütlü bir duruş sergileyememesi, öfkesini örgütlü bir biçimde mücadeleye kanalize edememesi, asıl değiştirecek gücün kendisinde saklı olduğunu bilememesi onun düzen içi muhalefete yedeklenmesiyle, oradan bir “nefes alma” beklentisiyle sonuçlanmaktadır. K. Kılıçdaroğlu’nun şaşaalı demokrasi sözleri, “kazanacağız, değiştireceğiz” laflarıyla yaratmaya çalıştığı coşku ve beklenti ilk turda bir balon gibi patladı. Anadolu Ajansı’nın RTE’nin önde olduğunu gösterirken Millet İttifakı bileşenleri “Hile yapıyorlar”, “öndeyiz”, “biz kazandık” diyerek karşı koymaya çalışsalar da sonuçta bu karşı koyuşa pek de uymayan bir havada, hiçbir şey yokmuşçasına sessizliğe büründüler. Umutlarını, değişim beklentilerini 14 Mayıs seçimine bağlayan gençlik K. Kılıçdaroğlu’nun kaybetmesiyle zaten yıkılırken adeta ikinci bir M. İnce vakası yaşayıp daha da yıkıldılar. Meclis çoğunluğunu Cumhur İttifakı’nın oluşturuyor olması da cabası!
“Ya şeriat ya özgürlük”, “Ya otoriter rejim ya demokrasi” biçimindeki bilinci bulanıklaştıran tartışmalar kendini “artık her şey bitti” umutsuzluğuna bıraktı. Açığa çıkan tablo gençliğin küçük burjuva karakter yapısına uygundur. Seçim öncesi yürekleri umut dolu milyonlarca genç seçimin sonuçlanmasından hemen sonra büyük bir yılgınlığa düştü. İlk turun sonuçları seçimlerden beklentiyi önemli ölçüde azalttı, boykot eğilimini güçlendirdi. Burada seçimlerden beklentinin azalması, boykot eğilimimin güçlenmesi umutsuzluğun, yılgınlığın bir tezahürü olarak görülmeli, bizi yanıltmamalıdır. Bize düşen, onlara seçimleri boykot etmeyi “düzenden bir beklenti içerisinde olmamak, bu düzenin her halükârda bize kapkara bir gelecek vadettiğini akıldan çıkarmamak, o yüzden geleceğin kendi ellerimizde olduğu bilinciyle halk gençliğinin örgütlü mücadelesini yükseltmek” tarzında ısrarla, yorulmadan anlatmamızdır.
28 Mayıs seçimini RTE’nin kazanmasıyla birlikte gençliğin kimi kesimi tam anlamıyla geleceğe dair umudunu yitirdi. Geçmiş sürece bakacak olursak halk gençliği arasında umutsuzluğun daha da derinleşeceğini söylemek mümkün. Kimileri yurt dışına gitmeyi netleştirmeye başlamışken kimileri ne yapacağını henüz bilememektedir. Bu konu hakkında söylenebilecek sözler değişkenlik gösterebilirken ortada yalın bir gerçek var: Bütün umudunu bu seçimlere bağlamış gençliğin önemli bir bölümünün umutsuzluğu, bugüne ve geleceğe dair huzursuzluğudur. Egemenlerin demokratik eylemlere yönelik tahammülsüzlüğü, gençliğin örgütlülüğü üzerine saldırıları devam edecektir fakat gençliğin değişim isteyen, değişimi zorlayan dinamik yapısı kendini ortaya çıkaracaktır. Düzenden her kopuş, ondan ümidi kesme ona karşı radikalleşme eğilimini de içermektedir. Her seçim ve sonrası, düzenin maskesini yerlere sermekte, düzene bağlanan umutları birer birer koparmaktadır.
İNTİHARLAR NEYİ GÖSTERİYOR?
Son yıllarda halk gençliği arasında intihar eğilimlerinin arttığından söz edebiliriz. İntihar olaylarının her birinin özel incelenmesi gerektiği, çünkü her olayda birçok faktörün etkili olabileceği açıktır. Bütün yaşanan olaylar kendi içerisinde özgün, özel sebepler barındırsa da bu olayların hepsinin toplumdan, toplumsal meselelerden ayrı ele alınamayacağını söyleyebiliriz. Artan yoksulluk, ekonomik kriz, geleceksizlik gibi halk gençliğini derinden etkileyen toplumsal sorunlara paralel olarak halk gençliği arasında intihar eğiliminin arttığını görmekteyiz. Dolayısıyla intiharların nedenlerini bireyin kendisinin yanı sıra toplumsal yaşantıda aramak gerekir.
2020 yılında intiharından önce yaptığı paylaşımda “Bir liraya karnımı doyurabilir miyim?“ yazan İstanbul Üniversitesi öğrencisi Sibel Ünli, işsizlik nedeniyle girdiği bunalımın ardından intihar eden Osman Karul, bir araba, bir ev veya herhangi bir şey uğruna yıllarını harcamak istemediğini, iş hayatının kendisine çok yorucu geldiğini ifade ederek intihar eden genç işçi Furkan Celep, geleceksizliğe ve içinde bulunduğu Nur Cemaati’nin baskılarına dayanamayıp intihar eden Enes Kara ve bildiğimiz üzere, en son, 14 Mayıs seçiminden sonra “20 yaşındayım ama elimde hiçbir şey yok. Bütün gençliğimi çaldılar, artık yoruldum.” deyip Marmaray’ın önüne atlayarak intihar eden genç kadın…
Daha nicesini sayabileceğimiz bu arkadaşlarımızın intihar sebeplerine baktığımızda hepsinin sömürü düzeninin içerisinde ağır koşullarda ezildiklerini, geleceksiz bırakıldıklarını, emeklerinin çalındığını, ayrımcılıklara maruz kaldıklarını görmekteyiz. Sömürü düzeninin kendi çarkını daha “sağlam” döndürebilmesi için bireysel yaşamı ve rekabeti kutsadığını, toplum içerisinde sürekli olarak bunu yaydığını görürüz. Birey-toplum arasındaki uçurumun büyüdüğü bu koşullarda intihar eğilimlerinin arttığını görürüz. Sosyal bir canlı olan insan, sorunlarının çözümünde yalnız kalarak doğasına aykırı yaşamaktadır. Toplumsal olan ve belirli bir kesimi değil herkesi etkileyen sorunlar ancak bireylerin bir araya gelip sorunlara müdahale etmesiyle ortadan kalkabilir. Okul sıralarından fabrikalara halk gençliği var olduğu bütün alanlarda yakıcı sorunlar içerisinde kıvranmaktadır. Genç bireyler geleceksizlikle kuşatıldıkları sömürü düzeninde yaşadıkları sorunlardan ötürü bunalıma girdiklerinde çaresizlik içerisinde kurtuluşun ölüm olacağı fikrini benimsemektedirler. Çünkü birey olarak onun bu kadar toplumsal sorunun altından kalkma, bu toplumsal sorunlara göğüs gerecek gücü kalmamıştır…
Halk gençliği arasında genç bireylerin intiharları toplumsal bir mesaj içermektedir. Çünkü az önce bahsettiğimiz üzere hiçbir intihar tek başına bireysel, bireysel mutsuzlukla ele alınamaz. 14 Mayıs seçiminin hemen ertesi gününde intihar eden genç kadına bakarak bunu anlayabiliriz. İntiharlar, burjuva-feodal düzenden ümidin kesildiğinin en keskin örneklerindendir. Burjuva-feodal düzenin yarattığı ekonomik krizin, yoksulluğun, geleceksizliğin gençliği ne denli etkilediğinin göstergelerindendir. İntihar eylemi insanın doğasına aykırı olsa da elverişsiz toplumsal koşullar karşısında yalnızca birey olarak var olmanın acı sonucudur. “İnsan kalmanın tek yolu, insanlık dışı bu sisteme karşı savaşmaktır.” diyor Marks. Biz de diyebiliriz ki insanlık dışı bu sistemde dayanmanın, direnmenin yolu insanlık dışı bu sisteme karşı örgütlü bir biçimde savaşmaktır, mücadele etmektir…
KURTULUŞUMUZ ÖRGÜTLÜ MÜCADELEMİZDEDİR
Küçük burjuva karakteriyle halk gençliğinin önemli bir kesimi meseleleri kendinden doğru bireysel yorumlamakta bu yüzden meselelere de bireysel çözümler getirmektedir. Eğitim, barınma, yoksulluk gibi birçok yakıcı sorun bir bütün halk gençliğinin ortak yakıcı sorunlarıyken bu sorunlara “bireyin kurtuluşu” darlığında getirilen yurt dışına gitmek gibi çözümler esasta sorunun kaynağına dokunmadığı için gerçek bir kurtuluş sağlamamaktadır, sağlamayacaktır. Toplumsal sorunların aynen devam ettiği koşullarda toplumu meydana getiren bireylerin “kurtuluş”u yanılsamadan başka bir şey değildir. Her gencin bireysel kurtuluşu bir bütün halk gençliğinin örgütlü mücadelesiyle gerçekleşecektir. Şair Edip Cansever’in dediği gibi: “Gülemiyorsun ya, gülmek bir halk gülüyorsa gülmektir.”
Seçim süreci boyunca halk gençliğine yönelik boykot çağrımız salt biçimde “oy vermeyip kenara çekilmek” anlamına gelmiyordu. Tam tersine boykot bizi intihara sürükleyen, bize yalancı baharlar ardında yoksulluk ve geleceksizlikten başka bir şey vadetmeyen bu sömürü düzenini onaylamayıp ona karşı örgütlü mücadelemizi büyütmek anlamına geliyordu. Hayatımızı her geçen gün yaşanılmaz kılan bu sömürü düzenine karşı bir adım atmaya kalktığımızda karşımıza bütün güçleriyle dikilen faşist devlete karşı savaşmak anlamına geliyordu. Bugün “demokrasi”, “halkın çıkarları” adı altında yürütülen esasta egemenlerin kendi aralarındaki çıkar çatışmalarından başka bir şey olmayan seçimler bitmiştir: fakat halk gençliğinin bütün yakıcı sorunları uyandığımız her yeni gün boyutlanarak artmaktadır. Sandıklar veya düzenin başka bir parçası kurtuluşumuz olamaz! Kurtuluşumuz Demokratik Halk Devrimi güzergâhında zafere kadar büyüteceğimiz örgütlü mücadelemizdedir!