31 Mart seçimleri birçok tartışmaya kapı araladı. Seçim sonuçları bunların başında geliyor; bilumum düzen muhalefetinde ve büyük bir yoksullaşmaya maruz kalan ve zaten yoksul olan emekçi kesimlerde 14 Mayıs seçimlerinde beklenen “zafer/hezimet” 10 ay sonra yerel seçimlerde yaşanınca rahatlama ile karışık “bu kez oldu, demek ki oluyormuş” sevinci politik atmosferin belirleyeni oldu. Düzenin efendileri arasındaki dalaşta sadece taraf olduklarını bilen, seçimlerde kendileri için işleyen bir düzenin vaat edilmediğini ve böyle bir şeyin de seçimle gerçekleşeceğinin farkında olan kitleler için iktidardaki gücün kaybetmesi kuşkusuz büyük bir zafer değildi; ama her şeye rağmen rahatlatıcıydı! Hep iddia ettiğimiz gibi seçimler bu rahatlamayı sağladığı için, ezilenlerin rızasını gerçekleştirdiği için tercih edilen bir oyundur. Bu küçük demokrasi oyunu izleyicilerin önemli bir kesiminde sevinç yarattı diyebiliriz. Oyun bittikten sonra ise gerçek hayatın kasvetli havası gene halkı bekliyordu. Sonuçların yarattığı bu atmosfer ve küçük demokrasi oyununun sürdürülebilir bir düzen için taşıdığı önem elbette dikkate değerdir; fakat biz bu yazımızda seçim sonuçlarından ziyade diğer tartışmalı başlıklara değineceğiz. Bir anlamda Türkiye demokrasisinin izini süreceğiz.
Bunlardan biri seçimlerin “demokrasi havasında geçtiği” hatta “demokrasi şölenine dönüştüğü” iddiaları ile bunun gerçek olduğuna ciddi kuşku düşüren hatta bunun bir yalan olduğunu ispatlayan devlet müdahaleleriydi…
Türkiye’de; ama genelde de demokrasi günümüzde daha da güçlü bir şekilde, oluşum ve gelişim tarihine taban tabana zıt bir biçimde absürt bir içerik kazanıp yalnızca oy verme eylemi olarak tanımlanmaktadır. Türkiye gibi ezilenlerin, dışlananların devlet tarafından açıkça suçlandığı, saldırıya uğradığı, özgürlüklerden alıkonduğu bir ülkede “demokrasi şöleni”nden dem vurulması absürtlüğün düzeyini göstermektedir. Ne sokakta en basit hak talebine yönelen polis şiddetinden ne greve çıkan işçilerin önüne kurulan polis/jandarma barikatlarından ne kadın katillerinin sırtını sıvazlayan yargıdan ne LGBTİ+ bireylere yönelik siyasal iktidarın körüklediği nefret dilinden ne ayırımcılığa uğrayan azınlık inançların haklarından ne de iradeleri yok sayılıp hapishanelere doldurulan Kürt siyasetçilerden söz edilmektedir. Tüm bunlar görmezden gelinip seçilmişlerin oylanmasından ibaret sandığa yönelimin niceliksel büyüklüğünden hareketle demokrasinin gelişmişliğinden söz edilmesi ağır bir küf kokusu yayan egemen zihniyetin düzeyini gösteriyor. Demokrasi oyununda izleyici sayısı demokrasinin kriteri diye pazarlanmaktadır. Yani geniş yığınların payına düşen yoksulluk, sefalet, zulüm karşısında demokrasi “seçilmişleri onaylamakla sınırlı” oy pusulası olmaktadır! Geniş kitleler için şölen “seçim sonuçları”nı izlemekten ibaret.
Avrupa ülkelerindeki seçimlere ilginin düşük olması bile ülke demokrasisinin gücüne alamet olarak sunulup propaganda edilmektedir. Demokrasi denilince sandığa atılan oy sayısından başka bir şey anlamayan yaklaşımın tam da Türk hâkim sınıflarının fıtratına uygun bir kavrayış olduğunun altını çizmekte fayda var. Seçimlere katılımın yüksek olduğu -ki bu seçimde katılım oranı önceki seçimlere göre düşmüştür- doğrudur; fakat hâkim sınıfların iki ana kampa ayrıldığı gerçeği belirleyici bir neden olarak tanımlanmalıdır. Bununla birlikte hâkim sınıfların bu iki ana kampı toplumsal fay hatlarını diri tutarak toplumsal kutuplaşmayı körüklemekte başarılı bir performans sergiledikleri de aşikârdır. Kuşkusuz toplumsal kutuplaşma itici bir neden olarak kitleleri sandığa yönlendirmektedir; ama seçimlere katılımın yüksek olması demokrasinin belirleyici bir kriteri olamaz. Burjuva demokrasisinin karikatürü dahi olmaktan uzak bir ülke gerçekliği herkesin malumudur. Geniş kitlelerin yoksulluğunun dahası sefaletin eşiğinde sürdürdükleri yaşamlarının siyasal iktidarın patronaj ilişkisini devreye sokarak geniş yığınları manipüle etmesi ayrıca not düşülebilir.
Seçim sürecinde devlet olanaklarının tamamının siyasal iktidarın hizmetinde olması burjuva demokrasisinin kötü bir karikatüründen dahi bahsetmemize izin vermez. Devlet olanakları üzerinde söz sahibi kılınmış olan bakanlar seçim için meydanlara çıkıp oy istediler, belli bir aday için propaganda yaptılar ve bunda hiçbir sakınca görmediler. Sokak sokak dolaşıp devlet olanaklarından yararlanmanın yolu olarak AKP adaylarının seçilmesini gösterdiler. Sergiledikleri performans kazanmak için yeterli olmamışsa da bir seçim oyunundan ibaret Türkiye demokrasisi hakkında önemli veriler sundular.
TRT’ye dair sürdürülen tartışmalar herkesin malumu. Devlet kanalı olarak TRT yasalara göre tüm partilere/ adaylara eşit mesafededir. Hikâye böyledir; fakat gerçeklik anlatılanla hiçbir şekilde uyumlu değil. TRT siyasal iktidarın propaganda aracı olarak işlev görmüştür. Dahası bu faaliyet olağanmış gibi yürütülmüştür. Hâkim sınıfların demokrasiden anladığı kendi çıkarlarının korunması ve savunulmasından başka bir şey değildir. Bu gerçeklik hâkim sınıfların diğer kanadı için de geçerlidir. Muhalefetteyken sıklıkla demokrasi talep etmeleri siyasal iktidarın onlara da yönelmesinden ileri gelir; fakat son kertede Türkiye demokrasisine hiçbir şekilde halel getirmezler.
Şehir meydanlarının siyasal iktidarın bileşenleri dışındaki adaylara aynı kolaylıkla sunulmaması hatta bazı şehirlerde engel çıkartılması Türkiye demokrasisinin karakterine örnek olarak gösterilebilir. Türkiye demokrasisinin karakteri yani onun faşist niteliği burjuva-feodal siyasetin diğer bileşenlerine dahi tahammül göstermekten uzak bir eğilim içindedir; çünkü onun demokrasisinin içeriği feodal despotizmden beslenmekte diğer bir ifade ile demokrasiden anladığı tek şey karşısına çıkanlara devletin ceberrut karakterini hatırlatmaktır.
Türkiye demokrasisinin izini sürmeye devam edelim.
Kuşkusuz demokrasi şöleninin mimarlarından biri de YSK’dir. Seçimleri yönetmekle görevli bu kurum seçimlerin güvenli bir şekilde gerçekleşmesini denetler. Görev tanımı gereği tarafsızdır. Tabii ki söz konusu Türkiye demokrasisi olunca bu sözlere inanmak ya da ilgili kuruma biçilen görevleri tarafsız yürütmesini beklemek saflık olacaktır. İl ve ilçe seçim kurullarının doğrudan politik tavır sergilemekte bir sakınca görmemeleri Türkiye demokrasisinin başarısı olarak not düşülebilir.
YSK özellikle Kürt illerinde taşıma seçmen iddialarına kayıtsız kalarak politik niteliğini göstermiştir. Kürt siyasetçiler haftalar öncesinden taşıma seçmen konusunu gündeme taşımalarına rağmen hiçbir adım atılmamıştır. Bu ilk kez rastlanan bir tavır değildir. DEM Parti’nin Bitlis, Kars ve Şırnak’ta oyların çalınmasına yönelik itirazları özellikle Şırnak ve bazı ilçelerde kuşkuya yer bırakmayacak kadar açık olan taşıma seçmen itirazları YSK tarafından kulak ardı edilmiştir. Söz konusu Kürtler olunca devlet zorba yüzünü sergilemekte tereddüt göstermemiştir. YSK de aynı tavrı Kürt halkının iradesinin seçimlerde özgürce kullanılmasını engelleyen her türlü yönteme yol vererek devletin Kürt ulusuna dönük inkâr çizgisini bir anlamda seçimlere uyarlayıp göstermiştir. YSK, devletini utandırmamıştır!
Söz konusu Kürtler olunca devlet kuralsızlıkta sınır tanımamaktadır. Sandıktan çıkan irade ayak oyunları ile yok sayılmakta özellikle devletin sinir uçlarına dokunduğu gerekçesiyle Kürt halkının iradesi hileye dahi gereksinim duyulmadan çalınmaktadır. Van’da seçimler oldubittiye getirilip iki katı oy alarak seçilmesine rağmen mazbatanın Abdullah Zeydan’dan alınıp AKP adayına verilmesi ibretliktir. Yargının devreye sokulup Kürt halkının iradesinin çalınması Türkiye demokrasisinin özetidir. Evet bu bir demokrasi şölenidir! Hâkim sınıfların pervasızlığını resmeden bir şölen! Hâkim sınıfların demokrasi şöleninin Kürt halkının örgütlü refleksi ile geri püskürtüldüğünü not düşmekte fayda var.
Hatay seçimleri YSK’nin diğer bir sınavı olmuştur. Ölülerin seçmen gibi gösterildiği hatta ölüler adına oy kullanıldığı iddiaları YSK tarafından ilgisizlikle karşılanmıştır. Hatay’daki rantın büyüklüğünün YSK’nin ilgisizliğinde belirleyici bir etken olduğu iddia edilebilir. YSK bu tavrı ile siyasal iktidarın rant paylaşımına doğrudan dahil olmuştur. Hatay İli Yüksek Seçim Kurulundan sonra YSK de itirazı reddetmiştir, üstelik bu kararı Cumhurbaşkanı YSK henüz karar vermemişken duyurarak pervasızlıkta sınır tanınmadığını göstermiştir. Van örneğinde devlet refleksini sergileyen YSK, Hatay’da siyasal iktidarın aparatı olarak hareket etmekten geri durmamıştır; iki eylemi de Türkiye demokrasisinin karakterini sergilemeleri bakımından önemli birer örnek olarak kayda geçmekte fayda var. Kısacası YSK bu kararları siyasal iktidardan bağımsız al(a)maz. Tüm bunlardan hareketle YSK’nin demokrasi şölenindeki payının azımsanmayacak önemde olduğunu belirtebiliriz.
Seçimlerde hile yapılması bugüne özgü bir durum değildir. Sokaktaki sade insanın görüşünün de bu yönde olduğuna dair kimsenin kuşkusu yoktur. Geniş yığınların devlet ve onun kurumlarına olan güvensizliğine yorulmalıdır. Hatta her şeyin olağanmış gibi algılanması, tüm bu yaşananların şaşkınlıkla karşılanmaması, sonuçlara müdahale edilmesi mutat bir hal almıştır. Siyasal iktidarın devlet olanaklarını yalnızca kendine hak sayıp seçime hazırlanması ilginçtir ki demokrasi şölenine gölge düşürmemekte. Aksine şölenin konfetileri adeta YSK’nin ayak oyunlarına yol vermesindeki başarısı ile daha güçlü patlamaktadır.
Türkiye seçim tarihi ayak oyunları tarihidir aynı zamanda. Bununla birlikte seçim sürecinin örgütlenmesinden başlayıp düzenlenen her seçimin sonucunun büyük oranda baştan belirlendiğini de iddia edebiliriz. Bu bağlamda seçimleri kitlelerin manipüle edilme süreci diye tarif etmek mümkün. YSK de sahnelenen oyunda yeri geldiğinde iktidarın yeri geldiğinde devletin çıkarlarına göre tavır alıp süreci nihayete erdirmektedir. Kuşkusuz Kürt halkının payına sadece hile yolu ile iradesinin çalınması düşmemekte, seçim çalışmalarının engellenmesinden, sandık başlarında yaşanan saldırılara kadar türlü yöntemler devreye sokularak demokrasi şöleni taçlandırılmaktadır! Türkiye demokrasisini ayakta tutan her kurum ona ruhunu veren yönetme biçiminin hakkını fazlasıyla vermektedir. 31 Mart yerel seçimleri bu gerçeği bir kez daha hatırlatmıştır.