Salgın krizi hâkim sınıfların yönetme krizini çok yönlü derinleştirirken yeni ‘normal’leri ve bir dizi özgün durumları da açığa çıkararak devam ediyor. Bu süreçte faşist diktatörlüğün gündemi salgın krizi gibi görünse de değişmeyen, aralıksız ve dozu düşmeyen bir şovenizm kampanyasıyla devam eden Kürt düşmanı politikalarıdır. Kürt ulusal mücadelesinin demokratik mücadele alanlarından, askeri güçlerine ve hatta Kürt cenazelerine uzanan bu çok yönlü saldırganlıkta hâkim sınıflar, kuruluş düsturlarından sapmayan bir hat izlemekteler. Kürt ulusal kimliğini inkâr ve imha konseptiyle hareket eden, Kürt kanı dökmeyi görev bilen faşist diktatörlüğün bu saldırıları denilebilir ki salgın krizi boyunca da pervasız bir şekilde sürmüştür.
BİR TOPLUMSAL HAFIZA OPERASYONU OLARAK MEZARLARA VE CENAZELERE SALDIRI
AKP-MHP faşist ortaklığının uzunca bir süredir merkezi bir politika olarak sürdürdüğü ve sistemli bir biçime kavuşturduğu şehit düşen gerilla cenazelerine dönük saldırılar söz konusudur. Bu saldırılar; cenazeleri kaçırma, defin işlemlerini engelleme, şehit ailelerine tehdit ve baskı şeklinde boyutlu bir hal almıştır.
Kuşkusuz bu saldırının sebebi ‘ölüleri defnetme’nin toplumsal tarihin ve hafızanın bir biçimi olmasıdır. Toplumsal hafızaya çekilen bu operasyon yüzyıllardır egemenlerin kullandığı “eski” bir yöntem olup her dönem karşımıza çıkmaktadır. Tarihi ezilen ulus ve inançlara dönük katliam ve yok etme ile dolu olan Türk hâkim sınıfları ve onun bugünkü temsilcileri AKP-MHP faşist bloğu Kürt ulusal mücadelesine dönük fiziki saldırılarını sürdürürken, bu psikolojik savaş metodunu da kullanmaktan geri durmamıştır.
Bu politikanın sonucu olarak Van, Amed, Bingöl, Muş ve Hakkâri kentlerinde onlarca mezar taşları kırılmış, üzerlerindeki fotoğraflar ve yazılar silinmiş, aileler mezar taşlarını kaldırmaya zorlanmıştır. Daha öncesinde Garzan Mezarlığı’nda bulunan 267 gerillanın cenazesi çıkartılarak, ailelerine bile haber verilmeden başka yere götürülmüştü. Bu cenazelerin daha sonra Kilyos’ta kaldırıma defnedildiği öğrenildi. Faşist diktatörlüğün “cenazeler ile savaşı” onun Kürt düşmanlığında pervasızlığını ve ulaştığı aşamayı bir kez daha gözler önüne sermiştir. Hacı Lokman Birlik’in Cizre’de zırhlı aracın arkasında sürüklenen bedeni, Ekin Wan’ın cenazesine yapılan aşağılık saldırı ve Taybet Ana’nın özyönetim direnişinin sürdüğü Silopi’de sokak ortasında bir hafta kalan cansız bedeni, bu düşmanlığın başka bir fotoğrafıydı. Bu saldırılarla verilmek istenen mesaj, Kürt ulusunun kolektif hafızasının yok edilmesi ve değerlerinden soyundurulmasıdır.
TEPEDEN TIRNAĞA KÜRT DÜŞMANLIĞIYLA ŞEKİLLENEN BİR SALDIRI: KAYYUM
Kürt ulusal mücadelesinin silahlı güçlerini tasfiye etmeye dönük hayata geçirilen ‘barış süreci’nin ve Kürt ulusal demokratik mücadelesinin bir sonucu olarak 2015 yılına kadar Kürt Ulusal Hareketi nezdinde bir dizi demokratik kazanım ve legal olanak elde edilmiştir. Onlarca belediye ve parlamentoda güç elde etme durumu söz konusu olmuştur. Silahlı askeri gücü tasfiye etmenin ‘diyeti’ olarak sunulan legal olanaklar ve demokratik kazanımlar, Rojava’da yaşanan gelişmeler sonrası ‘barış süreci’nin askıya alınmasıyla birlikte çok yönlü gasp saldırısının aracı haline gelmiştir. Kayyum saldırısı olarak yansımasını gösteren bu süreçte onlarca belediye ve birçok büyükşehre kayyum atanmış, belediye başkanları tutuklanmıştır. Bu süreçte milletvekilleri ve belediye başkanlarının tutuklanması rutin, kayyum saldırısı ile sistemli bir hal alarak devam etmektedir.
HDP, 2019 yerel seçimlerinde 3 büyükşehir olmak üzere 65 belediye kazanmış, seçimi kazanan 6 belediye başkanına, KHK ile kamu görevlerinden alınmış olmaları nedeniyle mazbataları verilmemişti. 15 Mayıs sabahı Iğdır, Siirt, Baykan, Kurtalan ve Muş Altınova’nın HDP’li belediye başkanlarının gözaltına alınıp bu belediyelere kayyum atanmasıyla birlikte 59 belediyeden 45’ine kayyum atanmış oldu. Kürt ulusal mücadelesinin uzun erimli mücadeleler sonucu elde ettiği demokratik kazanımların gaspında ustalık kazanan Türk hâkim sınıfları, bu son hamleleriyle birlikte Kürt ulusunun imha, inkar ve asimilasyonuna dönük politikalarından bir nebze bile uzaklaşmadığını göstermiştir. Faşist diktatörlük kuruluş kodlarına uygun olarak işçi sınıfı ve halkın, ezilen ulus ve milliyetlerin, ezilen inançların, kadınların, LGBTİ+’ların her türlü örgütlülüğüne, haklarına ve demokratik kazanımlarına saldırı saikiyle hareket etmektedir. Bu doğrultuda halka yönelen silahlarını doldurmakta, zindanlarını inşa etmekte, yasalarını düzenlemekte, polis ve asker güçlerini konumlandırmakta ve bürokrasisini şekillendirmektedir. Tepeden tırnağa Kürt düşmanlığıyla şekillenen bir devlet gerçekliğinin bir yansımasıdır kayyum saldırısı. Bu saldırı salt Kürt ulusuna dönük olarak algılanmamalı, gemi azıya alan faşist saldırganlığının bir parçası olarak okunmalıdır. Salgını fırsata çeviren faşist diktatörlük bir yandan kayyum ile Kürt ulusuna saldırırken diğer yandan ağır sömürü politikalarıyla halkı sefalete mahkûm kılmaktadır.
Kayyum saldırısı sonrası KUH’un ‘en geniş kesimleri içeren’ demokrasi ittifakı önerisi tartışmaya muhtaçtır. Biliyoruz ki hâkim sınıf kliklerinin iki bloğu da faşist niteliklidir ve Kürt düşmanlığında, Kürt ulusunun imha ve inkârında aynı pozisyonda yer edinmişlerdir. Bu iki blok yine emekçi halka dönük saldırılarda da ortaklık halindedirler. Bu anlamıyla bu bloklardan herhangi birinden demokrasi, özgürlük vb. beklenmemelidir. Tam tersine bu klikler tarihsel olarak Kürt ulusal mücadelesinin gelişmesinin önünde en büyük engelleri oluşturmuşlardır. Faşist diktatörlüğün gasp ettiği legal olanaklar ve demokratik kazanımları vazgeçilmez ve esas olarak görmemeli, bunların sistem tarafından istenildiği zaman berhava edileceğini bilmek gerekmektedir. Bu temelde mücadele parlamentarist ve sistem içi olanaklara hapsedilmeden geliştirilmeli halkın bu bilinci geliştirilmelidir.
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 28 Mayıs 2020 tarihli 62. sayısından alınmıştır.