Kandıra 1 Nolu F Tipi Hapishanesi’nde bulunan tutsak Partizan İsmail Yılmaz’ın gazetemiz Yeni Demokrasi için farklı hapishanelerden tutsaklarla, “pandeminin hapishaneye etkileri” konulu röportaj dizisinin beşinci bölümünü yayınlıyoruz.
İsmail Yılmaz: Bize kendinizi tanıtır mısınız; hangi davadan yargılandınız, yargılanıyorsunuz, kaç yıldır hapistesiniz, ne zaman çıkacaksınız?
Mehmet Şahin: Ben Mehmet Şahin. 1970 Malatya-Doğanşehir doğumluyum. Üniversiteyi okurken 1991 yılında PKK hareketine katıldım. 1994 sonbaharında ise esir düştüm. Şimdiye değin çeşitli zindanlarda kaldım ve son 6-7 yıldır da Kandıra Hapishanesi’ndeyim. Normalde 2024 kasım ayında 30 yıllık cezam bitiyor. Ancak bir yandan infazlarımız yakılıyor ve öte yandan yeni yönetmelik nedeniyle, cezalarımızı yatmış olsak bile çok keyfi ve hukuksuz biçimde bırakılmıyoruz. Yani idare gözlem kurulları, bizlere ekten bir ceza vermektedir. Bu bakımdan kişi olarak bu realiteyi göz önünde bulundurarak daha zorlu bir mücadele dönemine kendimi hazırlamak istiyorum.
Ergül Çiçekler: 1976 Kars doğumluyum. (En azından kimliğe böyle yazılmış!) TKEP/Leninist davasından 1996 yılından beri tutsağım. Binlerce devrimci tutsak gibi ben de “müebbet hapis cezasıyla” onurlandırıldım. Normalde tutsaklığım 2026 yılında bitiyor. Tabi normalde! Zira son yapılan infaz düzenlemesiyle bu süre 2032’ye kadar uzatılabilecek.
Fehmi Arslan: 53 yaşındayım. (Bu kısım hapishane idaresi tarafından sansürlenmiştir.) 13 kardeşli kalabalık bir ailenin ortanca ferdiyim. Yaşamımın çocukluk dönemi sayılabilecek çağlarından itibaren Türkiye metropollerinde -maalesef- yaşamak zorunda kaldım. Maalesef diyorum çünkü bu öyle isteğe bağlı gelişen bir durum değildi. Ekonomik yoksunluk ve yoksulluğun getirmiş olduğu bir zorunluluk sonucuydu. Bir oğlumuz ve iki de kız torunumuz var. Nisa ve Evin. Yarınların tüm çocuklar için özgür bir eş yaşamla örülmüş olmasını dilerken bu anlamda mücadelemin sürdüğünü-süreceğini de belirtmek isterim.
İsmail Yılmaz: Koronavirüs salgınının hapishane hayatınıza yansımaları nelerdir? Hücre yaşamınızı nasıl etkiledi, etkiliyor. Hastane, mahkeme, gidiş gelişleriniz sırasına ne gibi sorunlarla karşılaştınız, karşılaşıyorsunuz?
Mehmet Şahin: Zaten, pandemi döneminden öncede zindanların durumu hiç iç açıcı değildi. Devletin dışarıda yürüttüğü politika aynı biçimde zindanlara da yansıyor. Yani dışarıda devrimci, demokratik ve sosyalist güçler üzerinde yürütülen baskı, sindirme politikasının daha derin ve inceltilmiş biçimini, zindanlarda ve özellikle de siyasi tutsaklar üzerinde uygulanmaktadır. Pandeminin başlamasıyla birlikte mevcut olan bütün haklarımız bir anda rafa kaldırıldı. Haftalık telefon görüşmesi ve ayda iki defaya mahsus olan kafalı görüş dışında hiçbir hakkımız yok. Doğal olarak 3 kişilik odalarımıza hapsedildik ve yaşamımız bu dar mekânda yürüyor. Bu yönüyle oldukça zorlayan, sıkıntılı bir süreç oldu. Yani devlet koronavirüsü gerekçe yaparak bizleri tam anlamıyla tecride mahkum etti. Tecridin yaratacağı sorunlar, doğal olarak cezaevi yaşamımızı olumsuz etkiliyor. Aile ve iletişim kanallarımız önemli oranda ortadan kaldırıldığından dolayı bu durum kendisiyle birlikte son derece dramatik bir tablo ortaya çıkarmaktadır. Kişi olarak bu süre zarfında, hastane ve mahkemeye gidişlerim olmadı. Özetle bu konuda sanıldığından daha fazla problemlerle yüz yüzeyiz.
Ergül Çiçekler: Korona zindanlara nasıl yansıdı. Zaten var olan tecridi birkaç kat daha ağırlaştırarak. Daha doğrusu devlet koronayı bahane ederek tecridi ağırlaştırdı. Hastane ve tedavi imkânlarımıza gelince görünüşte bu imkânlara sahibiz uygulamada ise durum tam tersi. Acil bir durum olsa dahi bir MR için bir ay beklemek gerekiyor. Kronik hastalığı olan tutsakların tedavisi ise muhteşem! Muayene bile etmeden ilaç veril geri hücreye atıyorlar.
(Bu kısım hapishane idaresi tarafından sansürlenmiştir.)
Fehmi Arslan: Tabi cezaevlerinin durumu, inşalarının dayandırıldığı temel zihniyet doğru bir şekilde bilince çıkarılırsa koronavirüs dönemini kavramakta da zorlanma yaşanmaz diye düşünüyorum. İktidarların muhalif olanları veya kendisi için tehdit algısı oluşturan kesimleri, ‘tipleri’ ne olursa olsun cezaevlerinde çürümeye dönük alıkoymaları söz konusudur. Her anlamıyla iletişimsizlik, insani gereksinimden yoksun bırakma ve asimilasyon esaslı tredman politikalarının “yasal” dayanağı haline dönüştürülen bu pandemi süreci, mevcut iktidar açısından adeta can simidine dönüştü demek, kanımca yanlış olmayacaktır. Gazete (takip edilen)lerin verilmemesi, spor, sohbet, atölye çalışmaları gibi aktivitelerin yaptırılmaması yine radyolara el konulması gibi pek çok örnek yanı sıra ailelerle “normale geçildi” demelerine rağmen açık görüşlerin yaptırılmamasının altında yatan da bahse konu politikaların sonucudur. Hastaların zamanında ve gereğince tedavi hattından yararlandırılmamaları, beslenme adına verilen yemeklerin besin değerinin bulaşmayışı hijyen sorunlarının ciddi boyutta olması da koronavirüs döneminin yaşanan sorunlarından oldu. Pandemi döneminde onlarca hasta tutsağın yaşamını yitirmiş olması aslında insanların tedavi hakkından yararlanma ve sağlıklı beslenme hakkına yaklaşımı da şüpheye yer bırakmayacak açıklıkta, orta yerde durmaktadır.
İsmail Yılmaz: Koronavirüs salgını aileniz üzerinde ne gibi etki bıraktı, ilişkilerinize bu nasıl yansıdı, yansıyor?
Mehmet Şahin: Ailem, (Bu kısım hapishane idaresi tarafından sansürlenmiştir.) pandemi öncesinde de çok sınırlı ziyaretime geliyordu. Pandemiyle birlikte sadece telefonda görüşebiliyorum. Doğal olarak bu görüşme metodu yüz yüze görüşmenin yerini doldurmamaktadır. Bu durum, daha fazla aileye karşı yabancılaşma hissiyatını doğurmaktadır. Doğal olarak, bu türden görüşmelerin yapılmayışı, aile ve akraba çevremi de zorlamaktadır. Özetle, koronavirüsten bizler kadar ailemiz de payına düşeni fazlasıyla almaktadır. Var olan tecrit durumunu daha da ağırlaştırmaktadır.
Ergül Çiçekler: Korona ailelerimize direkt yansıdı. Bu yansıma ailelerde iki tür tepkiyi genel olarak öne çıkardı. Tutsaklar üzerindeki tecrit ağırlaştırılınca bu durum ilk olarak ailelerde öfke yarattı. Yakınlarına iki yıldır sarılamayan ayda onlarla anca iki defa ve sadece bir saat (en fazla aileden iki kişinin görüşmesine izin veriliyor.) kapalı görüş yapabilen bu insanlar öfkelenmekte sonuna kadar da haklı. İkinci nokta ise daha ziyade duygusallaşma şeklinde oluyor. Anneler, babalar evlatların, eşler eşlere, çocuklar abilerine, ablalarına ulaşamıyor. Eskiden, bazen de olsa tutsaklardan bazılarına dışardaki yakınlarının vefatı durumunda asker nezareti şartıyla “son görev” için izin verilebiliyordu. Şimdi insanlar annelerinin, babalarının üzerine bir avuç toprak dahi atamıyor.
Fehmi Arslan: Yukarıda her anlamıyla iletişimsizlik diye ifade ettiğim husus, ailelerimizle olan görüşlerimizin engellenmesini da kapsıyor. Dışarıda insanlar işsizlik ve geçim sorununu öncesinde de yaşamaktaydılar. Ancak pandemi dönemiyle birlikte bu durum misliyle katlanmış durumdadır. Bir yandan bu yoksulluk ve yoksullaştırma tırmandırılırken diğer yandan hasta tutsakların aileleri tarafından ziyaret edemeyecekleri uzak cezaevlerine götürülmeleri de koronavirüs döneminde yaşanan bir husus oldu. Özelde ise ailemin gidip-gelemeyişleri onlar üzerinde de olumsuz etkiler yaratıyor. Yine pandemi yasakları adı altında yaratılan atmosfer insanların en yakınlarını dahi görme, ziyaret etme noktasında kaygı ve korkuya sevk etti. Komşunun komşusunu soramaz hale gelmesi-getirilmesi bu korku-kaygı atmosferinin sonucudur.
İsmail Yılmaz: Egemen güçlerin koronavirüs salgını üzerinden izledikleri politikayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Mehmet Şahin: Aslında kapitalizmin krizi yeni değil. Son 500 yıldır krizlerle boğuşa boğuşa yol almaktadır. Bu bakımdan sadece ekonomik, siyasi ve yönetim krizi değil benzeri krizleri de yönetmede önemli bir tecrübe edinmişlerdir. Pandemi süreci kapitalist sistemin ne kadar gereksiz ve aşılması gereken bir sistem olduğunu apaçık bicinde gözler önüne serdi. Sistemin birçok parametrede sürdürülemezliği bir kere daha tüm çıplaklığıyla kendini ele verdi. Ancak devrimci, demokratik ve muhalif kesimlerin dağınık ve parçalı karakteri nedeniyle egemen güçler çeşitli biçimlerde yıpranmış olsalar da bu kriz sürecini toplumu ve muhalefeti daha fazla baskılamanın birer aracı haline getirdiler. (Bu kısım hapishane idaresi tarafından sansürlenmiştir.)
Ergül Çiçekler: Egemenler, güya o süper güçlü devletlerin korona için izledikleri politika tek bir politika değil. Önce koronayı ciddiye almadılar ya da demokratik hakları budamanın bir aracı olarak gördüler. Kimisi “sürü bağışıklığı”ndan bahsetti, kimisi Çin’i suçladı. Bu topraklardakilerse yalanın ve atıp tutmanın, kırılması mümkün olmayan yeni rekorlarını kırdılar ve işçi, emekçileri fabrikalarda, tarım alanlarında, üretim tesislerinde çalışmaya mecbur ederek adeta katliam yaptılar. Özetle egemenler için esas olan kârlarıydı ve de çarkların dönmesiydi…
Ancak gidişat kısa sürede başka bir boyut kazanınca ve başkentlerden Çav Bella gibi devrimci marşlar yükselince devletler hemen aşı çalışmalarına hız verip, sus payı olarak ciddi miktarlarda para dağıttılar. Hem de kısa süre öncesine kadar ölüme terk ettikleri insanlara. Hatta ciddi manada üretimi durdurdular da. Yani kapitalizmin kutsal çarkı, fabrika çarkları bir süre durdu. Tabi hepsi yükselen sistem karşıtı tepkiyi engellemek içindi. Zaten yoğun aşılamayı da başlattılar yani işçilere, emekçilere yeniden fabrikaların ve madenlerin yolu göründü. Üstelik koronanın yeni varyantları hızla yayılıyorken. Muhtemel yeni bir tepki dalgası da bu nedenle kapıda.
Tabi başından beri koronayı yönetmenin bir aracı olarak kullanmaya çalıştıkları da bir sır değil. Bu salgın milyonları manipüle etmekten tutalım da her türlü hak arama eyleminin önüne de bir set gibi çekildi ve her türlü devlet terörünün bahanesi olarak kullanıldı hala da kullanılıyor. Korona egemenlerin yeni sahip olduğu adeta biyolojik bir silah gibi de kullanılıyor. Ancak bu konu henüz yeterince tartışılmadı. Tartışılmalı!
Fehmi Arslan: Egemenler sağlık gibi insanların daha hassas olabileceği bu durum üzerinden -kapitalizmin yaşamakta olduğu derin yapısal krizden kurtulmak için- iktidar mekanizmasını daha da kalıcılaştırma yönünde kullanmayı esas aldı demek yanlış olmaz. Hatırlayalım, insanların “sağlık durumlarını” takip amaçlı çip takılması yönünde haberler uzunca süre gündem oldu. Bu aslında daha fazla kontrol, daha fazla kendine bağımlı kılma ve daha fazla biriktirme amacını gütmektedir. Pandemi dönemi sermayece fırsata dönüştürülmek birikimine birikim katma olarak kullanılırken 3. Dünya Savaşı diye tanımladığımız ve özelde Kürdistan ve Ortadoğu’da savaş her geçen güç daha da tırmandırılmaktadır. Pandemi döneminde her zaman olduğu gibi kimi PR çalışmalarıyla halk sağlığı örtüsü altına gizlenen de daha fazla egemen olma, özünde sermaye ve iktidar biriktirilmesinin dışında bir anlam ifade etmiyor.
İsmail Yılmaz: Devrimci, demokratik güçler bu süreci nasıl karşıladı, karşılıyor? Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Mehmet Şahin: Devrimci, demokrat güçler, her zamanki gibi bu koronavirüs sürecine de hazırlıksız yakalandılar. Zaten bu durum muhalif cephede kronik bir hastalığa dönüşmüş durumda. Küresel kapitalizme karşı küresel demokrasi ve özgürlük talebiyle örgütlü bir güce dönüşemeyen demokrasi güçleri hep savunma konumunda kalmaktadır. Bu durum maalesef pandemi döneminde de görüldü. Devlet ve egemen kesimler, toplumu ve muhalefeti evlere kapatırken, sokaklar devlete kaldı. Bu bakımdan muhalif güçler bu sürece hazırlıksız yakalandı ve kararlı bir duruş gösteremediler. Bir yılı aşkın bir süredir devam eden pandemi döneminde de demokrasi cephesinde kimi kıpırdamalar olsa da genelde bir gerilemenin olduğunu belirtmek yanlış olmaz. Aslında mevcut pandemi krizini devrimci bir fırsata dönüştürüp her alanda kapitalizmin kalelerini vurmak mümkündür, maalesef mevcut zayıflıktan dolayı verilen emek ve mücadeleler, sonuç vermemektedir. Tabi ki bir kader değildir, pasifizme ve giderek gerilemeye yol açan kaderi parçalamak, demokrasi ve sosyalizm bayrağını tarihe yaraşır biçimde dalgalandırmak pekâlâ mümkündür. Ancak burada gerçek bir yeniden yapılanma ve tarzda devrimcileşmeyle olanaklı olacaktır. Hâlâ geç kalınmış değildir. Ancak mevcut tarzda ısrar ve tekrar, bizleri aynı sonuçlara götürecektir. Bu anlamda, kendine güven temelinde umudu büyütmek her zamankinden daha elzemdir.
Ergül Çiçekler: Devrimci güçler bu süreci nasıl karşıladı ve karşılıyor? Buna zindandan biri olarak net bir cevap vermek ne derece mümkün bilemiyorum. Zira bunu esasen dışardaki sizlerin yapması daha sağlıklı olacaktır. Bununla birlikte iki noktaya dikkat çekmekte bir sakınca olmasa gerek. İlki, faşist devletin zaten hep var olan saldırılarına eklenen koronayla gelen yeni zorluklar her şeyi çok daha zorlaştırdı. Ancak tüm bunlara rağmen mücadele kesintiye uğramadı. Bu ciddi bir tehlikeydi, hala da sürmekte; ancak devrimci güçler bunu önleme başarısını gösterdi, bundan sonra da göstereceğine inancımız tam. Bedeli ağır oldu, oluyor. Korona birçok devrimciyi yaşamdan kopardı ancak mücadele kesintiye uğramadı. Bunu bir başarı olarak görmek ve bu başarıyı devrime olan inancımızla selamlamalıyız ki selamlıyoruz da.
İkinci nokta maalesef ilki kadar başarılı olamadığımız noktadır. Korona emperyalist kapitalist sistemin içinde olduğu çöküş sürecini çok açık ortaya serdi. Ancak biz esas katilin korona değil bu sistem olduğunu kitlelere yeterince anlatamadık, anlatamıyoruz. Koronayla ortaya çıkan imkânları yeterince değerlendiremiyoruz. Oysa ezilenlerin içinde biriken ciddi bir öfke, sınıf kini var ve biz bunun pratiğe dönüşmesine ön ayak olamadık. Tabi bunun birçok nedeni, önümüze çekilen setleri var. Fakat sorun da bu, bunlara rağmen yapabilmeliydik. Biliyorum bu söylediğim daha önce söylendi, söylenmiştir fakat gene de dikkat çekilmeliydi. Ayrıca bu sorunun aşılacağına da inancımız tam.
Korona bizde ve tüm dünyada yeni bir öfke dalgası yarattı, yaratıyor. Bu hem milyonların bilinç düzeyini hem de devrimci hareketi ilerletecek, bunun imkânlarını yaratacak. İnsanlar durduk yere devrimci marşlar söylemezler. Korona, insanları kırıp geçirirken söylenen bu marşlar bir başkaldırı çağrısına benziyordu yani nostalji olsun diye söylemediler. Bu çağrı emperyalist kapitalist sisteme karşı, onun insan düşmanı özüne karşı yapıldı. Sonrası da gelecektir.
Fehmi Arslan: (Bu kısım hapishane idaresi tarafından sansürlenmiştir.)
İsmail Yılmaz: Koronavirüs salgınının en çok kadınlar üzerinde etkili olduğu görülüyor. Sizce bu etkiler nelerdir? Ne gibi sorunlara yol açtı, açıyor?
Mehmet Şahin: Salgın döneminden belirttiğimiz gibi en fazla etkilenenler kadınlar oldu. Pandeminin öncesinde zaten kadının evde, işyerinde sokakta ve fabrikada yaşadığı sıkıntılar bilinmektedir. Ancak, pandemiyle birlikte yaşadığı bu problem ve cinsiyetçi yaklaşımlar birkaç misli daha arttı. Yani koronavirüsün en fazla vurduğu ve nefessiz bıraktığı kesim kadınlar olmuştur. Son 1 yıldır kadın cinayetlerinden tutalım, intihar, taciz ve tecavüz vakalarına bakıldığında, kadının ne türden devasa problemlerle yüz yüze kaldığı görülür. Son dönemde iktidarın İstanbul Sözleşmesi’nde çekilmesi, kadın özgürlük mücadelesinin ne tür badirelerle boğuştuğunu en iyi biçimde ifade eder niteliktedir. Bu sadece Türkiye özgülünde yaşanan bir olgu değildir. Dünyanın birçok bölgesinde benzer fotoğraf karelerini görmek mümkündür. Ancak kadın mücadelesi devrimci demokrasi mücadelesinin önemli bir öznesi olduğu oranda kapitalizme ve devletin her türlü zorbalık ve tahakkümüne dur denilecektir.
Ergül Çiçekler: Kadınlar ve korona sorusunun cevabını kadın tutsak arkadaşlara bırakıyorum.
Fehmi Arslan: Aslında kökleri bin yıllar öncesine dayanan konuyu koronavirüs süreciyle sınırlı ele almak oldukça dar kalacaktır. Ancak özce de olsa şunları belirtilebilirim; özünde bir zihniyet sorunu olduğu bir gerçekliktir. Egemenlerin “önce kadınları vurun” söylemi koronavirüs günlerinde de kadınları daha fazla “eve kapatın” gibi zuhur etti. Sokaktan, çalışma-üretim alanlarından en fazla uzaklaştırılan kadınlar oldu. Eril-egemen zihniyetin sonucu her gün katledildiğini tecavüze uğramaya, yok sayılmaya devam edildiğini biliyoruz. Dolayısıyla da sorunun bizzat öznesi yani kadın tarafından dile gelmesi daha sağlıklı olur diye düşünüyorum. Bizlere düşen görev ve sorumluluk ise bu tutuma doğru bir yoldaşlık geliştirmek olur.
Kürt Özgürlük Hareketi kendisini aynı zamanda Kadın Özgürlük Hareketi olarak da tanımlar. Demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü paradigmasıyla da yaşamı inşa etmeyi hedefler. Bu anlamda eş yaşamı esas alır.