[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Makaleyi dinle “]
“Çözüm süreci”ni bitirip geleneksel imha ve inkâr politikasını devreye sokan faşist Türk devleti başta T. Kürdistanı’nda olmak üzere birçok şehirde tarihine yakışan katliamlara imza attı. “Çözüm süreci” özünde faşist Türk devletinin geleneksel imha ve inkâr politikasının kararlılıkla ama başka ad altında uygulanmasından başka bir şey olmadığı masanın devrilmesi ile teyit edildi. Kuşkusuz bu bir devlet politikasıydı. AKP bu politikaya sadakatini hiç yitirmedi.
Bununla birlikte hâkim sınıflar arasındaki kavga kızışıyor, iç hesaplaşma artık birlikte yürünemeyeceğine işaret ediyordu. Bu kavga 15 Temmuz darbe girişimiyle ete kemiğe büründü. Hâkim sınıflar arasındaki kavganın özü, yani bu hesaplaşmanın anlamı yönetme krizidir. Temmuz ayında bu kriz ayyuka çıkmıştır. Faşist Türk devleti bu krizi Cumhur İttifakı ile aşmaya çalışmıştır. AKP, MHP, güvenlik bürokrasisi, BBP, tarikatlar ve tabii ki ulusalcılardan oluşan yeni koalisyon, devletin kısa süre öncesine kadar yol verdiği Gülen Cemaatine yönelip iç hesaplaşmayı tamamlamaya soyundu.
Bu ittifakın bir yönü Gülen Cemaatiyle hesaplaşmak olsa da esası, bileşenlerinin de gösterdiği gibi toplumsal muhalefetin en diri güçlerine, başta Kürt ulusal hareketi olmak üzere komünistlere ve devrimcilere yönelmekti. Söz konusu olan yönetme krizini aşmaktı; çünkü devlet acziyet içindeydi. Hem toplumsal muhalefetteki toparlanma hem de bölgesel gelişmeler -Kürt ulusal hareketinin ciddi kazanımlar elde etmesiyönetme zafiyetini derinleştiriyordu. Bu “benzemez”lerin ama özünde farklı sermaye kesimlerinin bu uzantılarının faşist Türk devletinin çıkarları söz konusu olduğunda bir araya gelmeleri şaşırtıcı değildir.
Cumhur İttifakı geleneksel devlet politikasının en tutarlı fakat en zayıf koalisyonu olarak dünyaya geldi. En tutarlı ittifakıydı; çünkü yönetme krizinin doğurduğu bu koalisyon, geleneksel devlet politikasına sarılmaktan başka seçeneğe sahip değildi. En zayıf koalisyonuydu; çünkü ne geleneksel devlet politikası ne de Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi yönetme krizine çözüm oldu/olabildi. Aksine hem bu yeni koalisyon hem de yeni hükümet sistemi yönetme krizini daha da derinleştirdi.
Yönetme krizini aşmak için güçlerini birleştirip toplumsal desteğe ihtiyaç duyan bu koalisyon Gülen Cemaatiyle hesaplaşmakla yetinemezdi. Öyle de oldu. “Çözüm süreci”nin bitirilmesi ile başlayan yeni dönem 15 Temmuz ile taçlandırıldı. Toplumsal muhalefet artık bir kırılmanın eşiğindeydi. Devlet faşist karakterine uygun politikaları kararlılıkla ama acziyet içinde olduğu için uygulamak zorundaydı. Toplumsal muhalefetin en diri güçleri devletin bu azgınca saldırılarını başarıyla karşılayamadı. Kuşkusuz bunun birçok sebebi var; ancak bu yazının içeriğinin konusu olmadığı için bunu not düşmekle yetiniyoruz.
Bugün aynı koalisyon aynı politikayı uygulamakla ısrar ediyor. Bunun birinci sebebi yönetme krizinin her geçen gün daha fazla derinleşmesidir. Komprador burjuvazinin, bürokrat burjuvazinin, güvenlik bürokrasisinin, toprak ağalarının, orta burjuvazinin faşist ve sağ kanadını oluşturduğu bu koalisyon geleneksel devlet politikasına sadakatle bağlıdır. Bununla birlikte bu bağlılık ya da ilgili politikanın kararlılıkla uygulanması kelimenin gerçek anlamıyla bir zafiyetin, yönetme krizinin, olası kalkışmaların yaratacağı tahribatın giderilemez sonuçlar yaratabileceği endişesinin ifadesidir. Kuşkusuz meselenin diğer bir yönü de hâkim sınıflar arasındaki yönetme erki üzerinde sürdürülen kavgadır. Ama bu kavganın amacı hiçbir zaman devletin acziyetini derinleştirmek olmadı.
Yönetme krizi bizim gibi ülkelerde yapısal bir olgudur. Faşizmin dönemsel değil sürekliliği de bununla ilişkilidir. Rıza üretilemediği yerde, zor açıkça uygulanır. Aslında faşist Türk devletini yönetme erkine talip olan hâkim sınıf partileri toplumsal fay hatlarını diri tutarak yani “zor”u dolaylı bir şekilde devreye sokarak rıza üretmekte pek mahirdirler. Zor ve rıza üretimi iç içe geçmiştir bir anlamda.
Uzağa gitmeye gerek yok. Birkaç aylık tablo dahi bize hâkim sınıfların acziyetini göstermeye yeter. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü’nde devletin uyguladığı yasaklar, ablukalar, dahası azgınca saldırılar bizlere tek bir gerçeği işaret ediyor: Korkuyorlar! Korkuyorlar; çünkü eskisi gibi yönetemiyorlar. Bununla birlikte Cumhur İttifakı’nın en gerici bileşenleri, feodal unsurlar-tarikatlar başta olmak üzere- bu politikayı hararetle savunuyorlar. Kadınların toplumsal yaşamda görünür olması bu kesimler için kabul edilebilir bir şey değildir.
Cumhur İttifakı, Kürt ulusal hareketinin yönetiminde olan belediyelere kayyım atayıp milletvekillerini, siyasetçilerini tutuklayarak Kürt hareketinin gücünü kırmayı, onu hareketsiz bırakıp etkisini sınırlandırmayı, kriminalize ederek izole etmeyi amaçlamıştır. Diğer taraftan da Kürtler üzerine uygulanan bu baskı Cumhur İttifakı’nın gücünü konsolide etmesinin aparatı olarak kullanılmıştır.
Kürtlere dönük saldırılar, tutuklamalar, gözaltılar, dahası katliamlar bu koalisyonun mottosudur. Cumhur İttifakı bileşenlerinin ortak noktası Kürt ulusunun haklarının gasp edilmesi politikasının kararlılıkla savunulmasıdır. Güvenlik bürokrasisini de ulusal burjuvazinin sağ kanadını da motive eden budur. Şebnem Korur Fincancı’nın tutuklanması, mahkemede uygulanan abluka Fincancı’nın devletin sinir uçlarına dolaylı yoldan dokunması ile alakalıdır. Kürtlerin yaşadıklarına ilişkin bir iddiayı dahi dile getirmek, araştırma talep etmek devlet açısından hoş karşılanacak bir durum değildir.
Cumartesi Anneleri’nin buluşmasına izin verilmemesi, tutsak ailelerinin çocuklarının seslerinin duyulması için sokağa çıkmalarına tahammül gösterilmemesi, Bekaert grevinin “milli güvenlik” gerekçesiyle yasaklanması, kısacası her türlü hak arama mücadelesine karşı sergilenen/uygulanan yasaklar, saldırılar bu koalisyonun, Cumhur İttifakı’nın karakteriyle, onu doğuran koşullarla doğrudan ilişkilidir. Yani yönetme krizinin ifadesi olan bu koalisyon devletin faşist karakterine uygun davranmak zorundadır. Bu koalisyonun ömrünü uzatmak için elinde kalan tek seçenek budur.
Her türlü hak arama mücadelesine karşı sergilenen bu azgınca saldırılar bize, hâkim sınıfların yaklaşan tehlikenin farkında olduklarını anlatıyor. Devletin çürümüşlüğü içten içe huzursuzluğu mayalıyor. Huzursuzluğu örgütlemek, öfkeye dönüştürüp örgütlü mücadelenin kaldıracı yapmaktan başka seçeneğimiz yoktur. Tıpkı hâkim sınıfların bu huzursuzluğu öfkeye, örgütlü güce dönüşmeden boğmaktan başka seçenekleri olmaması gibi.
Gramsci, krizi eskinin ölmekte olduğu ama yeninin de bir türlü doğamadığı koşulları ifade etmek için kullanmıştı. Yeninin doğmasının işaretleri eskinin çürümüşlüğünde açığa fazlasıyla çıkıyor. Saldırıyorlar demiştik; çünkü korkuyorlar. Korkularını büyütme görevimize sarılmaktan başka seçeneğimiz yok!