Kandıra 1 Nolu F Tipi Hapishanesi’nde bulunan tutsak Partizan İsmail Yılmaz’ın gazetemiz Yeni Demokrasi için farklı hapishanelerden tutsaklarla, “pandeminin hapishaneye etkileri” konulu röportaj dizisinin üçüncü bölümünü yayınlıyoruz.
İsmail Yılmaz: Bize kendinizi tanıtır mısınız; hangi davadan yargılandınız, yargılanıyorsunuz, kaç yıldır hapistesiniz, ne zaman çıkacaksınız?
Önder Çarkcı: Öncelikle Yeni Demokrasi emekçilerini selamlar, çalışmalarında başarılar dilerim. Ben 1973 Çewlig (Bingöl) doğumluyum. Devrimci Yol davasından yargılandım. 1996’da başlayan mahpusluk sürecin 2009 yılında beri ağırlaştırılmış müebbet olarak devam ediyor.
Özkan Gerçek: On iki yıldır MLKP’li bir tutsak olarak hapishanedeyim, ağırlaştırılmış müebbet tutsağım.
İsmail Yılmaz: Koronavirüs salgınının hapishane hayatınıza yansımaları nelerdir? Hücre yaşamınızı nasıl etkiledi, etkiliyor. Hastane, mahkeme, gidiş gelişleriniz sırasına ne gibi sorunlarla karşılaştınız, karşılaşıyorsunuz?
Önder Çarkcı: Koronavirüs salgınının hapishane hayatına yansıyan somut koşullarından başlayalım. Biz ağırlaştırılmışların ayda bir açık ve bir de kapalı iki görüş hakkımızdan açık görüş hakkımız kapalı olarak yaptırılıyor. Ayda 1 saat 15 dakika spora çıkma hakkımız ve mahkeme kararıyla edindiğimiz bilgisayar kullanmak gibi faaliyetler gasp edildi. Sadece 15 günde bir yaptığımız telefon ile görüşme hakkımız 10 dakikadan 20 dakikaya çıkarıldı. Tüm mahpuslar açısından ziyaretlerimiz iki kişiyle sınırlandırıldı. Diğer mahpusların çok daha fazla hakları iptal ediğinden, bu süreçten çok daha fazla etkilendiklerini söylemeliyim. Adeta ağırlaştırılmışlar ile infaz koşulları eşitlendi!
Hastane ve mahkemelere gidiş gelişler daha bir eziyete dönüştü. Yolculuk “tek kişilik hücre ring” ile yapılıyor. Dönüşte uygulanan karantina (14 gün) oldukça sağlıksız, hijyenik olmayan hücrelerde tutularak yapılıyor. Ayrıca bu süreçte mahpuslar ölen yakınlarının cenazelerine de katılamıyor. Kısacası biz mahpuslar bu süreci “tam tecrit” koşullarında geçirdik, geçiriyoruz.
Tüm bu koşullara rağmen, salgını dışarıdaki insanlar kadar yoğun hissettiğimizi söyleyemem. Çünkü biz, zaten dışarıdaki kısıtlamalar ile karşılaştırılmayacak kadar ağır bir tecrit hayatı sürdürüyoruz. Uzun süre tecrit koşullarında yaşamak zorunda kalmak, ister istemez var olan koşullara uyum sağlamayı beraberinde getiriyor. Bu, koşulları kabullendiğimiz anlamına gelmez. İnsan, içine girdiği mekânın gerçekliğine önce uyum sağlar sonra kendi ihtiyaçları doğrultusunda değiştirir ve yeni bir mekâna dönüştürür. Her mekânın bir ideolojisi vardır. Egemen ideoloji mekânda temsilini bulsa da bu egemen temsile karşı temsil ile cevap verilir, mekânda gedikler açılır. Bu, hapishaneler için de böyledir. O gedik, mahpusun günlük pratiğinde yansımasını bulur.
Eve kapanma, mesafe ayarı gibi gibi salgın önlemlerinin insanları nasıl bunalttığını çok iyi anladığımızı düşünüyorum. Tabi bu süreçte, ailelerimiz de tecridin ne olduğunu daha iyi anladıklarını ifade ediyorlar. Bu karşılıklı empatik durumun mahpuslar, aileler ve ilgili insanlar ile sınırlı olduğunu düşünüyorum.
Kısacası biz mahpuslar, dışarıdaki insanlar kadar koronavirüs salgınından etkilendik diyemem.
Özkan Gerçek: Salgın süreci ve yasaklar tüm hapishanelerde olduğu gibi burada da kısıtlı olan sosyal yaşamı büyük oranda sonlandırıldı. Tedbirler ilk elden kapalı-açık görüşlerin kaldırılması, avukat görüşlerinin kısıtlanması, sohbet-spor gibi faaliyetlerin durdurulması biçiminde yansıdır. Normal hükümlüler için haftalık, bizler için on beş günde bir yapılan telefon görüşmeleri dışarısıyla tek iletişim kanalı oldu. Posta ve kolilerde rutin aksamalara ek olarak karantina nedeniyle bir süre bekletilmesi pek çok tutsağın ihtiyacı olan kitap, kıyafet gibi temel malzemelere ulaşmasını geciktirdi. Bunlar pandemide tutsakların yaşamına doğrudan etki eden sorunlar oldu.
İsmail Yılmaz: Koronavirüs salgını aileniz üzerinde ne gibi etki bıraktı, ilişkilerinize bu nasıl yansıdı, yansıyor?
Önder Çarkcı: Salgının başından itibaren çok zorunlu olmadıkça ailemin ziyaretime gelmesini istemedim. Sadece telefon ile görüşüyoruz. Bu nedenle salgının ailem üzerindeki etkilerini doğrudan gözlemleme olanağım olmadı.
Ailemle karşılıklı özlemek dışında; ekonomik problemlerden, işsizlikten, eve kapanmadan; eş, dost, akraba ile ilişkilerin seyrekleştiğinden çokça yakındıklarını söyleyebilirim. Türkiye’de uzun bir zamandır “geniş aile” dayanışması daralma eğilimindeydi. Salgın bu eğilimi iyice derinleştirmiş; adeta “her koyun kendi bacağından asılır” hale gelmiş! Felaketler, normal şartlarda, dayanışmayı güçlendirir. Ancak bu musibet söz konusu olduğunda, tam tersi olmuş. Mesafe ayarı, ölüm korkusu ve başkalarına virüs bulaştırma vebali bu sonuca yol açmış olabilir. Cenazelerini defneden insanların yaşadığı yalnızlık da cabası…
Özkan Gerçek: Salgın dönemince yaş sınırından seyahat ve sokağa çıkma yasağı nedeniyle pek çok tutsak arkadaşın aile büyükleri, anne-babası görüşlere gelemedi. Bu aileler cephesinden yansıyan sorunun önemli kısmıydı.
İsmail Yılmaz: Egemen güçlerin koronavirüs salgını üzerinden izledikleri politikayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Önder Çarkcı: Başta ciddiye alınmayan virüs yayıldıkça tüm dünyada bir krize dönüştü. Biz 70’lerden beri zaten “sürekli krizler” ortamında yaşıyoruz. Bunalımın çözümü olmadığı için “yönetilmesi” esastır. Bu doğrultuda her şey kullanışlı bir enstrümana dönüştürülerek kriz yönetilir. Ulusal, dinsel, cinsel vb. çelişkiler “kriz yönetimi” için kullanılıyorken diğer bir deyişle “sınıf savaşımının perdelenmesinde” kullanılıyorken koronavirüs salgınının bu anlamda bir “fırsat” olarak kullanılmayacağını düşünemeyiz. Nitekim bir fırsat olarak kullanılmaya başlandı.
Sistemin güvenliği için koronavirüs salgını gerekçe gösterilerek tüm hak ve özgürlükler kısıtlanmaya başlandı. Muhalif (sistem içi-dışı) hareketlerin faaliyetleri yasaklandı, yasaklanıyor.
Ekonomik açıdan yüksek kazanç sağlayan bir meta olarak aşı “aşı milliyetçiliği” tartışmaları gölgesinde ve gerçekliğinde pazarlanıyor, sermaye ihya ediliyor.
20 yıldır Türkiye’yi yöneten, 15 Temmuz’u “Allah’ın lütfu”na dönüştüren AKP iktidarının koronavirüs salgının tüm muhalif hareketleri bastırmanın aracı haline getireceği belliydi zaten.
Salgın sürecinde şirketler kârlarını katlarken işçiler kırıma uğratıldı. Maske, mesafe, temizlik kuralına aykırı, kitlesel olarak çalışan işçiler için sanki virüs yokmuş gibi davranıldı ve salgının yapılmasına, kitlesel ölümlere yol açtılar; tıpkı iktidarın kitlesel mitingleri ve toplantıları gibi… Tazminat ödememek için “ücretsiz izin”, patronların sık sık başvurduğu bir silaha dönüştü, işçiler kaderlerine terk edildi. İşsizlik Fonu, işsizleri değil patronları fonlayan bir kurum zaten! İşsizlik nedeniyle intiharlar kitleselleşti. Sadece eğlence sektöründe 120’nin üzerinde müzisyen yaşamına son verdi. İşsiz bırakılan insanlara kesilen koronavirüs cezaları, iktidarın halktan para topladığı bir Delidumrul uygulamasına dönüştürüldü. Neoliberalizme kurban edilen tarım ve hayvancılık salgında iyice çökertildi. Kitlesel ölümlerin yoksulluğun yaşandığı böylesi bir süreçte iktidar, muhalif belediyelerin halka yaptığı yardımların bile önünü kesmeye çalıştı!
Tüm bu olanlar karşısında oluşan tepkileri salgın gerekçesiyle engelleyen iktidar, OHAL’i, grevleri yasaklamak için nasıl kullanıldıysa koronavirüs salgınını da öyle kullandı; üstelik pervasızca: TBB seçimlerini yasaklarken “lebalep” kongrelerini, mitinglerini gözümüze gözümüze soktu!
Özkan Gerçek: Koronavirüs salgını, kapitalist üretim ve yönetim sisteminin doğada yarattığı tahribatın dolaysız sonuçlarından biri oldu. Bu bakımdan ne ilk ne de son olacak. Buna rağmen salgın sürecinin egemen güçler cephesinde de öncelikle bir şaşkınlık yarattığı söylenebilir. Salgının ciddiyeti ve bu derece hızlı yayılabileceği öngörülemedi. 2019’un sonunda ilk olarak Wuhan’da görülen virüs çok kısa bir zaman diliminde ülke sınırlarını, dahası kıtaları aşarak dünyanın dört bir yanına yayıldı. Salgının yayılma hızına oranla buna karşı geliştirilecek önlemler noktasında hiçbir devlet yönetimi vaktinde harekete geçmedi. Sonuçlar hem sağlık hem ekonomi alanında tam anlamıyla krize dönüşmeye başladığında tedbirler yeni yeni hayata geçirilmeye çalışıldı. Ancak kriz patlak vermişti bir kere. Bu aşamadan sonra burjuvazi için tek amaç kendi sınıfsal çıkarlarını korumak ve krizin faturasını ezilen kitlelere çıkarmak oldu. Alınan tedbirler, getirilen yasaklar hep bu doğrultuda hayata geçirildi. Sokağa çıkma yasaklarında ücretli izne tabi tutulması gereken milyonlarca işçi-emekçi sağlıksız koşullarda çalıştırıldı. Yüzbinlerce küçük işletme kısıtlamalar nedeniyle kepenk kapatarak iflasa sürüklendi. Üretici köylüler ürünlerini pazara süremedikçe daha fazla yoksullaştı. Pandemi süresince yürürlüğe giren yasaklar ve kısıtlamalar zenginler için hiçbir şey ifade etmezken yoksul yığınlar için fazla açlık ve sefalete yol açtı.
Salgın süreci bize hem yaşadığımız coğrafyada hem de dünyanın geri kalanında sağlık sisteminin çürümüşlüğünü ve tümüyle kâr odaklı bir altyapıya sahip olduğunu gösterdi. Bir dönem boyunca ekranlara yansıyan hastane ve morg görüntüleri sistemin tükenmişliğinin somut görüntüsüydü. Virüsün yayılma düzeyi ve ölüm oranları sürecin doğru yönetilmediğinin en net ifadesiydi. Hastalık verilerinin ve ölüm oranlarının kamuoyuna doğru yansıtılmadığı da işin başka bir boyutu. Sağlık, ekonomi, siyaset ve toplumsal alanda yaşanan bu kriz süreci esasında doğrudan yapısal bir soruna işaret ediyor, önlem alınarak çözülemeyecek yapısal bir krize.
İsmail Yılmaz: Devrimci, demokratik güçler bu süreci nasıl karşıladı, karşılıyor? Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Önder Çarkcı: Ben başarılı bir sınav verildiğini düşünmüyorum. Elbette her siyaset kendi gücü oranında mücadelesini canla başla veriyordur. Ancak “temelde” yanlış giden bir şeyler var. O düzeltilmedikçe çabalarımız yerini bulmuyor, gelişemiyoruz, halklaşamıyoruz.
Devrim kitlelerin eseridir, diyoruz ama kitlelere ulaşmak için denenmiş ve sonuç alınamamış ya da tam alınamamış, bildik yol ve yöntemlerimizin dışına çıkamıyor daha yaratıcı yol ve yöntem geliştiremiyorsak, sorunumuz sadece örgütlenme yol ve yöntemlerimizde değil; ideolojik, politik pratik “yapımızda” demektir.
Toplumdaki siyasi skalada, eğer bir sosyal eğilim olarak bile taban kazanamamış, bir siyasi faktöre dönüşmemişsek suçu, kabahati faşist baskılarda arayamayız. Faşizmin varlık sebeplerinin en başlıcası zaten sosyalist eğilimi ezmektir. Dünyanın her yerine bu baskılar var ve her zaman böyleydi. Buna rağmen devrimler yapıldı. Sorun sistemin faşist baskılarında değil bizim zihni kodlarımızda.
Biz artık farklı fikirlere kendini kapatan, bilimden kopuk birer dini tarikat görünümünden; düşünce üretemeyen bu zihni tembellikten kurtulmak zorundayız. Yapılan cılız tartışmalar bile “yapılara” işlemiyorsa bir adım bile ileri gidilemez. Diğer bir değişik, geçen yüzyılın sosyalizm modeline tutunmuş, eleştirmek yerine, tüm çabamızı, denenip yenilmiş bir modeli savunmaya adıyoruz. Ya da sınıfların, dolayısıyla diktatörlüğünün reddiyesine varan/dayanan, küreselleşme ideolojisinin soldan versiyonu olan bir kimlikçi siyaseti albenili şekilde öne çıkaran, sosyalizm ile komünizm, hatta komünizm ile anarşizm arasındaki farklılıkları belirsizleştiren, aynılaştıran “post”lara teşne olabiliyoruz, kolayca!
Çıkış gözlerimizin önündeydi: Gezi! Gezi ruhunu devrimci bir özneye dönüştürmekti. Yapmadık! Çünkü küçük iktidarcıklarımızdan vazgeçmiyoruz!
Umutsuz değiliz tabi ki, gelişen bir toplumsal süreç var ve çok güçlü bir sol/sosyalist damara sahip. Su akar er ya da geç devrimci yolunu bulur.
Peki ne yapılabilir? Koronavirüs salgını gibi toplumsal süreçlere müdahale etmek için derinlikli politikalar üretmek bu doğrultuda hareket etmek; sokağa çıkmak, farklı toplum kesimleriyle (en azından) dirsek temasında olmak halktan öğrenmek ve bu doğrultuda derinleşmek gerekiyor. Katı olan her şey kırılır! Meşrebimizce “esnekleşmeliyiz!” Yeni bir sosyalizm modeli için netleşmeliyiz.
Burada iki noktaya değinmek gerekiyor. Birincisi; toplumsallaşması yoğunlaşıp daha büyük birliklere dönüştükçe insan, sürüden bireye doğru bir yol yürüdü. Kapitalist toplumda birey, en üst seviyeye ulaşarak bencillikle yozlaştı. Postmodern bireyin geçmiş ve gelecek ile ilgisi yok. O, “an”ı yaşıyor! Kapitalizmin empoze ettiği bu birey anlayışı sanal dünyanın gelişmesiyle daha da derinleşti. Bu bilinç, örgütlenme anlayışını törpülüyor, dayanışmayı hiçleştiriyor… Bu bireyciliğe karşı sosyalist insan anlayışı doğrultusunda bir “birey politikası” üretilmesi zorunludur.
İkinci nokta ise, çok doğru sözler söylemek, sokağa çıkmak yetmez (bunu yapıyoruz zaten) hata yapma cesaretini kuşanarak “kim ne der” diye devrimciliğini kanıtlamaktan, steril siyaset yapmaktan ve kendi korunaklı alanlarımızda, Türk’ün Türk’e propagandası gibi, devrimciler arası siyaset yapmaktan vazgeçmeliyiz. Yeni insan, örgüt, devrim perspektifleri geliştirmeliyiz.
Marksizm kılavuzluğunda somut durumların somut tahliline binaen ürettiğimiz/üreteceğimiz güncel siyasetimizi, geleceğin sosyalizm ilkeleriyle bir önderliği sabırla, ferasetle, ilmek ilmek örmek gerekiyor.
Sonuç olarak, ancak böyle bir yön tayiniyle koronavirüs salgını gibi konjonktürlere gerekli cevabı verebiliriz.
Özkan Gerçek: Salgın döneminin ilk etabında emekçi sol cephede koronavirüs gündemiyle ilgili net bir harekat planı olduğu söylenemez. Virüsün kitlelerde yarattığı tedirginlik, onlarla doğrudan temas etmenin aracı olan devrimci basın, bildiri gibi materyalleri ulaştırmanın önünü kesen dezavantajlı bir durum yarattı. Zaman içerisinde bunu gidermenin güncel yöntemleri bulunmaya çalışıldı. Yasaklara rağmen kadın hareketinin 8 Mart ve İstanbul Sözleşmesi eksenindeki eylemleri, Kürt hareketinin ve emekçi solun Newroz ve 1 Mayıs’ta sokakta olma ısrarı dikkate değer pratiklerdi. Ancak salgın sürecinin faturasının yoksul milyonlara çıkartılmasına karşı sınırlı eylem ve açıklamalar dışında doğrudan bu konu ekseninde ses getiren bir kampanya ya da eylemler zincirine tanık olmadık.
İsmail Yılmaz: Koronavirüs salgınının en çok kadınlar üzerinde etkili olduğu görülüyor. Sizce bu etkiler nelerdir? Ne gibi sorunlara yol açtı, açıyor?
Önder Çarkcı: Haklısın. Salgının en çok kadınlar üzerinde etkisi var. Salgının başlangıcında kadın hareketleri bu öngörüde bulunmuş, açıklamalar yapmışlardı.
Kadınlar, bu süreçte, eve kapandı/kapatıldı; şiddete, taciz ve tecavüze uğradı, katledildi! Erkeklere oranla işten daha fazla atıldı, atılıyor. İflaslarda başı kadın esnaflar çekiyor. Kısacası kadınlar salgında daha yoğun bir yoksullaşma ve ekonomik özgürlüğünden mahrum kalmakla ‘ödüllendirildiler!’
Tüm olumsuzluklara rağmen, mahrumiyetlere ve yasaklara rağmen kadınlar susmadı, yılmadı, mücadeleyi daha da geliştir, güçlendirdi. Kadın hareketi bugün toplumsal harekete öncülük ediyor. Bütünsel bir devrimci öncünün yoksunluğu, onun daha da büyüyüp derinleşememesinin sebebidir diyebiliriz.
Özkan Gerçek: Bu konuda sözün kadın arkadaşlarda olması nedeniyle soruyu yanıtsız bırakmak daha doğru olacak.