Sınıflı toplumlarda tarih yazımında da ezen ve ezilen sınıflar karşı karşıyadır. Yazılan ve anlatılan tarih ezen sınıfların cephesinden yazılan ve anlatılan tarihtir. Hakim sınıfların bilinmesini istediği bir tarih yazımı söz konusudur. Ezilenlerin olmadığı, olayların nedenlerinin gizlendiği veya çarpıtıldığı, olmayan olayların, kahramanların ve ”büyük” yöneticilerin yaratıldığı, yalan-yanlış, tahrif edilmiş bir tarih yazımı burjuvazinin karakterinin bir parçasıdır. Sınıflı toplumlarda özellikle kapitalizmin şafağında ulus-devletleşme döneminde, tarih yazımı yeni bir hayat kazandı. Tarih yeniden kurgulanırken, tarih yazımı resmi ideoloji oluşturmanın bir aracı haline geldi.
Ulus-devletleşme sürecinde, kapitalist sermaye kendi pazar alanını yaratırken, ekonomik alanda yaşanan dönüşüm, sosyal alanda da doğrudan yansıtıldı. Geniş yığınların ”ikna”sı için tarih yeniden kurgulanıp yazılırken, aynı zamanda ezilen ulusların, Türk-Müslüman-Sünni olmayan etnik ve inanç guruplarının tarihleri silindi. Yok sayarak bir tarihsizleştirme gerçekleştirildi.
Sınıf savaşımında önemli bir mevzi olan tarihle geçmişe hükmetme toplumsal belleğe ve bir bütün düşünüş tarzına da hükmetmedir. Bir Afrika atasözüne atıfla avcılar kendi tarihini yazarken, toplumsal hafıza da ve düşünce yapısında kendi iktidar anlayışlarını perçinler. Geleceğe hakim olma adına, salt kendi tarihini yazma yöntemiyle, toplumsal hafızayı silme, ortaya ”yepyeni” bir tarih çıkararak geniş yığınları bu tarihe inandırma kapitalist sistemin, ulus-devletlerin sadece tarihe bakış açılarının değil, aynı zamanda kendilerini bir tarih kurgusu üzerine inşa etmelerinin de göstergesidir.
Bugün üzerinde yaşadığımız coğrafyada kurulan TC devletinin kuruluşundan bugün anlatılan, aktarılan ve öğretilen tarih egemen sınıfların tarihidir. Ulus-devletleşmenin destansı anlatılışıyla sunulan tarihle Türk-Sünni olmayan etnik ve inanç grupları tarih sayfalarından, inkar ve imhayla, silinerek bir resmi tarih oluşturuldu. Bu tarih yazımıyla, bugün süregelen zamanda bugün bile düşüncelere zerk edilen resmi ideoloji söylemleriyle farklı etnik ve inanç grupları düşman olarak gösteriliyor. “Afedersiniz Ermeni dediler” söyleminde açığa çıkan bu resmi ideolojik söylem, en yoğun biçimiyle Kürtlere yönelik kullanılıyor. Tekçi zihniyetle zehirlenmiş ırkçı-şoven ve milliyetçilerin her fırsatta sokağa salındığı çekik gözlü diye Afyonlu’yu döven gözü dönmüşlüğü yaratan anlayış resmi tarih yazımının sonucudur.
Ortadoğu’daki paylaşım savaşı, T. Kürdistanı’ndaki savaş ve 15 Temmuz darbe girişimi sürecinde nadide örneklerini gördüğümüz resmi tarih yazımının ne olup-olmadığı, araştırılmasının ötesinde, ırkçı-şoven-milliyetçi düşünceyle mücadele edilmesi, bu düşüncenin toplumun beyninden sökülüp atılması açısından da oldukça önemlidir. Bu kapsamda resmi ideolojinin ve resmi tarih yazımının tarihsel sürecini ve ne anlama geldiğini ele alıp tartışmak da bir o kadar önem kazanmaktadır.
A) EKONOMİK VE POLİTİK KOŞULLAR
”Nasıl ki bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir alt-üst oluş dönemi hakkında da bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak bir hükme varılamaz, tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir.” (Marx-Engels: 1976, s. 609)
Resmi ideoloji ve resmi tarih, tarihsel bir sürecin ifadesidir. Onu çevreleyen ve olgunlaştıran süreç Osmanlı’nın son yüzyılın içinde saklıdır. M. Kemal’in Nutuk’ta vurguladığı gibi 19 Mayıs’la sınırlı değildir. 19 Mayıs’a evrilen sürece bakılmadan, 19 Mayıs’la başlatılan tarihin nedenleri de anlaşılamaz. Marks’ın vurgusuyla M.Kemal’in ”kendisi için taşıdığı fikir” bize bir şey anlatmaz.
19. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş yüzyılıdır. Avrupa’nın ”hasta adam” dediği Osmanlı, Avrupa’da gelişen ve deniz aşırı ülkelere açılan kapitalizm karşısında ekonomik olarak bir varlık gösteremedi. 1839’da İngiltere ile yapılan ticaret anlaşmasıyla yarı-sömürgeleşme süreci başladı. Kapitalist devletlere tanınan ayrıcalıklar Osmanlının hazinesini boşaltırken, hızla borçlanma düzeyini tırmandırdı. Alınan borçlar eski borçları kapatma ve sarayın lüks içindeki hayatı için harcanırken 1875’e doğru ödenemez hale geldi. Borçların tanzimi için Duyum-u Umumiye kuruldu. Bu kurumun görevi kapitalist devletlere olan borçların düzenlenmesi ve ödenmesiydi. Osmanlı’nın borçları 1950’ye kadar ancak ödendi. Osmanlı borçların karşılığı olarak önemli gelir kaynaklarını Avrupalı kapitalistlere verdi. Yapılan tüm savaşlarda yaşanan toprak kayıpları da ”koca” Osmanlı’nın çöküşünü hızlandıran önemli nedenlerden biriydi.
Kapitalizmin emperyalist aşamaya doğru hızla ilerlediği dönemde Osmanlı’nın genel görünümü, ekonomik olarak borçla ayakta duran, hazine varlıklarını hızla tüketen, üretimi oldukça sınırlı, mevcut üretici sektörlerin de kapitalistlerin elinde olduğu bir tabloya sahipti. Bu ”hasta” halde kapitalist devletlere kucak açmaktan başka çıkar yol yoktu. 1890’lara kadar İngilizlerin hakim olduğu Osmanlı, 2. Abdülhamit döneminde Alman emperyalizmiyle ekonomik-politik ilişkilerini hızla geliştirdi.
1. EPS’ye doğru gidilirken Osmanlı’da tartışılan konu, hangi kapitalist devletin himayesinde olmanın doğru ya da yanlış olacağıydı. Osmanlı yönetim kademesinde ise hemen her Avrupalı devletin tarafını tutan ”devletlü” bulunuyordu. 1912’lerde Mezopotamya’da petrol imtiyazı için İngiliz-Alman rekabeti kızışmıştı. Katar ve Kuveytin İngilizlere verilmesine Almancı Said Paşa karşı çıkmaktaydı. 1.EPS öncesi Almancı İTC Bab-ı Ali baskınıyla yönetimi ele geçirdi. Osmanlı Almanya’nın yanında savaşa dahil oldu. Osmanlı’yı kurtarmak için Avrupalılara bağlanan umutlar, Osmanlı’nın çöküşünü hızlandırdı ve kaçınılmaz son gerçekleşti.
B) OSMANLI DEVLETİNDE GENEL POLİTİK DURUM
Maddi üretim haliyle üretici güçleri geliştirecek, ekonomik düzeyini yükseltecek halden uzak olan Osmanlı dış politikada kapitalist devletlere tabiydi. Dağılmaktan kurtulmak için içe dönük politika izliyordu. Balkanlarda başlayan ulusal isyanlar Osmanlı’yı buna mecbur bırakıyordu.
Avrupa’da gelişen kapitalizm ve tamamlanan ulus-devletleşme süreci, Osmanlı topraklarında 19. yüzyıl başlarında sirayet etti. Sırplar ve Yunanlıların başlattığı ulusal bağımsızlık hareketi Balkanlar’dan Kürdistan’a yayıldı. Ayaklanmalar katliam ve sürgünlerle bastırılmak istensede Kürdistan dışındakiler başarıya ulaştı. Ruslarla yapılan savaşların kaybedilmesi ve ulusal bağımsızlık mücadelelerinin başarıyla sonuçlanması, toprak kayıplarına neden oldu. Bu dağılmanın durdurulamadığı anlamına geliyordu. Merkezi otoritenin zayıfladığı bu dönem Osmanlı’yı ulus-devletleşme sürecine doğru itiyordu.
Osmanlı kimliğinin ön plana çıktığı dönem ulusal isyanların çıktığı dönem oldu. Temel düşünce, hiçbir farklı etnik ve dini söyleme yönelmeden Osmanlı kimliğine vurgu yaparak ulusal uyanışların önünü almaktı. Fakat Avrupalı kapitalist devletlerin desteklediği ulusal ayaklanmalar karşısında bu politika tutmadı. 2. Abdülhamit döneminde Panislamizm düşüncesi öne çıkarıldı.Osmanlı kimliği ile birlikte İslami kimliğe yapılan vurgu, Osmanlı tebaasında kalmasını sağlamaktı.Böylece hem ulusal uyanışlar törpülenecek hem de Osmanlı’nın dağılması önlenmiş olacaktı. Fakat, iktisadi ve politik gelişmenin gerisinde kalan bu düşünce de Osmanlı’yı kurtarmadı. Düşünce ”ne olursa olsun bir Türk devleti olsun” söylemiyle ulus-devletleşmeye evrildi.
C) ULUS-DEVLET İNŞASI İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ (İTC) VE KEMALİZM
Bir Türk devleti veya Türkçülük düşüncesi Osmanlı devletinde Tanzimat’tan öncede var olan bir düşüncedir. Osmanlı’nın varlığı ve ayakta tutulması gerektiği düşüncesi, diğer etnik ve inanç gruplarının tepkisine neden olacağı görüşü, Türkçülüğün gelişmesini engelledi. Osmanlıcılık fikri 1860’larda Genç Osmanlılar olarak bilinen bir grup aydın tarafından, dağılma sürecine tepki olarak dile getirilmeye başlandı. Fakat Panislamizmle birlikte hem Kafkaslarda hem de Balkanlarda Türkçülük adım adım gelişiyordu. Kafkaslarda, Rusya’nın Pan-Slavizm politikası ve saldırılarına karşı Türkçülük, ulusal uyanış gelişmeye başladı. Balkanlarda ise Avrupa’da eğitim görmüş, Sırp ve Yunan ayaklanmalarından etkilenen bürokrat, subay ve aydınlar arasında Türkçülük yaygınlaştı. Dağılma karşısında Türkçülük esasına dayalı bir devlet kurma düşüncesi 20. yüzyıl başlarında daha bir belirginleşti. ”Üç Tarz-ı Siyaset” adlı kitabında Yusuf Akçura Osmanlı-İslam kimliğine Türkçülüğü de ekleyerek, Türkçülüğü esas hale getirdi.
2. Meşrutiyet (1908) olarak bilinen süreçte ön plana çıkan İTC kuruluşundan (1889) beri Türkçülüğü savunuyordu. Meşrutiyet’ten önce her kesime seslenen, etrafında toplayan İTC nasıl bir devlet kuracağını 1909 Adana Ermeni katliamıyla görülmüş oldu. Türkçülüğün, fikri alanda bir devlet politikasına dönüşmesinin ilk örneği olan bu katliam, yapılacak soykırımın da işaretiydi.
İTC kadrolarının hemfikir olduğu düşünce bir Türk devletinin kurulmasıydı. Ulus-devlet Avrupa’da olduğu gibi ekonomik mecrada, kapitalizmin gelişmesine paralel, değil de politik mecrada yukarıdan aşağıya gerçekleştirildi. Bürokrat, Asker ve aydın zümrenin başını çektiği ulusal ”uyanış”dağılma ve çöküşe, Pan-Slavizme karşı tepkiye dayanıyordu. İTC toplumun bir avuç kesiminde vuku bulan Türkçülüğü toplumun tamamına hakim kılabilmesi, öncelikle coğrafyanın ve sermayenin Türkleştirilmesinden geçiyordu. Balkan savaşlarının kaybedilmesiyle uygulamaya başladı. Bab-ı Ali baskınıyla iktidarı ele geçirerek Türkçülük esasına dayalı ulus-devlet inşasına girişti.
Bir Türk devleti kurmak çok etnikli-dini yapıda ulus-devleti kabul ettirmek gerekiyordu. Türklerin devlet yönetiminde olduğu gibi toplumsal yaşamda da geri plandaydı. Ticaret ve sanayi Ermeni, Rum ve Yahudilerin elindeydi. Türk nüfusu daha çok reaya konumundaydı. Esnaf ve zanaatkarlar dışında, çok az sayıda tüccar ve büyük işletmeci vardı. “1915’te yapılan bir sanayi sayımında İstanbul, Ege, Akdeniz havalisindeki sanayi tesislerinin, fabrikaların, atölyelerin vs. %95’i Rumlara ve Ermenilere ait olduğu saptanmıştır.” (İsmail Beşikçi, Resmi İdeoloji Sözlüğü, Maki Basım Yayın, s. 310) Dolayısıyla Türk burjuvazisi oldukca zayıftı. Bu nedenledir ki bugün dahi birçoklarının diline pelesenk olan, Kaypakkaya yoldaşın mahkum ettiği ”milli burjuva yaratma” deyimi İTC’ninde dilindeydi. ”Milli burjuva yaratma” adına sermayenin Türkleştirilmesi, bunun tek yolu olan coğrafyanın Türkleştirilmesi politikası başlatıldı. Zira Rum, Ermeni ve Yahudilerin elindeki sermaye gücü başka türlü kırılamazdı. Coğrafyanın Türkleştirilmesi Ermeni, Rum, Yahudi, Asuri/Süryani, Ezidi gibi bu coğrafyada yaşayan kadim halklardan arındırılması anlamına geliyordu. Ve bu soykırım, katliam ve sürgünlerle gerçekleştirilecekti. 1,5 milyonu Ermeni olmak üzere 4 milyona yakın farklı etnik gruba mensup insan katledildi. Coğrafya kanla Türkleştirilirken, Ermeni ve Rumlardan geriye kalan tüm mallara ”savaş ganimeti” olarak el konuldu. Sadece Ermeni soykırımından gasp edilen malların değeri ”Ermeni Ulusal Konseyinin 1919’da Paris’te hazırladığı rapora göre bu değer 19 Milyar Fransız Frangına ulaşmaktadır. Bunların yanında hükümetin çıkardığı özel kanunla Ermenilerin Türk bankalarındaki paralarına da el konulmuştur…” (Sait Çetinoğlu, Resmi Tarih Tartışmaları, Maki Basım Yayın, s. 119)
Coğrafyanın Türkleştirilmesinin tek amacı sermayenin Türkleştirilmesi değildir. Ulus-devlet inşasında ulusa bir ”vatan” tesis etmektir. Ulus-devlet açısından olmazsa olmaz olan ”vatan” olgusu bu coğrafyada bin yıllardır yaşayan ulus ve milliyetlerin tüm izlerini silerek yaratıldı.
1. EPS’nin yarattığı konjonktürden yararlanan İTC Türkçü-Turancı emellerini hayata geçirdi. Hayalini kurduğu Adriyatik’ten Çin’e uzanan bir Türk devleti, efendisi Almanya’nın yenilmesiyle suya düştü. Bugün İTC’nin adını bile anmayanların içten içe minnet duyduğu da saklamıyorlar. Ermeni soykırımı konusunda inkarcılığın devam ettirilmesi duyulan minnetin en bariz göstergesidir. Bu anlamıyla İTC ”bir Türk devleti” kurma adına çıktığı yolda aslında hiçbir şey kaybetmemiştir. Emperyalistlerin doğrudan ve dolaylı desteği ile ulus-devletin inşasının kurulmasına zemin hazırlamasıyla ”çok şey kazanmıştır!”
Ulus-devletin inşasını tamamlamaya nail olamayan İTC, tüm kadrolarıyla Kemalizm adını alarak bu ”ulvi” göreve nail olmuştur. I. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası İngiltere Osmanlı’dan kukla bir yönetim isterken İTC ile çalışmak istemiyordu. Bunda, İTC’nin Alman emperyalizmiyle kurduğu ilişkinin önemli bir payı vardı. Savaş sonrasında İTC’nin önemli kadroları Malta Adası’na sürülerek tasfiye edildi. İTC tasfiye edildi fakat İTC zihniyeti M.Kemal ile devam etti. Enver-Talal-Cemal “Paşaların” yanında M. Kemal’in ”yıldızı” savaş sonrasında İngilizlere biat etmek suretiyle ”parladı!”
I. EPS sonrası oluşan politik ortam Osmanlı’nın paylaşılması ve Ekim Devrimi’nin boğulmasıydı. Savaşı kazanan emperyalistler arasındaki paylaşımda en büyük payı alma dalaşı içinden çıkılmaz bir hâle dönüştü. İngilizlerin Ermeni, Kürt ve Araplara verdiği sözler İngiliz emperyalizmine ayakbağı olmaktaydı. Emperyalistlerin ortaklaştığı nokta Ekim Devrimi’nin yayılmasını önlemekti. Bunun için küçük devletlere değil, T. Kürdistanı’nı da içine alan tampon devlet kurulması en uygunuydu. “Büyük Ermenistan” ve ”Kürdistan” devletinin kurulması dönemsel açıdan emperyalizmin çıkarına değildi. Aksine yeni çatışmaların önünü açacak bir niteliğe sahipti. Bunun üstüne bir de 1917 devrimine katılan Rus birliklerinin bulunduğu Erzincan’da bir Ermeni-Kürt şurası kurulmuştu. Bu şura o sıra Rusya’nın çeşitli bölgelerindeki gibi bir Sovyet Cumhuriyeti kurma yönündeki girişimi temsil etmektedir. İngilizler bölgedeki etnik çatışmaların durdurulmasını, Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas bölgelerinde bir dizi şuralar kurulduğunu ve bunların hemen önlenmesini istemiş, aksi halde kendilerinin bölgeye müdahale edeceklerini bildirmişlerdi.” (Orhan Dilber, Resmi İdeoloji Sözlüğü, Maki Basım Yayın, s. 46) Bunun üzerine İTC ile ”kavgalı” M. Kemal 9. Ordu Müfettişi olarak bölgeye gönderildi. Görevi bölgedeki ayaklanmaları bastırmak ve Sovyet etkisini bertaraf ederek şuraları dağıtmaktı. Zira M. Kemal’den önce Kuvayi Milliye olarak örgütlenen milis gücü yeterli olmuyordu. Daha güçlü bir örgütlenme gerekiyordu. Anadolu Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti’nin kurulması, Erzurum-Sivas Kongreleri, Amasya Tamimi’nin amacı esasta Ekim Devrimi’nin bölgeye sirayet etmesini engellemekti. Diğer yandan ise emperyalistler Sevr masasında Osmanlı’yı paylaşan anlaşmayı Osmanlı’ya imzalatıyordu. Bu anlaşma Ekim Devrimi’nin iç savaşta Beyaz Orduları yenmesiyle uygulanamadı. Zira Osmanlı’da kurulacak özerk bölgeler Sovyetleri engelleyemezdi. Bu Sevr’i askıya aldı fakat Lozan Antlaşması’yla uluslararası meşrulukta sağlanarak daha fazlası alındı. Bu süreç Kemalizmi doğuran, ulus-devlet inşasını devam ettiren ve tamamlayan süreçtir. Adına ”Kurtuluş Savaşı” denilen TC devletinin kurulmasıyla sonuçlanan bu süreç, İTC döneminde olduğu gibi farklı etnik gruplara yönelik katliam ve sürgünlerle dolu bir süreçtir. Kemalizmin esas ”hedefi de ülkeyi ”işgal” eden emperyalistler değildi. ”Yedi düvel”le yapılan savaştaki yedi düvel; Ermeni, Rum, Asuri/Süryani, Kürt, Ezidi, Yahudi ve Yunanlılardı. Zira ulus-devletin kurulmasının önündeki engel emperyalistler değildi. Bu topraklarda hala varlığı ve tarihi izleri bulunan çeşitli milliyetlerdi. Bu engelin ortadan kaldırılması için Kemalizm, İpsiz Recep, Topal Osman, Egede kimi ”efeler” gibi çeteleri devreye koydu. Katliamlarıyla ”ünlü” Sakallı Nurettin ”Paşa”nın ”Türkiye’de zo (Ermeniler) diyenleri temizledik, lo (Kürtler) diyenlerin köklerini de ben temizleyeceğim” sözleri Kemalizmin niteliğini özetlemektedir. ”Kurtuluş Savaşı” denilerek tarihe yazılan süreçte savaş denilecek en ciddi örnek, İngilizler tarafından İzmir’e çıkartma yaptırılan ve ilerlemesi sağlanan Yunanistan ”işgali”dir. Çıkarma emperyalistler arası çelişkide İngilizlerin elini güçlendirmek amacıyla yapılmıştır. Avrupa’daki karışıklıklar, İngiliz işçi sınıfının grevi, Yunan halkının savaş karşıtı eylemleri bu ”savaşın” sonucunu belirleyen esas etkenlerdir. Yunanlılar geri çekilmek zorunda kaldı. Şanlı ”milli mücadele”de zihin açıcı olan Fransa’nın Antep işgalidir. Bu işgalden bir yıl önce İngiliz işgaline karşı direnmeyen Kemalist hareket; Fransız işgaline karşı direnişe geçmesi, emperyalist işgale değil, Fransızların işgal gücü olarak Ermenileri de bulundurmasındandır.
Resmi tarih yazımına göre 1919-23 dönemindeki ”Kurtuluş Savaşı” diğer etnik gruplar dahil esasta Rumların katliam ve sürgün (mübadele adı altında) edilmesi sürecidir. Bunun en somut örneği İzmir’in yakılmasıdır. Dört gün süren yangın bir türlü ”söndürülemezken”, yangını, katliamı, denize atlamak zorunda kalıp boğulanları, M. Kemal Bornova’da bir köşkün deniz manzaralı terasında baş başa kaldığı Latife Hanım’a savaş anılarını anlatarak izliyordu. Tarihe yazılan gerçeklik ise yedi yıl önce Ermenilerin yaşadığı soykırımın aynısını Rumların yaşıyor olmasıdır. İpsiz Recep ve Topal Osman’ın Karadeniz’de yaptıklarının aynısını Sakallı Nurettin ”Paşa” İzmirde yaptı. İTC ile başlayan Türkleştirme süreci Kemalizmle hiç kesintiye uğramadan devam ettirildi. “İstiklal mücadelesi”nin özü-özeti nüfusun etnik gruplardan arındırılarak ulus-devletin kurulmasıdır. Dolayısıyla bir “Kurtuluş Savaşı” söz konusu değildir. Söz konusu olan, Kaypakkaya yoldaşın, Türk şovenizmini yerle bir eden analiziyle komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının ittifakıyla yarı-sömürge durumun, yarı-sömürge yarı feodal bir yapıya dönüşmesidir. Zafer olarak nitelenen Lozan Konferansı’nda kabul edilen, bu sosyo-ekonomik yapıyla, kapitalist sisteme bağlı kalınmanın, emperyalistlerin sadık bir uşağı olmanın altına imza atılmasıdır. Ulus-devlet inşası bu gerçekliğin üzerinde tamamlanmıştır.
D) TARİHİN TÜRKLEŞTİRİLMESİ
”Gerçekten, kendisinden önce hükmetmekte olan sınıfın yerini alan her yeni sınıf, kendi amaçlarına ulaşmak için de olsa, kendi çıkarını toplumun bütün üyelerinin ortak çıkarı olarak göstermek zorundadır ya da şeyleri fikir planında açıklamak istersek: Bu sınıf kendi düşüncelerine evrensellik biçimi vermek ve onları, tek mantıklı, evrensel olarak tek geçerli düşünceler olarak göstermek zorundadır.” (Marks-Engels, Seçme Yapıtlar, Sol Yayınları, s. 57)
İzmir İktisat Kongresiyle emperyalizme bağımlılığını ve sosyalizm karşıtlığını kanıtlayan Kemalizm ulus-devleti Cumhuriyetin ilanıyla kurdu. Bundan sonraki görevlerinden biri olarak tarihi Türkleştirmeyi belirledi. Topluma ulus-devleti benimsetmenin başka alternatifi yoktu. Sorun ulus devletin tarihsel temellerine kavuşturulamamış olmasıydı. Tarih, ulus-devlet kapsamında ırkçı-şoven anlayışla yeniden kurgulanarak Türkleştirildi. 1930’larda da bu kurumsallaştırıldı.
Ulus-devlet olarak var olma tarihsel bir kökene dayanma zorunluluğunu önkoşullar. TC devleti açısından bu daha bir önem arz ediyordu. Çünkü Türklerin bu coğrafyadaki tarihsel kökeni milattan sonra XI. yüzyıla dayanırken, diğer etnik grupların kökeni daha eskiydi. Türkler, Anadolu’ya gelmeden çok çok önce tarihe ve coğrafyaya kök salmışlardı. Katliam, soykırım ve sürgün tarihin bu izlerini silmeye yetmedi. Dolayısıyla tarih Türkleştirilmeliydi. Türk Tarih Tezi (TTT) bu anlayışın ürünü olarak ortaya çıktı. ”Türk Tarih Tezi’nin ilk işaretlerine Lozan Konferansı’nda İsmet İnönü’nün bazı görüşleri ile 1922’de Matbuat Müdüriyet-i Umumiyesi tarafından Ankara’da yayımlanan Pontus Meselesi adlı yayında rastlanılabilir… Bu kitaba göre Anadolu toprağı baştan nihayete kadar Türk’tür. Anadolu binlerce seneden beri Türkün öz vatanı, Türkün öz yurdudur. Türkler Anadolu’ya Ertuğrul Gazi ile hatta Selçuklu hükümetini teşkil edenlerle gelmiş değillerdir. En eski zamandan beri Anadolu’da Türkler vardır…” (Tülin Bozkurt, Resmi İdeoloji Sözlüğü, Maki Basım Yayın, s. 657) Bu düşünce Kemalizmin genlerinde var olan bir düşüncedir. Tarihin Türklerden olduğuna o kadar inanılmıştır ki Kayıp Kıta Mu’nun Türklerin Orta Asya’ya gelmeden önceki yurtları olduğu bizzat M. Kemal tarafından savunulmuştur. Teoriye göre Kayıp Kıta Mu 100 bin yıl önce Pasifik Okyanusu’nda bir kıtadır. Kıtanın altındaki gaz adacıklarının patlamasıyla sular altında kalmıştır. M. Kemal koca kıta ile birlikte Türklerin kaybolmayıp Orta Asya’ya nasıl geldiklerine kendisini de ikna edememiş olmalı ki Mu teorisinden vazgeçmiştir.
1932’de I. Tarih Kongresi’yle Türk ırkının üstün ırk olduğu savunuldu. Irkçılığın sözde bilimsel temele oturtularak savunulması TTT’nin omurgasıdır. Kongre’de bu “üstün Türk ırkı” Reşit Galip tarafından şöyle tanımlandı: “Uzun boylu, beyaz simalı, düz veya kemerli burunla, muntazam dudaklı çok kere mavi gözlü ve göz kapakları çekil olarak değil ufki açılan ‘Alpın Irkı’ A grubu kan gibi uzvi (organik) özelliklere, medeniyet, kahramanlık, sanat yeteneği gibi içtimai (sosyal) özellikleriyle tanınır.” Bu tanıma uygun olarak sarışın köylü bir aile Türk ırkının örneği olarak sunulur. Ailenin M. Kemal’in özelliklerine uymasına da ayrıca özen gösterilmiştir.
Afet İnan’ın baş aktörü olduğu TTT ile dünyayı Türklerden ibaret gören ırkçı zihniyet dil konusunda da aynı ırkçı yaklaşımı sergiledi. Güneş Dil Teorisi’yle (GDT) Türkçe ırkçılaştırıldı.Bu serüven 1932 I. Türk Dil Kurultayı (TDK) ile başladı. Dildeki Arap-Fars kökenli kelimeler tasfiye edilirken, geniş çaplı bir araştırma başlatıldı.Hem Türkçe’nin akraba dilleri hem de öz Türkçe kelimeler açığa çıkarıldı.Bu çalışmanın sonucunda 1536 binin üzerinde tarama fişi elde edildi. 1934’te toplanan II. TDK’da sunulan tüm tebliğlerin ”öz Türkçe” ile yapılması karar altına alındı. Öz Türkçenin kullanılması adına M. Kemal adını Kemal soyadını Atatürk olarak belirledi. 1936’daki III. TDK’da türetilmeye çalışılan GDT resmileştirildi. Teori, TTT ile birleştirilerek şu sonuca varıldı: ”Brakisefal Türk ırkının yaratımı olan kültür nasıl modern dünya uygarlığına kaynaklık etmişse Avrupa’dan Afrikaya hatta Amerika’ya kadar tüm kültür dilleri de kök dil olarak Türkçe’den türemiştir!” TDK’ların yapılıp, ırkçı nidaların birbirini izlediği 1930’larda Anadolu’da yaşayan nüfusun %50’den fazlası farklı dilleri konuşuyordu. Kemalizm GDT ile ulus-devlete ve onca katliam ve sürgünlere rağmen nüfusun yarısının konuştuğu farklı dilleri Türkçe’yi ırkçılaştırarak yok etmeyi amaçlıyordu.
Osmanlı’dan devralınan çok etnikli yapıyı, ırkçı-şoven-milliyetçi düşünce ve hissiyatla etnik yapıya dönüştürme süreci Kemalizm’le tamamlandı. Coğrafya’dan başlayıp tarihe kadar uzanan Türkleştirilme ulus-devletin var olma koşullarının yaratılmasıydı. Kemalizm ”kurtuluş savaşı” hamasetiyle bilinçlere işlenen, Türkçülüğü esas alan tarih yazımı ve üretilen teoriler bugün resmi ideoloji olarak karşımızda durmaktadır. Yalan çarpıtma ve yok sayma üzerine kurulu olan resmi ideolojinin sorgulanması ve mücadele edilmesi bilinçlerin bu ırkçı zehirden kurtulması ideolojik görevimizdir.
E) RESMİ İDEOLOJİ VE RESMİ TARİH YAZIMI
”Birden çok tarih, dolayısıyla birden çok aidiyet seçiminin söz konusu olduğu bir durumda elbet bir sorun var demektir. Ortada duran yahut olası bu sorunu aşmak için ”ulusu” yapanlar, onu kurgulayanlar (çoğunlukla bunlar ulus kavramına dayanarak devlet kuranlardır) dünya üzerinde konumlanışlarına, uygarlık anlayışlarına, ulusa uygun buldukları yaşam biçimine (ya da genel olarak kabul ettikleri yahut egemen olan kültüre) uyan bir tarih yazımı biçimini de oluştururlar.”
Türk hakim sınıflarının tarih yazımı olarak karşımızda duran bu gerçeklik, TTT ve GDT ile somutlanmıştır. Kemalizm İTC’den devraldığı Türkçülük esasına dayalı ulus-devlet kurma misyonunda ulus bilinci oluşturma, uluslaşma olgusu, tarihsel bir kurgu ve ulusa uygun bir tarih yazımına duyduğu ihtiyaç elzemdi.
Ulus tanımının kapsamı Osmanlı’nın çok etnikli yapısını reddediyordu. Özellikle Türk ulusu özgülünde bu reddedişin boyutu daha kapsamlıdır. Toprak bütünlüğü, ortak iktisadi yapı ve ortak ruhi şekilleniş sağlanması salt coğrafyanın fethiyle sınırlı değildi, olamazdı da.
İmparatorluktan ulus-devlete dönüşüm politikasına yönelme mekanı tarihsizleştirerek, mekana yeni bir tarih yazmanın diğer adıdır. Türk hakim sınıflarının kendi tarihsel varlığını oluşturması buna dayanıyordu fakat tarih Anadolu’da belli bir dönemden sonra Türklere yer veriyordu. Ulus olarak kendini kabul ettirmek tarihsel bir kök oluşturmak ”en eski halk”, ”yerli (otokton) halk” olmaktan geçiyordu. Dolayısıyla tarih yeniden kurgulanmalı ve yazılmalıydı. Bu açıdan resmi tarih önce kendine yer açmak zorundaydı. Farklı etnik gruplara yapılan soykırım-katliam-sürgünle mekan tarihsizleştirildi. Hedef, bu topraklarda kendisinden daha eski ve yerli olan halkı imha ederek yerli halk olduğunu kanıtlayabilmekti. Böylece toplumsal bilinç ve hafızayı silerek tarihte kendine alan açmış oldu.
”En eski”, ”ilkçi” olmanın ırkçı-milliyetçi zemini kendisinden önceki kadim hakları inkar, imha ve asimilasyon üzerinde yükseliyordu. Toprak üzerindeki hak iddiasının ulusal varlık açısından kanıtlanması buna dayanıyordu. Resmi tarihin ileri sürdüğü iddialarla ulus-devlet temeli oluşturma, tarihin Türkleştirilmesinden başka bir şey değildi. Tarihsel köklerin olmadığı topraklarda, tarihsel bir köken oluşturmak ırkçı-milliyetci tarih yazımıdır. ”Her ulusal tarih kendi kökenini ararken ilk sorunla yüzyüze gelir: ‘biz belirli bir etnik grubun/tek bir kültürün ardılları mıyız?’ yoksa ‘çeşitli etnik grupların/çeşitli kültürlerin bileşkesi miyiz?’ Bu sorulara cevap bulma çabasında birinci soruya olumlu yanıt biçiminde ortaya çıkan eğilimler ırkçı tarih yazımından milliyetçi etnosantrik tarih yazımlarına bir yelpazeye yayılır.” Kemalist tarih anlayışı ve resmi tarih yazımında bu coğrafya üzerinde ”en eski/yerli halk’ın Türkler olduğunun, Sümerlerden Hititlilere her birinin Türk olduğunun destansı bir dille anlatılmasının başka izahı yoktur. TTT’de arkeoloji ve antropoloji gibi bilim dallarından da yararlanılarak yapılan tarih yazımında bilimsellik değil, tarihin ırkçılaştırılması söz konusudur. Kanıtlanmaya çalışılan bir ulus olarak Türklerin var oluşu, tarihi tarihsizleştirerek kendinden önceki ve kendisiyle birlikte var olan ulusları yok sayarak yapılmaktadır. Çin kaynaklarına göre Türk adına MS. 6. yüzyılda rastlanılmasına karşın M.Ö 3 binli yıllarda Mezopotamya’da yaşayan Sümerlerin Türk ilan edilmesi, ırkçı zihniyetin nadide örneklerinden biridir.
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 3 Ekim ve 17 Ekim 2019 tarihli 45 ve 46. sayısından alınmıştır.