[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]
TARİHTE ZOR SOSYALİZMDE KÜLTÜR DEVRİMİ
Sosyalizmde sınıf mücadelesinin kesintisiz ve amansız sürmesiyle ilgili Mao’nun katkılarının niteliğine işaret ederek bitirmiştik son bölümü. Onun bu alandaki katkılarının Marks’tan itibaren başlayan sosyalizmden komünizme fikrinin gelişimine katkı olduğuna vurgu yapmamız gerekir. Maoizm’in Marksizm ve Leninizm’den ayrılmazlığı hakkında çok net bir tutum içinde olmak gerektiğini asla unutmuyoruz. Sosyalizmde sınıf mücadelesi komünizme doğru hareketin doğrultusunun belirteni olarak komünist çizginin gelişmesi ve gerçekleşmesidir. Mao’nun katkısı, bu görüşe uygun olarak komünist çizginin sosyalizmde gelişmesi ve gerçekleşmesidir. Komünist çizginin başlangıcında Marks’ın başardığını söylediği şeye dönerek bunu açıklayalım.
Marks şöyle demişti: “Benim yeni olarak yaptığım, 1- sınıfların varlığı ancak üretimin gelişmesindeki belirli tarihsel evrelere bağlı olduğunu, 2- sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne yol açtığını 3- bu diktatörlüğün kendisinin ise, tüm sınıfların ortadan kaldırılması ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını kanıtlamak olmuştur.”
Proletarya diktatörlüğüne dair tanım bize Lenin ve Stalin’den sonra bu alanda Mao’nun dikkat çekici olarak neyi başardığının temel bilgisini verir: Tüm sınıfların ortadan kaldırılması ve sınıfsız topluma geçiş… Mao Büyük Proleter Kültür Devrimiyle bu geçişin ne türden bir politik zora dayandığını ispatlar. Tarihte bütün dönüşümlerin son kertede politik zora dayandığını bize Marks ve Engels söylemişlerdi. Elbette onlar bu zorun temelinin üretici güçlerin gelişimi olduğuna, zorun ekonomik şartların kaçınılmaz sonucu olduğuna özellikle dikkat çektiler. Alıntımızda geçen “sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne yol açtığı” ifadesiyle Marks tam da bundan söz etmiştir. Lenin ve Stalin proletarya diktatörlüğü konusunda kuşkusuz bir ısrara ve netliğe sahiptiler. Devlet aygıtını, yeni bir anlayışla, bu aygıtın proletaryanın çıkarlarına hizmet etmesini sağlamakta, kitlelerin yönetme bilinci önündeki engelleri yıkmakta kullandılar. Sonuçtaki yenilgi, Stalin daha yaşarken revizyonizmin sinsi bir biçimde devleti ele geçirme hamlelerini gerçekleştirmesi onların bu duruşunu inkâra neden olamaz. Bununla birlikte onların deneyimi bize sosyalizmde sınıf mücadelesinin içerdiği politik zor hakkında yeterince bilgi vermez. Bu sürecin politik zorunu Mao’da görürüz. Bu politik zor kitlelerin devrim yapma gücüdür. Onun vurguladığı gibi “Devrim kitlelerin eseridir” ve netleştirmek üzere ekleyelim: Sadece kitlelerin eseridir.
Sosyalizmde sınıf mücadelesinin devrimlerle sürdürülmesi gerektiğini kavrayan Mao’dur. Tarihte zorun rolü hakkındaki Marksist bilinci böylelikle o, Büyük Proleter Kültür Devrimi olarak yeni bir düzeye taşımıştır. Bu devrim sosyalizmde zorun oynadığı roldür. Bunun temelini Engels’in Dühring’e eleştirilerini de içeren Tarihte Zorun Rolü kitabında bulabiliriz. Engels burada “… bu zor, tarihte başka bir rol, devrimci bir rol da oynamış; Marx’ın sözleriyle, yeni bir topluma gebe olan her eski toplumun ebesi imiş; toplumsal hareketin, sayesinde kendine yol açtığı ve ölmüş, fosilleşmiş politik biçimleri darmadağın ettiği aletmiş …” cümleleriyle Marksizm’in bakış açısını ve zora dair tezi açıklar. Dühring’in mutlak bir kötülük olarak gördüğü politik zorun proletaryanın elinde alacağı biçimi Mao sosyalizm koşullarında yeniden tanımlamış, biçimlendirmiş ve kitlelerin muhteşem ve cüretkâr eyleminin önünü büsbütün açmıştır.
Marksizm’in toplumsal gelişmeyi açıklama tarzında belirleyici olan nokta toplumsal üretimin gelişmesidir. Toplumsal üretim kaçınılmaz olarak gelişecektir. Bunun hangi üretim tarzıyla mümkün olduğunu tespit etmek o üretim tarzının egemenliğini öngörmeyi gerektirir. Bunu sağlayacak olan zorun derecesinden hareketle “kötülük” yorumları yapmak materyalizmden, gerçeklikten uzaklaşmak anlamına gelir. “Bir üretim tarzı ve ona uygun olan siyasal sistem, bunu sürdürmek için gerekli olan zor derecesine bakılarak değil, gelişmeyi engelliyor mu yoksa hızlandırıyor mu, buna bakılarak değerlendirilmelidir. Kölelik ilk doğduğunda, tarihsel anlamda ileri bir adımdı; çünkü ilkel topluluğu dağıttı ve toplumun üretken gücünü geliştirdi. Geçmişte ne zaman siyasal güç, iktisadî gelişme ile çatıştıysa, çatışma her zaman siyasal gücün devrilmesiyle sonuçlanmıştır: iktisadî gelişme, amansız ve istisnasız bir biçimde ezip geçmiştir.” Gerçek bu olduğu halde örneğin kapitalizmi salt gericilik olarak görmek tarihi anlamanın önünde bir engeldir. Tarihi anlamamak aslında kitlelerin hareketini anlamamaktır. Çünkü biliyoruz ki en başarılı politik eylemlerin de gerisinde halkların genellikle görmezden gelinmiş hareketi vardır: “Politik eylemlerin, devletin şaşaalı icraatının tarihte belirleyici olduğu fikri, yazılı tarih kadar eskidir ve halkların, geride, sahnedeki gürültülü oyunun arkasında sessizce cereyan etmiş olan gerçekten de ileriye doğru evrimine ilişkin bize kadar ulaşan malzemenin bu kadar az olmasının da ana nedenidir. Bu fikir, geçmişteki tarihçilerin tüm anlayışlarına egemen olmuş ve ancak Restorasyon döneminin Fransız burjuva tarihçilerinden ilk darbeyi yemiştir.” Günümüzde bu ilk darbenin nasıl da unutturulduğuna, ısrarla görülmez kılınmak istenmesine tanık olmak her proleter hareket için, hatta halk hareketi için uyarıcı olmalıdır. Belirleyici olanın halkların hareketi olduğuna, politik eylemlerin başarısının ancak bu hareketle uyumunun bir sonucu olduğuna her zaman dikkat çekmek gerekir. Elbette halkların hareketinin aksini içeren politik eylemlerin de başarısı söz konusu olabilmektedir. Ne var ki bu türden politik eylemlerin başarısı geçicidir. Nitekim ne kölecilik ne feodal sistemin yeniden kurulması söz konusu olabilmektedir. İbrahim’in karşı devrimci bir yapı olarak tanımladığı Türkiye Cumhuriyeti’nin ilericiliğini “Sultanlığın olası tesisi çabasıyla” açıklayanlara dair şu tespiti çok isabetlidir: “Oysa böyle bir şey, artık burjuvazinin genç kesimlerinin de işine gelmez, hatta eski Türk büyük burjuvazisinin de… Dünyada gelişmeler öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, yuvarlanan taçları kimse başına koymaya cesaret edememektedir. Taçlı bir yönetim artık hâkim sınıfların ihtiyaçlarını karşılayamaz, egemenliklerini koruyamaz. Bunu, burjuvazi de bilmektedir. Artık karşı-devrim, ‘demokratik cumhuriyet’ maskeli faşist diktatörlük olabilir ve öyle de olmuştur.” Özetle politik eylemin ya da politik zorun kendi başına, bağımsız bir rolünden söz etmek tarihin anlaşılmasına hiçbir katkı sağlamaz; aksine bunu büsbütün olanaksızlaştırır. Politik zorun tarihteki rolünü anlamanın yolu ekonomik şartları, sınıf mücadelesinin somut koşullarını çözümlemekle olasıdır. Sosyalizmde zorun oynayacağı role dair Marks’ın şu tespiti yol göstericidir: “Bu sosyalizm, genelde tüm sınıf ayrılıkların kaldırılmasına, bu sınıf ayrılıklarının dayandığı tüm üretim ilişkilerinin kaldırılmasına, bu üretim ilişkilerine tekabül eden tüm sosyal ilişkilerin kaldırılmasına, bu sosyal ilişkilerin sonucu olan tüm fikirlerin devrimcileştirilmesine zorunlu geçiş noktası olarak devrimin sürekliliğinin, proletaryanın sınıf diktatörlüğünün ilanıdır.”
Sosyalizm bunun için vardır ve sosyalizm hiç tartışmasız bir politik zor içerir ve bu zor eylemi kitlelerin hareketine tam olarak yaslanır. Mao’nun ileri bir kavrayışa dönüştürdüğü ve gerçekleşebilir kıldığı şey özetle budur. Mao’yu eşsiz ve olmazsa olmaz kılan özellik gördüğümüz gibi Marks ve Engels’e sıkıca bağlıdır.
EMPERYALİZM ŞARTLARINDA KAPİTALİZM
Günümüzdeki devrimlerin anlaşılması ve başarısı için Mao’nun katkılarının olmazsa olmazlığına dikkat çekiyoruz. Maoizm’i Leninizm ve Marksizm gibi bir bilim haline getiren şey onun gelişmeleri açıklayabilme gücü ve sorunlara getirdiği açık çözümlerdir. Bunun bir örneğini emperyalizm şartlarında kapitalizmin aldığı biçimlerde görüyoruz.
Mao Emperyalizm ve Proleter Devrimler Çağında geri ekonomik koşullar içindeki Çin’de yaşamıştır. Onun yaşadığı Çin ne kendi ayakları üzerindeki kapitalist bir ülkedir ne böyle bir kapitalizmi yaratabilecek bir burjuva sınıfa sahip bir ülke. Çin uluslararası emperyalist sistem içinde konumlanmış bir yarı feodal ve yarı sömürge ülkedir.
Lenin tarafından geliştirilmiş emperyalizm teorisine göre “İhraç edilmiş sermaye, ihraç edildiği ülkelerde, kapitalizmin gelişmesini etkiler, hızlandırır. (…) sermaye ihracı, ihracatçı ülkelerdeki gelişmeyi bir parça durdurma eğilimi taşısa da bu… bütün dünyadaki kapitalizmi derinlemesine ve genişlemesine geliştirmek pahasına” olur. Lenin sermaye ihraç eden ülkelerin her zaman belli birtakım avantajlar sağlayarak ihraç edilen ülkelere kapitalizmi taşıdığını, yaydığını açıklar. Bu, emperyalizm çağında kapitalizmin Dünya çapındaki gelişiminin genel özelliğidir. Tartışmasız doğrudur. Günümüzdeki gelişmişlik düzeyini de açıklar. Bununla beraber yayılan bu kapitalizmin yayıldığı ülkelerdeki niteliği hakkında Lenin özel bir değerlendirme yapmaz. Onun tartışması emperyalizmin genel özellikleri hakkındadır. Bu genel özellikler hiç kuşkusuz sömürge ve yarı sömürgelerdeki kapitalizmin niteliği hakkında da bilgiler içerir ve yol gösterir.
Bu süreci Çin gibi “sermaye ihraç edilen” bir ülkede yaşamış olan Mao (Peru’da Jose Carlos Mariategui gibi) bize bu kapitalizmi açıklar.
“Emperyalizm, saldırısının ihtiyaçlarını karşılamak üzere, Çin’de komprador sistemini ve bürokrat sermayeyi yarattı. Emperyalist saldırı, Çin’in ekonomisini canlandırdı. Onda değişiklikler meydana getirdi ve emperyalizm karşıtlarını, yani Çin’in milli sanayisini ve milli burjuvazisini ve özellikle de doğrudan doğruya emperyalistler tarafından yönetilen işletmelerde, bürokrat sermaye ve milli burjuvazi tarafından yönetilen işletmelerde çalışan Çin proletaryasını yarattı. Emperyalizm saldırısının ihtiyaçlarını karşılamak üzere eşit olmayan değerlerin değişimi yoluyla Çin köylülerini sömürerek yıkıma sürükledi ve böylece sayıları yüz milyonları bulan ve Çin’in köylük bölgelerinde nüfusun yüzde 70’ini oluşturan geniş yoksul köylü kitlelerini yarattı.” (Boş Hayalleri Bir Kenara Bırakalım Mücadeleye Hazırlanalım, 14 Ağustos 1949)
“… Çin ekonomisini geliştirmekten bahsediyorlar ama aslında kendi bürokrat-sermayelerini, yani büyük toprak ağalarının, bankerlerin ve işbirlikçilerin sermayesini oluşturuyorlar…” (Koalisyon Hükümeti Üzerine, 1945)
“Bu sermaye, Çin’de halk arasında bürokrat-sermaye olarak bilinir. Bürokrat-kapitalist sınıf olarak bilinen bu kapitalist sınıf, Çin’in büyük burjuvazisidir.” (Şimdiki Durum ve Görevlerimiz, 1947)
Çin’deki kapitalizmin niteliği hakkındaki bu görüşler feodalizmin tasfiye edilmediği tüm yarı sömürgelerdeki kapitalizm gerçekliğidir. Bu ülkelerde kapitalizm tasfiye edilmemiş bir feodal yapı üzerinde inşa olur. Bu bilindik toplumsal gelişmenin dışındadır. Burjuvazi birçok ülkede gelişen proleter devrimci harekete karşı feodal üst yapılarla iş birliğine girişmiş olsa da hiçbir zaman feodal üretim tarzıyla uyumlu bir kapitalizme yönelmemiştir. Aksine her karşılaştığında bu tarzı parçalamış, tasfiye etmiştir. Bu özellik yeni bir üretim tarzının gelişmesi, sürdürülebilir seviyeye gelmesi bakımından kaçınılmazdır. Ne var ki emperyalizm aşamasında Çin gibi ülkelerde kapitalizm “Çin’e ait kapitalizm” değildi. Bu gibi ülkelerde kapitalizm, sermaye ihracı yoluyla emperyalizm tarafından geliştirilmiştir. Mao’dan yaptığımız alıntılar bunu açıklar. Burada Mao yeni tür bir kapitalizmi tanımlar. Bunun benzerini Jose Carlos Mariategui Peru için yapar. Sonrasında birçok yarı sömürge ve yarı feodal ülkede komünistler aynı sonuçları veren incelemeler yaparlar. Mao’nun ortaya koyduğu kapitalizm türü emperyalizmle açıklanabilen bir kapitalizmdir. Bu nedenle komprador kavramı burada özeldir. Bu kapitalizmin aynı zamanda bürokratik bir yapıda olduğu tespit edilir. Kompradorların ve büyük toprak sahiplerinin sermayesine dayanan ve bu tür bir sermayeyi içeren bürokratik kapitalizm Mao’nun ekonomi politik alanına yaptığı önemli bir katkıdır.
Mao’ya kadar bu sermaye burjuva sermaye ve bu sermayenin sahipleri için de burjuvazi, hatta “yerli” anlamında milli burjuvazi denmektedir. Oysa Mao bunların emperyalizme ve feodalizme dayanan özelliklerini gösterir ve nitelik bakımından farklı davrandıklarını tespit eder. Farklılıkları devrimin niteliğini ve gelişim biçimini doğrudan etkiler. Her ne kadar bu tür ülkelerdeki devrimlerin niteliği hakkında özellikle Stalin belli başlı özelliklere dikkat çekmişse de Mao “Yeni Demokratik Devrim” teorisiyle yeni sorunu baştan aşağıya çözümler.
Yeni Demokratik Devrim teorisinde dikkat çeken özellik orta burjuvazinin bu devrimdeki rolü hakkındadır. Orta burjuvazi ya da esas olarak milli burjuvazi emperyalizm ve feodalizmin ürünü olan bürokratik burjuvaziden önemli ölçüde zarar görür, gelişimi bunlar tarafından engellenir. Gelişme olanağı bulan kesimler ise milli karakterini yitirip kompradorlaşır. Dolayısıyla devrimin önündeki asıl engel bu ülkelerde uzun bir süre feodalizm ve ona dayanarak egemenliğini sürdürebilen emperyalizm olmaya devam eder. Lenin emperyalizm çağında burjuvazinin devrimci barutunu yitirdiğini ileri sürdüğünde Çin gibi ülkelerdeki bu özgün durumdan hareket etmiyordu. Mao ise Çin gibi bir ülkedeki devrimin sorunlarını çözüyordu. Açıktır ki bu ülkelerdeki devrimler emperyalizmin alt edilmesinde önemli bir yerde durur. Lenin devrimin fırtına merkezlerinin sömürge ülkelere kaydığını ifade ederken esas olarak ulusal kurtuluş mücadelelerinin önemine işaret ediyordu. Mao ise Lenin’in doğru belirlemesinin altını çizmekle birlikte ulusal kurtuluş mücadelelerinin demokratik devrimlerle birleşmesini ve emperyalizmin geleceğinin bu ülkelerdeki devrimlerle belirleneceğini açıklar:
“Doğru, bu, ölmekte olan emperyalizmin nihai mücadelesinin dönemidir. Emperyalizm ‘can çekişmekte olan kapitalizmdir.’ Ama ölmekte olduğu için, hayatta kalmak için sömürgelere ve yarı-sömürgelere daha fazla bağımlıdır ve hiçbir sömürgenin veya yarı-sömürgenin kendi burjuvazisinin diktatörlüğü altında kapitalist bir toplum gibi bir şey kurmasına kesinlikle izin vermeyecektir.” (Yeni Demokrasi Üzerine, 1939)
Bu teoriyle birlikte emperyalizm hakkındaki teorimiz de genişler.
Bu ülkelerdeki kapitalizm hakkındaki tespitlerini Mao “Yabancı emperyalizme, yerli toprak ağaları sınıfına ve eski tip zengin köylülere sıkı sıkıya bağlı olan bu tekelci kapitalizm, komprador, feodal, tekelci devlet kapitalizmi haline geldi.” (Şimdiki Durum ve Görevlerimiz, 1947) cümlesinde özetlemektedir.
Burada dikkat çekici bir özellik olarak “tekelci” karakter hakkında da bir yorum yapmak gerekir. Hiç kuşku yok ki bu tekelci karakter emperyalizmden bağımsız değerlendirilemez. Sadece fikir bakımından değil, aynı zamanda sermayenin bu ülkelerdeki genel yetersizliğinden de kaynaklı bu böyle gerçekleşir. Sermayenin “liberal” tavrına bu ülkelerde rastlama olanağı yoktur. Günümüzde de “neoliberal politikalar” dendikten sonra gerçekleşen şey emperyalizmin sermayesi ile belirlenmiş güçlü bir tekelcilik olmaktadır. Bunun daha ileri gidip mafyatik özellikler de gösterdiğini belirtebiliriz. Bu özelliğin emperyalizmin orta burjuvazi üzerindeki baskısının bir başka biçimi olduğunu, devrimin bu tekelciliği alt etmekte geniş bir kesimin ortak çıkarını gerçekleştireceğini özellikle vurgulamak gerekir. Dolayısıyla bu özelliğin devrimin olgunlaşması, Yeni Demokratik Devrim için koşulların oluşması olduğunu belirtebiliriz… Mao’nun açılımı, onun eserleri okunduğunda görülecektir ki “neredeyse tamamen” Çin hakkındadır. Bu durum söz konusu tezlerin sadece Çin için geçerli olduğuna, yarı sömürgeler için genelleştirilemeyeceğine yorumlanabilir. Emperyalizm ortaya çıktığında da onu bir politika olarak değerlendirenlerin olduğunu hatırlamak gerekir. Bunun yanlış bir yorum olduğunu Lenin kısa bir zamanda açıkladı. Çin’de yaşananlar emperyalist yöndeki ekonomik gelişmelerin doğal bir sonucudur, emperyalizm aşamasında kapitalizm Çin’de olduğu gibi hareket eder, etmek zorundadır. Bu ekonomik sistemin sürdürülebilir olmasının koşulu yarı sömürgelerin varlığıdır ve buralarda “kendi burjuvazilerinin diktatörlüğü altında bir kapitalizm olanağı”nın sürekli olarak engellenmesidir. Sermayesinin niteliği ve bağımlı bürokratik burjuvazinin tekelci karakteriyle emperyalizm bunun şartlarını sürekli oluşturur.
Bu nedenle Mao Çin’i çözümlerken yarı feodal ve yarı sömürge ülkelerdeki genel özellikleri çözümlemiştir. Onun bu genellemeyi yapmamış olması teorinin bu özelliğine asla gölge düşürmez. Çünkü, bu dizinin başlangıcında da altını çizdiğimiz gibi teori daima sonradan olgunlaşır. Herhangi bir canlı türü de incelenirken öncelik tekil incelemedir. Bununla birlikte her tekil inceleme ilgili canlı türü hakkında hemen hemen tüm genel bilgileri içerir. Bilimin metodu bakımından bu süreç gayet normaldir… Mao bu tür ülkelerdeki kapitalizmi açıklayarak genel emperyalizm teorisini de geliştirmiştir. Onun bu bölümde konu ettiğimiz tezleri anlaşılmadıkça ve sınıf analizlerinde, devrim teorilerinde temel alınmadıkça sömürge ve günümüzde de esas olarak yarı sömürgelerde devrimi ilerletmek mümkün olmayacaktır.
Son bölüm olarak Mao’nun felsefe alanındaki katkılarını konu edeceğiz. Felsefe alanında Mao gene sınıf mücadelesinin proletarya lehine gelişmesine dikkatini vermiştir. Bu anlamda o bilindik türden bir “filozof” değildir. Onun felsefe kaftanı Marks’tan, Engels’ten, Lenin ve Stalin’den mirastır. Tam da felsefeyi sınıf mücadelesinin hizmetinde gördüğü için o muazzam derecede berrak, anlaşılır ve kitlelerce öğrenilebilir bir felsefe diline sahiptir. Maoizm şiarının kitlelerin dillerinde akıcı bir felsefe pratiğine dönüşmesinde bu özelliğin belirleyici olduğunu kim inkâr edebilir?
Proletaryanın İktidarı İçin Şiarımız: Maoizm