MLM ANLAYIŞ VE SOSYALİZM DENEYİMLERİNDE POZİTİF AYRIMCILIK
Pozitif ayrımcılık kavramının burjuva demokrasisinin ürünü olduğunu belirtmiştik. Burjuva kadın hareketi; 1970-80’lerde toplumda kadın eşitliğinin sağlanması için ek haklar, teşvikler ve tedbirler şeklinde dillendirdiği talepleri pozitif ayrımcılık kavramıyla adlandırılıyordu. Ancak bu kavram yeni olsa da anlayış olarak yeni değil. Burjuva kadın hareketinin dillendirmesinden 50-60 yıl önce zaten SSCB’de teoride ve pratikte hem de çok kapsamlı bir biçimde uygulanıyordu. Burjuva feminist kadın hareketinin son yarım yüzyıldır onca mücadelelerle elde ettiği bir dizisini ise hala kazanmak için mücadelesini verdiği hakları Rusya’da kadınlar 1917 Ekim Devrimi ile hem de çok daha fazlasıyla elde etmişlerdi.
Devrimin hemen ertesinde KP öncülüğündeki hükümet, kadınların eşitsizliğine dair eskiden kalma tüm yasaları kaldırmıştı. Ancak toplumda kadınların eşit konuma gelmelerinin maddi koşullarını yaratmanın yeterli olmadığını bilen KP, bunun yanı sıra asırlar boyu hor görülen, aşağılanan, edilgenleştirilen ve bunların yarattığı etkilere, ön yargılara karşı da siyasi, ekonomik ve ideolojik mücadeleyi de elden bırakmamıştır. Lenin yoldaşın “yasa önünde eşitlik, henüz yaşamda eşitlik değildir. Emekçi kadın yalnız yasa önünde değil, bilakis yaşamda da erkekle hak eşitliğini kazanmalıdır. Bu amaçla emekçi kadınların kamu kurumlarının yönetimine ve devletin yönetimine gittikçe daha güçlü katılmaları zorunludur…” Yönlü şiarı rehberliğinde kadını evin dört duvarı arasından çıkarıp, toplumsal yaşama katacak bir dizi ek haklar, teşvikler sağlanmıştır. Kadının üretimde, politikada, aile ve toplumsal yaşamda eşitliği için ilk olarak “eşit işe eşit ücret” ilkesi kabul edilmiş, 8 saatlik iş günü yaşama geçirilmiş (ülke ekonomisinin gelişmesiyle birlikte 1929 yılında 8 saat yerine 7 saatlik iş günü uygulamaya konulmuş, kimi ağır sanayi dallarında ise 6.5 ve 4 saatlik iş günü uygulaması yaşama geçirilmiştir) kadın emeğinin, özelde de anne ve çocuk emeğinin korunmasına dair yasalar ilan edilmiştir. Köylülerle yapılan toprak reformunda aileye göre dağıtım yapıldığında, kadın yine dışında kalacağı için aileye değil, bireylere toprak dağıtımı yapılmıştır. Cinsiyetçi iş bölümüne son verilmiş, bunun yaşama geçirilebilmesi için değişik iş kollarında, fabrika ve atölyelerde, kadınlar için kota konulmuştur. Nitelikli olmayan kadın emeğinin nitelikli hale getirilmesi için okullar, kurslar, meslek okulları açılmış ve kadını sayısını arttırmak için buralarda da kotalar uygulanmıştır. Bakmak zorunda olduğu 14 yaşından küçük çocuğu olan tüm işçi ve emekçi kadınlar vergiden muaf tutulmuştu. NEP sürecinde dahi hamile olduğu için kadınların işten çıkartılmaları engellenmiş, ücretli doğum izni uygulaması ile birlikte, kadınların çalıştığı tüm fabrika, atölye vb. yerlerde kreş, çocuk yuvaları ve emzirme odalarının zorunlu olarak yaşama geçirilmesi sağlanmıştı. Bunların uygulanmadığı, özel sektörün ayak dirediği durumlarda da cezai yaptırımlar devreye konuluyordu. “Görünmeyen emek” diye de değerlendirilen, kadını ev içi köle haline getiren, ev işleri, bugün hala en “gelişmiş” kapitalist ülkelerde dahi yok sayılıyorken, SSCB’de ücretli çalışma olarak değerlendiriliyordu. Yine “Evlilik ve Aile Yasaları” ile ev dışında çalışıp, kazanç sağlayan diğer eşin emeği ile evde çalışan kadının emeği eşit sayılıyor, servet birikimindeki payları da eşit kabul ediliyordu. (TC’nin benzer bir yasayı kadın örgütlerinin de çabaları sonucu daha 5-10 yıl önce kabul ettiğini hatırlarsak SSCB’deki 90-100 yıl önce yapılan düzenlemelerin önemi daha iyi anlaşılıyor) En önemlisi de toplumsal bir iş olarak değerlendirilen ev işleri ve çocuk bakımı, eğitimi kadının omuzlarından alınarak, devlet tarafından üstlenilmiş; kreşler, çocuk yuvaları, yurtlar, büyük kamu aşevleri, ortak çamaşırhaneler vs. ile toplumsallaştırılmaya çalışılmıştı.
Devrimden önce %88.3’ü okur-yazar dahi olmayan kadınlara okuma yazma öğretilmiş, politikaya çekmek için delege toplantıları, eğitim faaliyetleri, sendika-dernek çalışmaları ve eğitimleri, konferanslar, kongreler ve daha bir dizi araçlarla hem bilinçlendirme çalışmaları yürütülmüş hem de kadının katılımının önündeki maddi engeller kaldırılarak aktif katılımı sağlanmıştır.
Nitekim o dönem birçok kapitalist-emperyalist ülkede kadının seçme-seçilme hakkı dahi yokken, SSCB’de 1955-56 döneminde SSCB’nin en üst iktidar organı olan Yüksek Sovyet içinde 348 kadın (tüm temsilcilerin %25.8’i) yer alıyordu.
Bu örnekleri daha da çoğaltabiliriz. Görüldüğü gibi pozitif ayrımcılık kavramı burjuvazinin yarattığı bir kavram olsa da anlayış olarak başta SSCB pratiğinde olmak üzere, yazımızda yer vermediğimiz tüm demokratik devrim ve sosyalist devrim yapılmış ülkelerde çeşitli biçimlerde uygulanmıştır.
DEVRİMCİ VE KOMÜNİST KADINLAR İÇİN POZİTİF AYRIMCILIK
Yazımız boyunca esasta pozitif ayrımcılık anlayışını işçi-emekçi halk cephesinden değerlendirdik. Bir de devrimci-komünist parti ve örgütler içerisindeki kadınlar açısından değerlendirilmesi yararlı olacaktır.
Devrimci-komünist kadınlar, sistemin esaret ve baskı zincirini kırıp, tüm bu zulmün, sömürünün sorumlusu sisteme karşı onurlu kavgada yerini almak için devrimci örgütlü saflara geldiğinde dahi mücadeleye erkek yoldaşlarının bir adım gerisinden başlıyor. Elbette bu örgüt işleyiş ve hukukundaki ayrımcılıktan kaynaklı değil, içinden çıkılan toplumun yaşam koşullarının bilinçte yarattığı tahribatlardan kaynaklanıyor. Sonuçta devrimci erkekte, devrimci kadın da erkek egemen burjuva-feodal sistemin içinden çıkıp devrimci komünist saflara katılıyorlar. Yıllarca erkeğin bilinci toplumdaki erkek egemen anlayışa göre şekillenirken, kadının bilinci de ezilen cins olarak şekillendiriliyor. Bu bilincin içinde devrimci oluyorlar, bu bilinçten yeterince arınmadan saflara geliyorlar. Devrimci olmak ise aynı zamanda bireyin kendi kişiliğinde, kimliğinde, yaşamında sürekli bir devrim yapmasıdır da. Devrimci kadın ve erkekte devrimci saflara katılırken ve katıldığında kuşkusuz kendi içlerinde onlarca devrim yapıyorlar. Değişiyor, gelişiyo ve ilerliyorlar. Ancak eskinin yüklerinden kurtulmak bir süreç ve sürekli bir müdahale de istiyor. Her devrimci içinde bulunduğu toplumun bir dizi özelliğini de alıyor ve bunlardan bir bütün kurtularak gelmiyor devrimci saflara. Bunun yanı sıra devrimciler toplumdan yalıtılmış alanlarda yaşamıyorlar. Hala gerici sistemin içinde tüm burjuva-yoz kültürünün etki ve saldırılarına da açık olarak yaşıyorlar.
Devrimci saflara gelen kadının değişimi, gelişimi ve eskinin yüklerinden kurtulması ise daha sıkıntılı, sorunlu ve sancılı oluyor. Çünkü; toplumda ikinci cins olarak görülen, horlanan daraltılmış yaşam alanıyla dış dünyadan soyutlanan, hayatı, dünyayı algılaması ve yorumlaması köreltilen, düşünsel gelişimi kısıtlanan bir yaşamın içinden, toplumsal hapislikten çıkıp devrimci komünist saflara katılıyor. Yani yaşamın daha geri bir noktasından başlamış oluyor. Bu durum bir anlamda okula yeni başlayan Kürt çocuklarının yaşadıklarına benziyor. Düşünün ki Türkçe bilenler doğrudan okuma-yazma öğrenebilecekken, Kürt çocuklarının ise okuma-yazma öğrenebilmek için önce Türkçe konuşmayı öğrenmesi gerekecek. Böylece Türkçe bilen çocuklar bir adım önden başlamış oluyor yarışa. Devrimci-komünist kadınlar için de benzer bir durum söz konusudur. Önce bin yıllardır yalıtıldığı dünyayı algılaması gerekiyor. Tam da buradan beslenen ve hemen sökülüp atılamayan, kadının ezilmişliği, kendine güvensizliği, inisiyatifsizliği ve yetinmeci, pasif, edilgen özellikleri duygu ve düşünce dünyasındaki parçalanmışlıklarla birleşiyor. Bunlar ise kadının özne olmasını engelliyor, ayağına pranga olup yürüyüşünü geriletiyor. Kadının partide, mücadelede sorumluluklar üstlenmesini, politika üreten, yöneten pozisyonlara gelmesini yavaşlatıyor, aksatıyor.
Sıkça dile getirip sorarız; aynı süreçte partiye katılan kadın ve erkek yoldaşlara eşit olanaklar tanınıyor olmasına rağmen, erkek yoldaş hızla ilerlerken kadın yoldaşın niye aynı hızla ilerleyemeyip geride kaldığını ya da gerillaya birlikte katılan kadın ve erkek yoldaştan erkek olan genellikle koşullara daha hızlı adapte olup, çevreyi-araziyi daha çabuk öğrenip gelişerek komutanlık gibi görevlere yükselirken; kadının ise adapte olması, koşulları, araziyi kavrayıp birbirleriyle bağlantılarını kurması daha yavaş ve gecikmeli olmaktadır. Dolayısıyla kadının gelişmesi ve ilerlemesi de daha zorlu bir süreci gerektirmekte.
Koşuya birlikte başlayan yoldaşlarıdan erkek olan ilerleyip geçerken, kadının geride kalmasının arka plandaki tarihsel, toplumsal, psikolojik yönlerini ve kadının duygu ve düşünce dünyasındaki parçalanmışlıkları görmemek de KP içinde eşitsizlik üretmek olacaktır. O zaman öncelikle kadın yoldaşların ek tedbir ve ele alışlarla bir adım öne taşınması gerekiyor. Ancak o zaman bu koşu eşit koşullarda başlamış olacaktır.
Görüldüğü gibi burada da bir eşitsizlik söz konusu ve bunların ek tedbir ve teşviklerle giderilmesi ya da en asgariye indirilmesi gerekiyor. Lakin yürütülen bu mücadelede de birkaç noktanın çizilmeli: Birincisi; devrimci-komünist saflarda yaşanan kadın sorunu ve eşitsizliği meselesi toplumda yaşanan gibi açık ve kaba değil. Daha inceltilmiş bir biçimde yaşanıyor. O zaman çözüm için uygulanacak yöntem ve araçlar da farklı olmak durumunda.
İkincisi; devrimci saflarda, kadın her ne kadar toplumdaki kadınların yaşadığı gibi sorunlar yaşamıyor olsalar da, toplumda da devrimci saflarda da kadınların geride olmalarının tarihsel, toplumsal, kültürel, psikolojik kökenleri aynı. Ve kadının yaşadığı baskının, toplumda yaşanan diğer baskılardan çok daha derin kökleri mevcut. Bundan dolayı yürütülecek mücadelede o oranda kapsamlı olmak zorunda. Üstelik de ne devrim sonrasına ne de sadece kadınlara havale edilerek değil; esasta öncünün, KP’nin bugünden başlayarak bir dizi özel araç ve yöntemlerle sistemli olarak sürdürmesi gerekiyor. Kadının daha fazla desteklenmesi, teşvik edilmesi yani pozitif ayrımcılık uygulanmasının zorunluluğu da burada devreye girmek durumundadır.
Mücadele içerisinde sıkça karşılaşılan örneklerden birisi de kadın yoldaşların yetinmeciliğinden, kendine güvensizliğinden kaynaklı, kendisinin yapabileceği, kendisini daha da geliştirecek bir dizi görev ve sorumluluklara gönülsüzce yaklaşmalarıdır. Hatta kendilerinden daha geri erkek yoldaşları önermelerine çokça tanık oluyoruz. Tam da böylesi durumlarda Mao yoldaşın dediği gibi “bir işi hem bir erkek hem de bir kadın yapabilecekse o iş kadına verilmelidir.” Kadının en büyük prangalarından olan kendine güvensizliği pratiğin içinde, pratiğin öğreticiliğinde kendi gücünün gösterilmesiyle kırılacaktır. Aynı zamanda her pratik adım, bilinçlerin değiştirilip dönüştürülmesinde, erkek ve kadın tüm yoldaşlar için ideolojik-politik eğitimdir de.
Elbette kolektifin sorumluluğunun, değiştirme gücünün ve çabasının önemini koyarken, kadının içsel çabasının önemini de yadsımıyoruz. Buradaki özne olan devrimci kadının bilinç düzeyi, toplumdaki kadından ayrıştığı için kolektif tarafından yapılan ek tedbirler, haklar önemli olsa da belirleyici olan kadının kendisidir, kendi iç dinamikleridir.
Son olarak; biliyoruz ki baskı altında tutulanlar, isyanı ancak çetin savaşlarla kazanabilirler. Çetin savaşlarsa daha büyük güç ve bilinç gerektirir. Bu da ancak kadın-erkek tüm sömürülenlerin proletarya diktatörlüğü önderliğinde yürüttüğü örgütlü mücadeleyle başarılabilir. (bitti)
Kaynaklar:
1-Kadın Sorunu Üzerine- Marks, Engels, Lenin, Komintern, Clara Zetkin
2- Marksist Teoride Kadın-Lise Vogel, Pencere Yayınları
3- Rusya’da 1917 Sosyalist Ekim Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu, Cilt 1- Gül Özgür, Dönüşüm Yayınları