Özel mülkiyetin ortaya çıkışı ayı zamanda ilkel anlamda da olsa ilk toplumsal eşitliğin de bozulmasını getirmişti. Ezenle-ezilen çelişkisinin başladığı ve her toplumsal süreçte kendini farklı biçimlerde üreten sınıflı toplumlar tarihi aynı zamanda ezilenlerin bu eşitsizliğe karşı mücadele, sömürü ve baskıya son vererek, toplumsal kurtuluşun ve tam hak eşitliğinin de sağlanması mücadelesidir diyebiliriz.
Elbette bu mücadelede ilk köleleştirilip baskı altına alınan cins olan kadının yaşadığı baskı, sömürü ve ezilmişlikten, tam ve eşit insan görülmemekten, yok sayılmaktan kurtulma mücadelesi de genel toplumsal kurtuluş mücadelesinin bir parçasını oluşturur. Ancak cins olarak ilk ezen-ezilen çelişkisini yaşayan, baskı altına alınan kadın olduğu, ilk eşitlik dengesi kadın aleyhine bozulduğu, kadının bilinci köreltildiği ve var olan eşitsizliği iliklerine kadar yaşayıp, hissettiği için; kadının ve kadın hareketinin özgürlük ve kurtuluş mücadelesinin sadece basit bir parçası değil, önemli bir bileşenini, parçasını oluşturur. Zira kadının ezilmişliğinin kökeni özel mülkiyetin çıkışına kadar uzandığı ve diğer ırk, ulus ya da doğuştan gelen eşitsizliklerden, kendi içindeki farklarla birlikte bir cinsin tamamını kapsadığı için eşitlik ve hak arayışı da bir o kadar köklü ve karmaşıktır.
Bu durumun kavranması kadının, kadın hareketinin ve kadın çalışmasının insanlığın kurtuluş mücadelesindeki öneminin de kavranmasını getirecektir. Bu önemin kavranması ise hem kadın kitlelerini kazanmak hem de kadının üzerindeki boyunduruğun parçalanıp, tam hak eşitliğinin sağlanabilmesi için özgün araçlar geliştirmeyi, özel ele alışlar ve politikalar üretmeyi de zorunlu kılacaktır.
Bu yazıda bahsettiğimiz özgün ele alış ve politikalardan biri olan pozitif ayrımcılığı işleyeceğiz. Devrimci-komünist cenah da dahil olmak üzere birçok çevrede belli yönleriyle pozitif ayrımcılık anlayışı ve ele alışları; bu anlayışın kadın sorununa da uygulanıp uygulanamayacağı vb. tartışılmakta. Bu tartışmalarda ise doğrularla yanlışlar iç içe girmiş durumda. Doğrularla yanlışları ayrıştırıp, doğru yaklaşımı koyabilmek için pozitif ayrımcılık anlayışının tarihsel köklerine göz atmamız yerinde olacaktır. Tarihsel kökleri anlayabilmek için de öncelikle pozitif ayrımcılık anlayışının da temelini oluşturan “eşitlik” anlayışı ve kavramını irdeleyerek işe başlayabiliriz. Eşitlikten ne anlıyoruz, nasıl bir eşitlik ve kimin için eşitlik? Kadın kurtuluş mücadelesinde “eşitlik” talebinin yeri nerededir? Gibi soruları çoğaltabiliriz.
EŞİTLİK VE SINIF MÜCADELESİNİN KESİŞİMİ
Sınıflı toplumlarla başlayıp her tarihi toplumsal süreçte değişik biçimler alan “eşitlik” anlayışı esas olarak kapitalist üretim ilişkilerinde bir temele oturmuştur. Marx’ın ifadesi ile “ilk çağlarda ve orta çağdaki eşitlik ve özgürlük kavramlarının henüz üretim ilişkilerinin etkisine girmediği…” görülürken, kapitalizmin doğuşuyla birlikte insan emeğinin sömürüsüne, baskılara karşı tepki ve ezilen sınıf bilincinin gelişmesi ile yeni bir hâl almıştır. Bu yeni biçimde iki yön öne çıkar. Birincisi, tüm insanlığın eşitliğinin kapitalist üretim ilişkilerinin ekonomik işleyişi ile iç içe olmasıdır. İkincisi ise kapitalizmin gelişmesi ile eşitlik olgusunun da değişikliğe uğramasıdır. Örneğin kapitalizmin ilk aşamasında eşitlik olgusu mülkiyet ve kişiler üzerindeki feodal kısıtlamalara, baskılara tepki olarak “herkes” için bireysel hak ve özgürlük-eşitlik vaadiyle gelişmişti. ABD “Bağımsızlık Beyannamesi”nde ve Fransız Devrimi sonrası “Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi”nde de tüm insanların “eşit ve özgür” doğduğu vurgulansa da bu “tüm insanlar” ve “vatandaşlar” kategorisine elbette kadınları dahil etmiyorlardı.
Sanayi Devrimlerini takip eden yaklaşık iki yüzyılın sonunda formel eşitliklerde belli ilerlemeler sağlansa da burjuva toplumun “eşitlik” vaadi ikiyüzlü bir biçimde sürüyordu.
20.yy’a gelindiğinde ise emek gücünün özgürce satılabilmesi için koşulların düzeltilmesi gereği ile başlayan mücadele de burjuvazinin ikiyüzlü eşitlik vaadinin etkisi azalırken, sömürücünün kendisinden “eşitlik” talebi ya da sömürülme olgusu içinde “eşitlik” beklemenin anlamsızlığı fikri demokratik ve sosyalist hareketleri de ortaya çıkarmıştır.
Artık burjuva toplumun çelişkiler içeren “eşitlik” kavramına karşı, demokratik haklar için mücadele anlayışı ön plana çıkarken, bu da ciddi bir devrim mücadelesi anlamı taşımaktadır. Yani eşitlik için savaş her şeyden önce burjuva-feodal kapitalist sistem içinde, insanların en iyi koşulları talep etmesidir. Bu da burjuva reformizminin boş girişimleri bir yana, demokratik haklar için eşitlik savaşının kapitalizmin ötesine geçmesi demektir.
Lenin “kapitalizm resmi eşitliği ekonomik ve dolayısıyla sosyal eşitsizlikle birleştiren bir düzendir” derken tam da eşitsizlik anlayışının kapitalizmin yarattığı ve içinde barındırdığı tüm sınıflar, ırklar, uluslar ve cinsler arasındaki ezen-ezilen çelişkisi ve mücadelesinde kendisini var etmesine dikkat çekmektedir.
Burjuva-feodal kapitalist toplumlarda eşit haklardan yoksun kılınan çeşitli gruplardan birisi de kadın cinsidir. Kadınların ezilmişliği, eşitsizliği ve bir dizi haktan yoksunluğu, tarihsel, toplumsal bir sürecin ürünü olarak günümüze ulaşır. Ve günümüzde (burjuva-feodal ya da kapitalist sistemde) sonradan gelişen mekanizmalarla daha da belirginleşmiş ve güçlenmiş bir hâl alır. Çünkü yasalarla birlikte resmi olmayan birçok toplumsal gelenekte kadının ezilmişliğini ve eşitsizliğini destekler. Bu anlamıyla kapitalizmin gerçekleşmeyen “eşitlik” vaadi, en çok kadının durumunda kendini gösterir. Buna karşı kadın kitleleri de tıpkı diğer eşit olmayan kitleler gibi savaşımlarını verir. Ancak bu savaşın niteliğini belirleyen, aktörlerin eşitlik anlayış ve kavrayışlarıdır. Yani burjuva kadın hareketi ile proleter kadın hareketinin ele alış farkında görebiliriz bu nitelik farkını.
Burjuva kadın hareketi kendi içinde ayrışıp farklı yorumlar getirseler de, örneğin feministler erkekler karşısında kadına da fırsat eşitliğinin sağlanması durumunda eğitim, hukuk ve değerler sistemindeki engellerin kaldırılabildiği ölçüde eşitliğin de sağlanacağını savunurken; radikal feministler de eşitsizliğin nedeni olarak toplumun her alanını saran ataerkil yapı ve onun egemenliğine dikkat çekerler. Ve kadın-erkek karşıtlığı biçiminde bir mücadeleyi öngörürler. Yine 1980’lerden sonra gelişen post-modern feministler ise “eşitlik” anlayışı yerine kadınların “farklılıklarının” birer zenginlik olduğunu ve bunların tanınması gerektiğini savunurlar. Sosyalist feministler ise daha sınıfsal bir pencereden bakarken; eşitsizliğin kaynağı olarak özel mülkiyetle birlikte ataerkil ideolojiyi de eş değerde görüp hedefe alırlar. Genel olarak burjuva kadın hareketinin esasına damgasına vuran toplumda kadının konumunu yükseltmek için, daha ziyade yasalarla belirlenmiş eşitsizlikleri hedef almalarıdır. Onlar toplumdaki kadın-erkek eşitliğini amaç haline getirirler. Kadının yaşadığı baskı, sömürü ve eşitsizliğin görünürlüğünü sağlasalar da yeterince çözüm politikaları geliştirememektedirler. Eşitlik için mücadeleyi de erkeğin aile, devlet ve toplumdaki imtiyaz ve hakimiyetine karşı mücadele ile sınırlandırırlar.
Proleter kadın hareketi ile ayrım noktası da burada başlar. Zira proleter kadın hareketi sistem içine sıkıştırılmış, sadece yasal “eşitlik”le sınırlandırılmış “hak ve özgürlük”lerin yeterli olmadığını, bu sınırın pratikte insanın insan üzerindeki sömürüsünü, siyasal, sosyal, ekonomik ya da cinsel baskısının ve eşitsizliğinin devamını sağlamaktan başka bir işlevinin olmadığını bilirler.
Bundan dolayı kadın ve erkeğin biçimsel eşitliğini değil, onların siyasi, ekonomik, toplumsal ve cinsel tam hak ve eşitliğini sağlayacak mücadeleyi esas alırlar. Lenin yoldaşın ifadesi ile temel şiarları: “Herkese özgürlük değil de, herkese eşitlik değil de ezip sömürenlere karşı mücadele, ezip sömürme imkanının ortadan kaldırılması. İşte sloganımız budur! Ezilen cinsiyete özgürlük ve eşitlik! İşçiye, emekçi-köylüye özgürlük ve eşitlik!” tir. Yani reformlar için değil devrim için mücadeleyi esas alırlar. Reformlar için mücadele anlamına da gelen formel hak eşitliği mücadelesini ise amaç değil amaca giden yolda Clara Zetkin yoldaşın deyimi ile “mücadeleye erkek proleterlerle silah bakımından eşit donanımla girebilmek için bir araç olarak görür”ler.
“Eşit haklar” mücadelesindeki bu araçları geliştirdikleri oranda devrim mücadelesini de geliştirebilirler. Şimdi “eşitlik” çerçevesinde ele alınan araçlardan biri olan pozitif ayrımcılık anlayışını irdeleyebiliriz.
POZİTİF AYRIMCILIK ANLAYIŞI VE TÜRKİYE’DE GELİŞİMİ
Burjuva kadın hareketinin; toplumda ikinci cins olarak görülen ayrımcılığa uğrayan kadınların toplumsal konumunu yükseltmek ve “eşitliğini” sağlamak amaçlı dillendirdikleri taleplerden birisi de pozitif ayrımcılık anlayışıdır. 1970-1980’li yılardan itibaren gündemleştirilen pozitif ayrımcılık anlayışı burjuva demokrasisinin bir ürünüdür. Toplumda eşit olmadığı ve eşit yaşamadığı düşünülen belli gruplara ve kişilere çeşitli ayrıcalıklar tanıyarak onları destekleme şeklinde tanımlanan pozitif ayrımcılık anlayışı ilk olarak ırkçılığa karşı ABD’de, siyahlar ve beyazları “eşitleme” temelinde gündeme getirildi. Ve Uluslar arası Irksal İlişkiler Sözleşmesi (RRA) ile ırk temelli ayrımcılık kâğıt üzerinde ortadan kaldırıldı.
Kadına karşı ayrımcılık ise toplumda eşitsiz konumda olan kadın ek haklar, ayrıcalıklar ve tedbirler uygulanarak “eşit” hale getirilmesini amaçlıyor. Kadının, seçme-seçilme, eşit eğitim gibi temel haklarını kağıt üzerinde de olsa elde etmesinin arından, pozitif ayrımcılık uygulaması ile erkeklerin toplumda egemen olduğu sosyal, politik ve ekonomik alanlardaki kadın-erkek eşitsizliğini azaltmayı hedefliyor. Bunu sağlamak için de başta kota yolu olmak üzere çeşitli biçimlerde parlamentoda kadın temsiliyetinin artırılması, iş yaşamında kadın istihdamının sağlanması için yasal düzenlemelerin yapılmasını, eğitimde kız çocuklarına burs verilip, eğitimde kız çocuklarının düzeyinin yükseltilmesini vb. istiyor. Bunlar içerisinde de elbette merkezine parlamentoda kadın temsiliyetinin yükseltilmesini koyuyor. Tüm bu düzenlemelerin yasal güvenceye alınmasına yönelik çalışmalara yürütülüyor.
Türkiye’de ise pozitif ayrımcılık kavramı özellikler 1990’lardan itibaren, başta feminist çevreler olmak üzere birçok kadın örgütünün ve siyasi partilerin gündemlerine girdi. Pozitif ayrımcılık; 2000’lerden itibaren ise yapılan yerel ve genel seçimlerde kadın aday sayısının artırılması kampanyalarıyla, 2004’te yürürlüğe giren TCK’da kadınlara yönelik cinsiyet ayrımcılığının (olumsuz yönde) ortadan kaldırılması istemleri ile ve yine AKP hükümetinin hazırladığı “Yeni Anayasa Taslağı”nda yer alan kadın aleyhindeki düzenlemelerin iptal edilmesi ve pozitif ayrımcılık ilkesinin kabul edilmesi için yürütülen tartışmalarla daha da gündemleşmişti.
Elbette bu “gündemleştirme”de feminist çevrelerin önemli bir payı olduğu gibi AB ve BM patentli “kadın politikaları”nın rolü yadsınamaz. Bunların içerisinde en kayda değer yapılanma ise 1979’da kabul edilen ve Türkiye’nin de 1985’te imzaladığı BM-Kadına Karşı Her Türlü Şiddetin Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW)’dir. İçeriğinin incelenmesi ayrı bir yazı konusu olabilecek CEDAW sözleşmesi; aile yaşamı, eğitim, iş gücü piyasası, siyaset, kamu, yaşam, sağlık, kırsal kalkınma gibi bir dizi alanda kadına karşı ayrımcılığı ortadan kaldırmaya yönelik olarak devletlerin atması gereken adımları belirliyor.(devam edecek)