Öncelikle belirtmek gerekir ki politika, bir sınıf saiki ile kurulur. Dolayısıyla, ait olduğu sınıfın egemenlik mücadelesinin en etkili araçlarından birisidir. Aynı zamanda kendisine başka toplumsal dayanaklar arayan sınıfların, belli toplumsal kesimlere hitap etmesine, o sınıfları etkilemesine katkı sunar. Her alanda kendi yerini bilen ve kendinden asla ödün vermeyen burjuvazinin politikası, tamamen kendi egemenlik çıkarları odaklıdır. Bu çıkarları ancak (şehir küçük-burjuvazisi, köylülük, aydınlar gibi) ara katmanları da kendi safında tahkim ederek sürdürebilir. Zira bunu başarmadan bir orduya, ideologlara vs. sahip olamaz. Bu, proletaryanın politikası veya özelde komünist partilerin politikası için de geçerli bir yasadır. Proletaryanın politikası da kendi sınıf çıkarları için çalışırken kurtuluşu yine kendisine bağlı olan ara katmanları, kendi etki ve etkinliğine çekmeyi amaçlar. O da bunu başarmadan, geniş bir orduya sahip olamaz.
Proletarya, burjuvazinin dayandığı istinat duvarını yıkıp, binanın altındaki toprağı kaydırmak zorundadır. Stalin yoldaşın “Ekim Devrimi ve Orta Katmanlar Sorunu”na Leninist tarzda yaklaşımına baktığımızda, bunun ne denli hayati bir öneme sahip olduğunu görürüz: “Bu katmanlar en azından tarafsızlaştırılmadığı, kapitalistler safından kopmadığı, ana kütlesi itibari ile hala sermayenin ordusunu oluşturduğu durumlarda, proletarya iktidarı eline geçirmeyi düşleyemez bile.” (Stalin, Seçme Eserler 5. Cilt, s. 279) Dünyayı temellerinden sarsan iki büyük proleter devrimi, böylesi bir ön koşulun hayat bulduğu aşamada gerçekleşebilmiş; düşman ancak bu şekilde zayıflatılabilmiş, safları tahrip edilip parçalandığında sınırlanıp etkisiz kılınabilmiştir.
Şimdi bu tarihe yüz yıl ileriden bakıyoruz. Bu yüz yılda, köprünün altından çok sular aktığı iddia edildi ve bir gerçek var ki devrimlerin zaferi yenilgilere dönüştü. Burjuva iktidarlar “son sözü” söyleyenin kendileri olduğu edasıyla “nihai zaferi” ilan etti ve kitleleri de emperyalist kapitalizmin hegemonyasını kutsamaya çağırdı. 1990’ların bu yaygarasının ardından da bir otuz yıl geçti. Ne var ki çok kısa zamanda; Kuzey Afrika, Latin Amerika, Ortadoğu, Doğu Akdeniz suları, kıyıları, kentleri ve hemen her sathı; emperyalist savaş, yağma ve talan sahasına dönüşüverdi. “Barış, uzlaşı, refah toplumu” masallarının ortasından, halkların kanına ekmek doğramaya koşan bir yarış ve rekabet çıktı. Beraberinde; “emperyalizmin çürüyen kapitalizm” olduğu, onun “kağıttan bir kaplan” olduğu gerçeğinde; neredeyse bir asır öncesinde Lenin ve Mao tarafından ortaya koyulan bu gerçekte, özsel ya da biçimsel bir değişim, dönüşüm olmadığı görüldü.
Sistemin yapısına mahsus mali krizlerle ve buna eklenen siyasal krizlerle de uç veren; bu çürümüş, yeni bir krizden başka gelecek vaat etmeyen “barış, refah ve huzur toplumu”(!), hâlâ kuyruğu dik tutmaya çalışsa da çelişkili yapısını, çözümsüzlüğünü görmezden gelemiyor. Özellikle son birkaç yıldır burjuva çevreler ve ideologları; “sistemin kendisine yeni bir soluk katması, yeni nefes boruları açması gerektiğine” ve “bunun bir mecburiyet olduğuna” işaret etmeden kendilerini alamıyorlar. Bu çevrelerin kaygıları belli: Sermaye iktidarının çıkmazından ve tümden çöküşe gideceğinden dertlendiklerini biliyoruz. Ezilenlerin ve işçi sınıfının iktidara akmasından korkmalarını anlıyoruz. Bu kaygı ve korkudandır ki; “bir şeyler doğru gitmiyor, eşitsizlik büyüyor!” diye başlayan her konuşma, her tartışma; “ama yine de çözüm burada, sistem-içinde aranmalıdır!” sonucuna vardırılarak noktalanıyor. Böylece sistemin bekasının düğümleri sıkılanıyor. Kurgu, bu ve benzeri argümanların dolaşımından ibaret.
BURJUVA POLİTİK DÜĞÜM, DEVRİMCİ ŞİDDET POLİTİKASIYLA ÇÖZÜLECEKTİR!
Burjuvazinin kurguladığı politik döngü, aynı zamanda burjuva ideolojisinin üretimi için yolu düzlüyor. Nasıl ki ideolojik mücadele siyasi mücadeleyi güçlü ve üstün hale getirebiliyorsa, siyasi mücadele de ideolojik mücadeleye olanaklar açıyor, ideolojik hegemonyanın yolunu düzlüyor. Oluşan hegemonya altında ideoloji ve politika, genişçe bir alanda kendini her an yeniden üretiyor. Zengin ve çok yaygın araçlarla kitlelerin ve bireyin her zerresine nüfus ettiriliyor. Bu etki-etkinlik ne denli yayılırsa, proleter ideoloji ve politika da o denli dar alana sürülüyor. Burjuva iktidarlar, çok yönlü ekonomik/siyasal krizler içinde boğuşuyor olsalar da proletaryanın, ezilenlerin mücadelesini dar alana sıkıştırmanın rahatlığında, arkalarına yaslanarak yeniden oyun kurabiliyorlar. Ayrıca burjuva muhalefetler aracılığıyla politika üretmenin sınırları çiziliyor. Elbette sistem içinden taşmayacak bir yere. İşçilere, emekçi halka, ezilen tüm kesimlere bu alan öneriliyor ve daha doğrusu dayatılıyor. Oradan taşan “art niyetli”dir, “marjinal”dir, “terörist”tir vs. Dolayısıyla oyun dışına çıkan “marjinallerin” şiddet yoluyla “ıslah edilmesi”, gerekirse hiç çekinmeden imha edilmesinde bir sorun görmez, bu liberal gömlekli burjuva muhalifliği!
Partizan Dergisi’nin 93’üncü sayısında ifade edildiği gibi çok açıktır ki; “Devlet ile tanımlanan şiddet tekelinin hakim sınıflar lehine sağladığı düzende, ezilen sınıfların politik varlığının bir karşılığı yoktur. Demokrasi oyununa kurallar dahilinde katılım, muhalefetteki egemenleri katlanabilir düzeyde içererek, egemenlik alanını genişletir. Politikaya katılım biçimi, ezilen sınıfların politik mücadelesini geçersiz kılmanın yolunu açar ve egemenlerin belirlediği sınırları, sürekli yeniden üretir. Ezilen kitleleri devletin ideolojik aygıtlarına dahil ederek, devletin dayandığı toplumsal zemini genişletir” ve haklı olarak; “Ezilen sınıflar, oyunun dışına çıkmadan, politikada kendi adlarıyla var olamazlar. Oyunun dışına çıkmanın yolu, egemenlerin kurallarının koruyucu şiddeti karşısına ezilenlerin şiddetini devreye koymaktan geçer.” (Partizan, 93. Sayı, s. 54) Bu genel değerlendirmeleri bir sonuca vardırmaktadır. Ekonomik-siyasi-ideolojik veya kültürel-askeri hegemonya ile emperyalist kuşatma altındaki dünyada, tek tek bütün ülkelerin ezilen sınıfları, politik ya da örgütsel varlıklarını ancak burjuva çerçevenin dışında oluşturabilirler. Özel olarak, politika üretebilmenin koşulu da devrimci şiddetin gelişimine bağlıdır.
Burjuva egemenlik alanı karşısında tamamen bağımsız bir yol izlemeyi tarifleyen bu hat, proletaryanın ve onun öncüsünün bayrağı altında toplanmayı şart koşar. Konuyu yaymak pahasına da olsa, bu noktada böyle bir değiniye ihtiyaç var. Zira burjuva toplumunda, sermaye sınıfı karşısında bağımsız bir sınıf olarak sahneye çıkabilecek tek sınıf proletaryadır. Diğer emekçi katmanların şekillenişi, burjuvaziden veya proletaryadan bağımsız olamaz. Bu ara katmanlar, kendi başlarına bir sınıf oluşturmazlar. Dolayısıyla bağımsız bir ideoloji, bir politika, toplumsal-siyasal örgütlenme vs. de oluşturamazlar. Onların düşünsel ya da pratik her eylemi bir sınıfa hizmet eder, bir sınıfa meyleder! Yerine, zamanına, devrimci, mücadelenin seyrine göre yön tayin etmelerinin temelinde de böyle bir “sınıfsızlık” hali yatar.
Ülkemizde küçük-burjuvazi ve köylülük kütlesi ağırlıkta olduğu için, devrimin kaderi proletaryanın ve proleter öncünün omuzlarına daha da ağır yükler getirmektedir. Bu yüklerin belki de en çetini ideolojik-politik yetkinliğini koruma ve illa da üretkenliği, çetin kuşatmalar altında sürdürme mücadelesidir. Devrimci saflardaki revizyonist, modern revizyonist, reformist görüşlerin çok renkliliği bu olguyu gözler önüne sermekte; MLM’lerin dışarıda olduğu gibi içeride de komünist çizgiyi hakim kılma mücadelesini bir an olsun elden bırakma gibi bir lükslerinin olmadığına işaret etmektedir. Bu mücadeleler, pasifist ya da sol maceracı çizgilerden kendimizi ayıran Halk Savaşı stratejisinin gereklerine sarılarak pratikte verilebilir. Halk Savaşının kır-şehir diyalektiğine uygun adımlarla yürütülen silahlı mücadele esasını örgütsel bütünlük içerisinde geliştirip, büyüterek verilebilir. Komünistlerin bugünkü koşullarda, politik darlık veya tıkanmışlıktan çıkışa dair tutmaları gereken esas halkalardan, bu halkaların en önemlilerinden birisi budur.
TÜRKİYE’DE POLİTİK DÖNGÜ VE ÇIKIŞ ADIMLARI
Ölçeği küçülterek ülkedeki politik mücadele ya da gündemin seyrine baktığımızda, önceki genellemelerin bir doğrulamasını görürüz. Yarı-feodal, yarı-sömürge yapı ve bunun üzerinde yürüyen faşist diktatörlük olgusu, ayırt edici farklılıkları da karşımıza çıkarmaktadır. İşçi-emekçilerin, Kürt ulusu ve diğer ezilen milliyetlerin, Alevilerin, kadınların, halk gençliğinin, LGBTİ+’ların en ufak ekonomik-demokratik-siyasal talep ve mücadeleleri; TC tarihi boyunca, emperyalizmin işbirlikçisi kompradorlar ve toprak ağaları sınıfının doğrudan gerici şiddete dayalı saldırıları ve imha, inkar, asimilasyon politikaları ile karşılık bulmuştur. Günümüzde de faşist Kemalist diktatörlüğün kodlarındaki tek millet, tek din, tek dil politikalarıyla yoğun bir saldırganlık konseptinde uygulanmasından başka bir şey yoktur. Hatırlanacağı üzere Kürt Ulusal Hareketi ile girilen “Barış ve Müzakere Süreci”nin bitimine kadar, Türk hâkim sınıfları sınıf mücadelesinin ve ulusal mücadelenin eritilmesi, tasfiyesi politikasını “barış” politikalarıyla hayata geçirmiştir. İhtiyaç hasıl olduğunda ise bu tutumu hızla terk ederek gerçek kimliğini açığa vurmuştur. Gelinen aşamada devrimci-demokrat-ilerici siyasal öznelerin en dar alanda dahi politik, örgütsel ve her tür varlığına tahammül edilmemekte, bu öznelerin tüm etkinliği faşist saldırıların boy hedefi olmaktadır. Meslek odaları bile bundan payını almıştır.
Saldırılar iktidardaki kliklerin politik merkezlerinden sahaya sürülüyor olsa da muhalefetteki diğer hakim kliklerin dünden rızalığını içerir. Başta CHP faşist kliği halka, Kürt ulusuna karşı her türlü saldırının imzacısı ve hatta alkış tutanı konumundadır. Üzerindeki tarihsel “sol-demokrat” maskeyi kullanarak, soldan devşirip sağa nakletmekte ustaca iş görmektedir. Bir yandan sisteme karşı kitlede biriken öfkeyi tekrar sistem içine çekip orada tutarken, bir yandan da muhalefet etmenin sınırlarını kalınca çizmeye yardımcı olmaktadır. AKP-MHP’nin işaret ettiği, gerici zoru devreye sokarak ittiği sınır neresi ise CHP o sınır çizgisinin üzerinden bir daha geçerek üzerini iyice parlatmaktadır. Oranın dışındakiler; iş bırakan, sokağa çıkanlar, devrimci tarzda her tür direnme silahını kullananlar; eğer bir dilenci gibi değil de bir asi gibi ses çıkarıyorlarsa, ya “marjinal” ya da “teröristtir.”
Bu tablo, tıpkı hakim sınıfların yaptıkları gibi -oyunu kuralına göre oynamak zorunda olduğumuzu- bir kez daha hatırlatmaktadır. Bu kural, proletaryayı veya proleter öncüyü nasıl ideolojik bağımsızlığını korumakla yükümlü kılıyorsa, politik ve örgütsel varlığını da burjuva sahanın ve onun saldırılarının tümden dışına, uzağına, erişmekte zorlanacağı yere inşa etmekle yükümlü kılar. Sadece korunmak ya da bir şekilde “varlığını sürdürmek” için gerekli değildir bu, aynı zamanda saldırmak ve iktidarı ele geçirmek için gerekli ve zaruridir. Ülkede sınıf mücadelesinin, Yeni Demokratik Devrim mücadelemizin başından sonuna kadar, her aşamasında geçerli olan bir hükümdür.
İçinden geçilen ve giderek koyulaşan tasfiye süreci, bu anlayışın günden güne aşınmasına yol açmıştır. Ülkedeki reformist-revizyonist ve her tür küçük-burjuva devrimci hareketin, sınıf karakterine uygun çarpıklıklarının ve teorideki yetmezliklerinin boyu iyiden iyiye uzarken, politik-örgütsel alanda da tasfiyeciliğin derinleşmesine kendilerine hayran bir biçimde katıldıkları belirtilmelidir. Sınıf politikasını merkeze almak, diğerlerini buna bağlı ele almak yerine ulusal, inançsal, cinsiyet ve başkaca kimlik eksenli politikaların merkeze ikame edilmesi bir örnektir. Proletarya diktatörlüğünün (ülke özgülünde demokratik halk diktatörlüğünün) propagandası yerine sistemi “iyileştirme”, egemenleri “yola getirme”, faşist diktatörlüğü “demokratikleşmeye” çağırma hedefli, her tarzda liberal burjuva ve aydınların da içinde olduğu politik korolar oluşturma buna bir örnektir. Hâl böyle olunca, örgütsel alanda da salt legalizmin, parlamentarizmin, yasalcı-sivil toplumculuğun ya da tersinden anarşizmin ve başı bozukluğun kulvarında kulaç atma yönelimi hız kesmemektedir.
Egemenlerin dar alana sıkıştırdığı devrimci politika ve örgüt sorunu ancak bu anlayıştaki politik güçlerin ellerinde çözülemez! Öyleyse, “Siyasal özgürlüğün ve sınıf savaşımının büyük sorunlarını, son tahlilde, ancak kuvvet çözümler ve bu kuvveti hazırlamak ve örgütlendirmek ve bu kuvveti yalnızca savunmada değil, saldırıda etkin olarak kullanmak işi de bize düşmektedir.” (Lenin, İki Taktik, s. 24) sözüne kulak kabartalım! Lenin’in bahsettiği komünist öncü niteliğinde bir kuvvet ve onun tüm örgütlü gücünün mücadele içerisinde geliştirilmesi, ilerletilmesi sorununun bizlerin omuzlarında olduğunu üzerine basa basa söyleyelim. Nitekim Proletarya Partisi, bu ve sınıf mücadelesinin başka esaslı sorunlarını güncel tutmanın çabası içindedir. 1. Kongre ve onun yönelimleri, tartışılagelen sorunları ve bunların aşılması mücadelesini kilit bir yere koymaktadır. Bunlara ilişkin somut politik-pratik ve örgütsel adımlar atılmış, atılma yönelimi içine girilmiştir.