5 Ocak 2022’de Kazakistan’da akaryakıt ve gaz fiyatlarına yapılan zamları protestoyla başlayan ve kısa sürede tüm ülkede geniş kitlelerin isyanına dönüşen eylemleri, küçük ortak Devlet Bahçeli taşıdığı kaygının yönlendiriciliğine uygun olarak 8 Ocak’ta yaptığı konuşmada “Türkiye’den bir Kazakistan çıkarmayı mı düşünüyorsunuz? Kazakistan’daki olayları izleyince bitiniz mi kanlandı?” diyerek ülke siyasetine hızla tahvil etti. Henüz Kazakistan eylemleri olmadan önce ise büyük ortak Tayyip Erdoğan 3 Ocak’ta “Utanmadan sıkılmadan sokağa döküleceklermiş, Cumhur İttifakı olarak hepinizi önümüze katar kovalarız.” şeklinde açıklamalarda bulunmuştur.
Faşist Cumhur İttifakı’ndan bu tür açıklamalar sürekli, düzenli ve sistematik şekilde yapılmaktadır. Bu sokak ve meydanlara dair düşmanlığın hak arayışı eksenine yöneldiği açıktır. Zira bu tehditlerin Millet İttifakı üzerinden dile gelmesi, hedefin onlar olduğu anlamına gelmemektedir. Millet İttifakı istediği zaman seçim çağrıları, geziler, açılışlar vs. ile sokaklara meydanlara çıkmaktadır. Faşist sistem partileri arasındaki mücadele ne kadar keskin olursa olsun, sokaklar ve meydanlar onlar için özgür alanlardır. Hepsinin ortak korkusu ise onların çerçevesini belirlemediği sokak eylemleri, hak talepleri ve mücadele çizgisidir. Ki Cumhur İttifakı’nın sözcülerinden “sakın sokağa çıkmayın” pasını Millet İttifakı şu şekilde gole çevirmektedir: “Sakın sokaklara çıkmayın, iç savaş kışkırtıcılığı yapıyor bunlar, provokasyona gelmeyin, seçim sandıklarını bekleyin, gitti gidiyorlar hata yapmayın…” Sokakların ve meydanların mücadele aracı olarak görülmemesine dair bu iki faşist kliğin ciddi bir gayreti ve çabası ve hiç kuşkusuz ortak çalışmaları söz konusudur ve asla bitmemektedir. Her vesile, her gelişme, dünyanın herhangi bir yerindeki isyan ya da sokak hareketinin varlığı faşist kliklerin halka yönelik ya “sokağa çıkmayın” tehdidi ya da “provokasyona gelmeyin” çağrılarına dönüşüyor.
Zira Türk hâkim sınıfların her renkten ve türden temsilcisinin esaslı korkusu ve endişesi, seçim-sandık denkleminden çıkmış, ekonomik haklarını yaşamsal ihtiyaçlarını talep eden, siyasal özgürlüklerini demokratik haklarını isteyen ve bunun için örgütlenerek hareket eden kitlelerdir. Bu korkudur ki, öfke ve tepkinin en üst düzeye çıktığı koşullarda, egemen kliğin muhalif olanı dahi bastırmaya ve sindirmeye çalıştığı ağır şartlar altında bu kesimler emekçileri sokaktan, mücadeleden uzak tutmaya çalışır. Kitlelerin dağınıklığı ve örgütsüzlüğü, onların biriken öfkesinin ve tepkisinin bu faşist klikler tarafından hem pasifize edilmesi hem de bir kaldıraca dönüşmesi anlamına gelmektedir. Bunu sağlamak için şeytanın dahi aklına gelmeyen argümanlar üretilir, faşist klikler arasındaki sertleşme de kitlelerin oluşan tepkisi ve enerjisi ustalıkla biçimlendirilir ve kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirilir. Ekonomik kriz büyüdükçe, politik kriz buna paralel olarak derinleştikçe, yönetme sorunu açık bir sorun olarak herkes tarafından tanımlandıkça gerici güçler ellerindeki tüm olanakları “korku ve rıza üretme” girdabı içinde pasifizme, sistem içine doğru çekmektedir. Bu noktada Cumhur ve Millet ittifakının çok pervasız ve “kör göze parmak sokarcasına” çevirdiği bu oyun hiç kuşkusuz devrimci-demokrat güçlerin zayıflığı, öz-örgütlülüklerin mücadeleci dinamiklerini yitirme gerçekliğinden de beslenmektedir. Faşist klikler örtüsüz bir şekilde emekçi sınıfları “ademe mahkûm” etmektedir. Emekçi ve ezilen kesimler nesneleştirilmiş, yok sayılmış ve sadece bir dolgu malzemesi rolü biçilmiştir onlara.
Devlet Bahçeli’nin “bitiniz mi kanlandı” diyerek savurduğu tehdit, Kazakistan’la benzer hatta daha derin kriz yaşayan Türk hâkim sınıflar gerçekliğine karşı “doğal” bir savunma hattı olarak görülmelidir. Her vesile ile Türk hâkim sınıflarının “terör umacasına” sarılarak, bunu kendi faşist klikler arasındaki mücadelenin de bir aparatına çevirmesi ise yeni bir olgu değil, artık “faşist Türk siyasetinin” bir rutini olarak görülmelidir. Birbirlerine yönelik “terör, terör destekçiliği, vatana ihanet, vatan hainliği” argümanları, Kürt ulusal hak mücadelesi, ekonomik-demokratik mücadeleler kastedilerek her türlü mantıksız örgüler kurularak kullanılmaktadır. Tüm hak mücadeleleri ve talepleri böylece daha etkili ve güçlü şekilde “terör” parantezine sokulmakta, sihirli sözcük “terör” retoriği ile birbirlerini sıkıştırmanın yolları aranmaktadır. Krizin büyümesine, güç değişimi eğiliminin yolunun açılmasına ve buna paralel olarak aralarındaki mücadelenin olabildiğince sertleşmesine paralel olarak bu eksenli saldırıların dozu da artmaktadır.
Ekonomik ve politik krizin derinleşmesi, yönetme krizinin adeta hiçbir şekilde kontrol edilememesi Tayyip Erdoğan ve tüm ortaklarını muhalif güçlere karşı daha saldırgan hale getirmektedir. Bu noktada da süreci yönetmekte ciddi bir kriz içine düşmekte, olanaklarına yaslanarak güç gösterisi yapma çabası içine girmektedir. Bu bağlamda İstanbul Büyükşehir Belediyesi yakın ve odaklanılması gereken hedef durumuna getirilmiştir. Ekrem İmamoğlu ve İBB’nin istihdam politikasında “terörle iltisaklı” kesimleri tercih ettiği, bu şekilde “teröre” yardım ve yataklık suçu işlediği belirtilmektedir. “Terör umacası” ve özellikle Millet İttifakı ile HDP arasında bir gizli ilişki vurgusu ile şovenizmi köpürterek kuşatma oluşturulmaya çalışıldığı görülmektedir. Bu mücadelede kullanılan argüman ve karşı argümanların, esasta Kürt ve devrimci düşmanlığının şovenist histeriyi besleyen bir sonucu olmaktadır. Kendi aralarındaki kavgada dahi en iyi Kürt düşmanlığı yarışı, devrimcilerden kimin daha fazla nefret ettiği ve tüm kitlelerin de onlardan nefret etmek için yarış içinde olması gerektiği propagandası yapılmaktadır. İşin bir yanı bu iken diğer yanı ise bu faşist klikler arası mücadelenin gerçek ve acımasız bir şekilde sürdüğüdür. Ekrem İmamoğlu’na odaklanmış, onun etrafında dönen bir mücadele söz konusudur. Tayyip Erdoğan ve AKP’nin bu tercihinin bir yanı İBB’nin en büyük kamu güçlerinden birisi olması ve onu yıpratma siyaseti iken diğer ve önemli yanı Cumhurbaşkanlığı seçiminde olası güçlü adayları zayıflatmak ya da devre dışı bırakmak amaçlıdır. Karmaşık bir oyun oynanmamaktadır. Açık ve hedefi belli bir mücadele söz konusudur. Tayyip Erdoğan önderliğindeki AKP-MHP koalisyonu hasımlarının güçlerini yoklamakta, dirençlerini ölçmekte ve bel kemiklerini kırma fırsatı yaratmak istemektedir. Kuşkusuz gösterilecek dirence göre yeni hamleler ve adımlar atılacaktır. İstanbul ya da Ankara belediyesine kayyum atama meselesinin ise T. Kürdistanı’ndaki belediyelerdeki kadar kolay olmayacağı, Kürt hareketine saldırganlıkta yakalanan kolaylığın CHP belediyeler için pek olanaklı olmayacağı açıktır. Ancak AKP-MHP bunun olanaklarını zorlayacak, zeminini yaratmaya çalışacaktır. Rakipleri en kötü aşındıracak, zayıf düşürmeye, korkutmaya, yormaya ve yıldırmaya çalışacaktır. Süreç bu açıdan bu eksende mücadelelerle ilerleyecektir.
Her günün seçim arifesi gibi olması, halk yığınları ve halk güçlerine yönelik saldırılar için olduğu kadar faşist klikler arası mücadele içinde geçerlidir. Egemen sınıf klikleri sadece emekçi sınıflara, Kürt ulusuna, ezilen inançlara, kadınlara, gençliğe yönelen saldırılarla sınırlı kalmayacak, kendi aralarında da durmaksızın ve sertleşen sürekli parçalanma ve bölünmeleri körükleyecek mücadeleler içinde olacaktır. Kriz bunu büyütecek, durgunlaştırmayacaktır. Seçime yaklaşılan her geçen gün krizin de tırmandığı, sertliğinde tırmandığı gün olacaktır. Bu yoğunlaşmış kriz ortamında, egemen sınıflara kitleleri yönlendirmek, mücadeleyi daha güçlü ve etkili örgütlenerek ilerletmek unutulmaması gereken esaslı görevdir. Bu görev örgütsüzlüğü örgütlülüğe, zayıf olan örgütlülüğü daha güçlü örgütlülüğe, devrim için örgütlenmenin zorunluluğunu net ve güçlü bir bilince çevirme olarak ortaya çıkmalıdır.