[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Parlamento burjuva demokrasisinin temel kurumlarından biridir. Hatta bu tür demokrasilerde görünürdeki en temel kurum parlamentodur. Proleter devrimci hareket en başından beri bu görüntünün yanıltıcı olduğunu bilmekle beraber kitlelerin devrim yolunda kendini eğitebilmelerinin koşullarını sonuna kadar kullanmanın taktikleri içinde parlamentodan yararlanmayı savunmuş ve özellikle Rusya’da devrimin olgunlaşma evrelerinde bunu başarıyla yerine de getirmişlerdir. Seçim şartlarında devrime olan gereksinimi ve ilgiyi kitleler nezdinde açığa çıkarmak ve neredeyse tamamen bu amaçla parlamentodan yararlanmak anlayışının egemenler arasındaki dalaşın bir konusu halindeki seçimlerde ve parlamentoda olabildiğince söz sahibi olma amacına evriltilmesi tartışmasız bir biçimde revizyonizmle, reformizmle devrimci hareket arasındaki temel farklardan biridir. Günümüzde bu temel fark çok daha belirgindir. Çünkü proletaryanın dünden daha gelişkin bir mücadele deneyimi ve savaş teorisi vardır ve gelişmiş egemen devletler de içinde olmak üzere tüm devletlerin parlamenter demokrasiden uzaklaşması ya da bu araçla yönetme kapasitesinin daralması söz konusudur.
ÖZGÜN DENEN EGEMEN SİSTEMİN ÇIKARLARI
Türkiye’ye özgü olduğu iddia edilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin aslında dünyanın birçok ülkesinde egemen sınıfların ihtiyaç duyduğu sistem olduğu dün de açıktı bugün de. Tüm burjuva diktatörlüklerinde egemenliğin halkla paylaşılması eğilimi sadece yönetme kapasitesindeki genişlemeye bağlıdır. Türkiye gibi ülkelerde bu eğilimin görece hissedildiği zamanlar egemen klikler arasındaki dalaşta kitlelerin desteğine ihtiyaç duyulduğu ve kitlelerin devrimci harekete yöneliminin zayıf olduğu koşullardır. Biraz dikkatli bir bakış bugünkü koşullardan söz ettiğimizi görecektir. İktidarın her bakımdan zayıfladığı, ekonomik ve politik koşulların halk kitlelerini tam bir bıkkınlığa ve olandan ne olursa olsun kurtulmaya yönelttiği koşullarda muhalefet “egemenlik paylaşımını” çağrıştıran söylemlere başvurmaktadır. Kılıçdaroğlu’nun büyük ilgi çektiği ileri sürülen “Kürtler” ve “Aleviler” videoları bu çağrışımı vermek içindir. Buna muhalif egemen sınıf kliği kadar kitlelerin de ihtiyaç duyduğunu vurgulamak gerekir. Bu kliğin halk kitleleriyle kurduğu, değindiğimiz türden ilişki kitlelerdeki olandan kurtulma isteğine ve muhalif kliğin de bundan kendi çıkarları için faydalanma niyetine dayanır.
Kitlelerdeki kurtulma isteği bir devrimci eğilim barındırsa da kendi başına desteklenmesi gereken bir eğilim olamaz; mutlaka güçlendirilmesi, zenginleştirilmesi, egemen sınıfların çıkarlarından arındırılması gerekir. Açıktır ki burada egemen sınıfların çıkarlarını, amaçlarını açığa çıkarmak ve kitlelerin çıkarları açısından bunları reddetmek özel bir çabayı gerektirir ve bu özel çaba için de sınıf bakış açısına sahip olmak gerekir.
Parlamentolarda güç sahibi olmak ve bu kurum aracılığıyla yönetme erkine dahil olmak proletaryadan çok orta burjuvazinin bir özlemidir. Bunun nedeni orta burjuvazinin şiddete dayanan mücadeleden, kararlılıktan uzak olmasıdır. Çünkü bunun için onun bağımsız çıkarları ve hedefleri yoktur. Bu sınıfın tüm unsurları sonuç olarak güçlü olanla iş birliğine muhtaçtır. Yeşil Sol Parti (YSP) gibi popülist TİP de şovenist TKP de utangaç şoven, gözüpek reformist EMEP de bu karakterdedir.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçildikten itibaren parlamentonun işlevinin daraldığından söz edilmektedir. Buradaki işlev daralması bahsi bu sisteme geçilmeden önceki parlamentonun yasama gücüne dairdir. Oysa bu ülkede ve tüm diğer ülkelerde de parlamento gerçek bir yasama gücü değildir. Türkiye’de parlamentodan söz edilirken yasama gücüne dikkat çekilmesi kendini kandırarak halkı aldatmaktan başka bir şey değildir.
“Milletten gelen” temsilciler eliyle işletildiği için halka karşı sorumlu görünen parlamentonun yasaların yapıldığı yerler olmadığı malum bir bilgidir. Yasaları hazırlamak “milletten gelen temsilciler” tarafından değil, belirlenmiş, egemenlerce seçilmiş elit şahsiyetlerin işidir. Meclisin görevi hazırlanmış yasa tasarılarını, formaliteden geçirip yasalara dönüştürmektir. Bunu da çoğunlukla el kaldırarak veya gelişkin teknolojiden faydalanmayı pek iyi becerdiklerinden dijital oylama ile yaparlar. Parti disipliniyle de milletvekillerinin vekilliği parti yönetimlerince tayin edilir. Dolayısıyla millet adına aslında parti yönetimlerinin, bu yönetimlerin tayin edildiği kulislerin, bu kulisleri belirleyen, yöneten egemen sınıfların çıkarlarına uygun yasalar “millet adına” ama millete, özel olarak halka rağmen yapılır ve ilan edilir. Parlamento bu gerçekliğin bir örtüsüdür. Gerçek olan ise halkın bütün bu süreçlerden uzaklaştırılmasıdır. Parlamento seçimleri yoluyla gücünü açığa çıkarmak değil de güç devşirmek, söz sahibi olmak, egemenlerle pazarlık koşulu elde etmek amacı taşıyanların öncelikle bu gerçeğe uyanması gerekir. Adının yasaklanması olasılığı nedeniyle Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi adıyla seçime girecek olan HDP’nin parlamento deneyimleri bu gerçeğin tanıklığından ibarettir. HDP’nin pratik değeri olan tek işlevinin “olası çözüm”de rol almak oldu. Bunun da nerede, nasıl ve hangi araçların sayesinde gerçekleştiği bir sır değildir. Hatta HDP’nin “milletvekilleri” tam da bu pratik işlevleri nedeniyle alçakça saldırılara uğradılar, hapsedildiler, legal siyasetin dışına itilmeye çalışıldılar. Bugün YSP bir kez daha olası bir çözüm sürecine hazırlanmakta, adaylarını belirlerken bu “esas” sorunu da dikkate almaktadır. Bunun parlamentoya biçilen olumlu bir işlev olduğunu düşünmüyoruz. Biliyoruz ki YSP parlamento yoluyla güçlenen, söz hakkını onunla elde etmiş, devletin rızasıyla yol almış bir legal oluşum değildir. Buna karşın parlamento onun için zaten dağlardan, meydanlardan, hapishanelerden gelen bir mücadeleyle sağlanmış temsilin sergilenebileceği bir alandır. Devletin halkın rızasını almak üzere kullandığı bir alan olarak parlamentonun olası bir çözüm sürecinde de konu alanı olması beklenebilir bir durumdur. Bu türden gelişmelerde parlamentonun bir araç olması aldatıcı olmamalıdır. Devletin halk nezdinde meşruluğunun sağlanması bakımından bu gereklidir çünkü. Sorun egemen sınıfların halk nezdinde sağlayabildiği meşruluğun reformistlerce, sosyal reformistlerce, oportünist devrimcilerle de desteklenmesidir.
Önümüzdeki süreç devrimci eğilimin daha güçlü şekilleneceği bir süreç olmaya adayken, tüm emareler burjuva demokrasisinin araçlarının paslandığını, işe yaramadığını gösterirken, en basit rıza alma biçimlerinin bile sürdürülebilir biçimler olmakta çıktığını gösterirken faşist diktatörlüğün farklı biçimleri arasındaki seçimde açıktan ya da utangaç bir şekilde rol almak sonuç olarak gerici bir eylemdir.
Proleter devrimci hareket tüm tarih boyunca politikalarını çeşitli sınıfların eğilimlerini ve güçlerinin objektif değerlendirmesine dayandırmıştır. Bu objektif değerlendirmeyi reformist kanatlar neredeyse her zaman proleter devrimci hareketin güçsüzlüğünden hareketle gündem yapmıştır. Proleter devrimci hareket güçsüz olduğu için egemenler arasındaki mücadelenin avantajlarından faydalanmak, güçlenmeyi beklemek bunların objektivitesi olmuştur. Oysa tüm tarih boyunca devrimci hareketin temel özelliği mücadeleye zayıf, cılız, “şanssız” başlamasıdır. Bu onun kazanma olasılığının ve olanaklarının objektif bir değerlendirmesi olamaz. Bu onun mücadelesinin zorluğundan, yürüyeceği yolun uzunluğundan başka bir değerlendirmeye de konu olmaz. Onun kazanma olasılığı ve olanağı devrime ihtiyacı olan güçlerin zaten fazlalığıdır, çoğunluk olmasıdır. Bu nedenle Marksizm’in ustaları tüm politikalarda devrimden çıkarı olan çeşitli sınıfların ve özellikle de işçi sınıfının bağımsız eyleminden söz etmişlerdir. Parlamentoya dair politikalarda da bu bağımsız eylemin ne kadar gözetildiği önemli bir konudur.
Parlamentonun niteliğinden söz ettiğimizde Marksist hareketin esas olarak gücünü sınamak, açığa çıkarmak bakımından bu aracı kullandığına dikkat çektik. Bağımsız eylemi de bu içerikle ele almak yerine parlamento yoluyla güçlenmek, söz sahibi olmak amacı gütmek ve parlamentoyu da gerçek bir yönetme aracı olarak anlamak sınıf mücadelesindeki esas araçların zor aygıtları olduğunu ihmal etmek anlamına gelir. Güçlenmek için değil gücünü sınamak için, söz sahibi olmak için değil söz hakkını ilan etmek için, yönetmek üzere değil parçalamak üzere seçimlere katılmak tamamen farklı şeylerdir. Devrimci hareketin diğerlerinden ayırt edilmesinin şartları nihayet bu farklardır.
YOLUNDAN EMİN OLMAK
Uzun bir süredir bağımsız eyleme dayanan ve devrimci ilkelerden taviz vermemek üzerine kurulu politikalarımızla belli bir kesimden, aynı zamanda “geniş kitlelerin” görünen eğilimlerinden de ayrıştığımız göze çarpmaktadır. Bu durum güçsüzleşme belirtisi değildir; ama bir güçsüzlük belirtisi olarak değerlendirilmelidir. Hiç şüphesiz bu ne bize hastır ne de bugün geçerli olmaya başlamıştır. Buna rağmen bu özel durumu nasıl kavramak gerekir?
Kitlelerin seçime katılmasındaki güçlü eğilim daha önce de belirttiğimiz gibi sorunlardan mevcut cumhurbaşkanlığı sistemini sorumlu görmeye dayanmaktadır. Bunun karşıtı olan eğilime sahip olanlar ise temelde gene aynı sorunlardan devletin öteden beri dayandığı sistemi sorumlu görmektedir. Sistemin temelden değiştiği görüşünü içeren bu eğilimlerin haklı olduğunu hiçbir “düzen karşıtı” ileri süremez. Böyle bir iddia farklı kisveler içindeki yapının aynı feodal, askeri ve bürokratik devlet yapısı olduğunu henüz kavrayamamış olanların olabilir. Bu bilgi yolumuzda emin adımlarla yürümek bakımından belirleyicidir. İçinde olduğumuz sistem ne Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemidir ne de parlamenter sistemdir. Bu sistem feodal artıkların süpürülüp atılamadığı, dolayısıyla geriliğe mahkûm, çağ dışı bir faşist sistemdir. Adı nasıl konursa konsun, hangi “otokrat” görünümlü şahıs tarafından yönetilirse yönetilsin aynı egemen sınıfların ve bunların dayandığı dünya gericiliğinin belirlediği bir sistemdir. Bu gerçeklikten uzaklaşmak kaçınılmaz olarak mücadeleyi daraltır, egemeler arasındaki iktidar dalaşından beklentiyi meşrulaştırır, düzeni egemenleri temsil edenlere güçlerinden, yetkilerinden, misyonlarından fazla beklentilere girilmesine neden olur. Halkımız açısından parti liderlerinden beklentilerin bu gibi sonuçlar ürettiğini biliyoruz. Bu sonuçları halkımızın gerçek “eğilimi” gibi tartışmak reformizmin ilgi alanıdır; devrimcilerin böyle bir tartışması olamaz. Onlar halkın gerçek eğilimlerini açığa çıkarmak ve devrimi bu gerçek eğilim doğrultusunda örgütlemek görevine yoğunlaşırlar.
DEVRİM ARAYIŞININ ZAYIFLIĞI…
Reformistlerin bir argümanı da kitlelerdeki arayışın esas olarak düzen içi olmasıdır. Onlar bunu “devrime uzaklık” olarak değerlendirip sonuç olarak devrimin kitleler için henüz uzak bir hedef olduğu için gündeme almamayı savunurlar. Kuşkusuz kitlelerin kendiliğinden hareketinin, taleplerinin, hedeflerinin düzen sınırları içindeki güçlerle sınırlanması bir gerçekliktir. Ne var ki bu objektif bir değerlendirme olarak değerlendirilemez. Objektif değerlendirme kitlelerdeki değişim isteğinin gerekçelerinde, dolayısıyla sistemin zorunlu saldırılarında, hak gasplarında, yoksullaşmada görülebilir. Tüm dünyada ve özel olarak Türkiye’de de halklarda görülen kaygıların temeli sistemdeki tıkanmalardır. Devrimci hareketin görevi bu kaygıları sistemin açmazlarıyla açıklamak ve olası devrimci kitle hareketlerini ön görerek hareket etmektir. Devrim öncesi Rusya’da kitlelerin Çar Aleksandır’dan beklentileri kendilerine el uzatması, kendileri için küçük adımlar atmasıydı. Onlar çarı koruyucuları olarak kabul ediyor ve ondan yardım dileniyorlardı. Bu açıdan bakıldığında kitleler hiç de devrimci görünmezler. Buna karşın Lenin süreci bütün olarak kavrar ve bu bütün içinde kitlelerin çardan beklentilerinin bir devrimi doğuracak kadar büyük olduğunu görür. Kitlelerdeki beklentinin naifliği ile bu beklentilere cevap veremeyecek durumdaki çar gerçekliği bir uzlaşmazlık, bir patlama noktasına işaret eder. Lenin bu durumu şu dikkat çekici sözlerle tarif ediyor: “Devrim öncesi Rusya’sının cahil işçileri çarın egemen bir sınıfın, yani büyük burjuvaziye binlerce bağla bağlı ve tekellerini, ayrıcalıklarını ve kârlarını zorun bütün araçlarıyla korumaya kararlı büyük toprak sahiplerinin başı olduğunu bilmiyorlardı. Yüksek kültürlü insanlar olduklarını iddia eden bugünkü sosyal pasifistler de emperyalist, yağmacı bir savaş yürüten burjuva hükümetlerinden demokratik bir barış beklemenin, kanlı çarı barışçıl dilekçelerle demokratik reformlar için harekete geçirme düşüncesi kadar aptalca olduğunu bilmiyorlar.” Devrim öncesinin o cahil işçiler o “aptalca” beklentiden bir devrim doğurdular. Devrimlerin objektif şartlarını bu bakış açısıyla kavrayamadığımız her durumda pasifizmin, dolayısıyla reformizmin realist politikalarına aldanmaktan kurtulamayız. Kuşkusuz, tüm bunları ifade ederken kitlelerin cehaletini büyük bir cesarete dönüştüren devrimci politikanın önemini, bu politikalar için devrimci bir örgütlenmenin ve mücadelenin önemini unutmuyoruz. Kitleler devrimde ne kadar belirleyici iseler onların yolunu aydınlatan ışık da aynı derecede zorunludur. Devrimci politikaya sarılmak ve onu görünür kılacak biçimde göndere çekmek bu nedenle temel görevdir.
EGEMEN FİKRE GERÇEK EĞİLİM DENEMEZ
Kitlelerin eğilimlerini, taleplerini, somut hareketini temel almak bir devrimci hareketin temel argümanlarından biridir. Ne var ki bu basit bir biçimde ele alınamaz. Kitlelerin içinde oldukları toplumsal şartlara, ideolojik yapılara, tabi kılındıkları değerlere göre düşünmeleri, davranmaları genel bir özelliktir. Devrimci hareketin kitlelerdeki eğilimleri, talepleri ve onun somut hareketini incelemek, nesnel zeminde kavramak ve açıklamak görevi vardır. Devrimci politikanın kitlelere dışarıdan taşınması görevinin anlamı da budur. Zira bütün açılardan bakmak, olanları farklı sınıfların çıkarları açısından yorumlamak, hatta bir ülkedeki gerçekliği özellikle emperyalizm şartlarından ötürü bütün dünya gerçekliği içinde tanımlamak gerekir. Bu kitlelerin kendiliğinden bilincinin ötesinde bir görevdir ve bu nedenle kitlelerin bilincine karşı da konumlanmayı gerektirir. Bu konumlanış kitlelerin bilincine karşı olmakla birlikte onun gerçek çıkarlarına uygundur. Ajitasyon ve propagandanın önemi buradadır. Gerçeklerin egemenler tarafından nasıl ve hangi niyetlerle çarpıtıldığına tanık olduğumuz bu zamanda kitlelerin bilincine yapılan müdahalelerin çok yoğun ve etkin olduğunu unutmamak, ihmal etmemek gerekir. Terörizm umacasının neden olduğu tahribatın büyüklüğü, Kürt ulusal sorununa dair gerçeklerin Türk halkının anti emperyalist eğilimiyle zayıflatılması, Alevi inancı hakkındaki yalanların yaygınlığı, kadınlara, farklı cinsel kimliklere dair bilincin bulanıklığı, hatta gerici niteliği bunun ne derecede önemli olduğunu anlamamızı sağlayacaktır. Tüm bunlar karşısında, yani kitlelerdeki yanlış bilinç karşısında akıntıya karşı yüzme cesareti ile donanmalıyız. İşçi sınıfı başta olmak üzere kitleler devrimci olana gerçeklerden hareketle ilgi duyarlar. Görevimizi çarpıtılmış gerçekleri açıklanabilir kılmak ve anlatmaktır. Bunun en doğru yolu kitlelerin içinde olmak, olguları, olayları somutluk içinde ve tüm sınıfları görerek, sınıfların farklı eğilimlerini, hareketlerini inceleyerek açıklamaktır. Seçimin gerçekleştiği şartlardaki ekonomik krizin sanayisizlikle, üreticilerin yüksek maliyetlere mahkûm edilişiyle, tarım ve hayvancılıktaki tasfiyecilikle ilişkili olduğu açıkken bu politikaların şimdiki sürecin politikaları olarak açıklamanın ne kadar yanlış olduğu ortadayken, finansal sorunların dünyada yaşanan finansal krizle ilişkisi açıkken Erdoğan’ın faiz enflasyon denklemindeki saçmalığını temel sorun gibi tartışmanın anlamsızlığı tartışmasızken öfkemizin bütün bir sisteme ve egemen sınıflara yöneltilmesi gerektiğini savunmak hiç de zor değildir. Kitlelerin karartılmış bilincini bu yolla aydınlatabilir, devrim için harekete geçmenin zorunluluğunu bu yaklaşımla ortaya koyabiliriz. Akıntı bazen güçlü olabilir, egemenlerin kitlelerle kurduğu ilişki zorlayıcı olabilir. Buna rağmen bilmeliyiz ki dipten gelen dalga daima devrimin lehinedir. Objektif şartları devrimi besler.
Kitlelerdeki eğilimin farkında olmak ve onlara devrimin olabilirliğini, olanaklar ışığında açıklamak görevi devrimcilerin görevidir. Nasıl bir devrim sürecinde olduğumuzu önceki sayılarda açıklamıştık. Bu devrim sürecinin ilkelerini, nesnel çelişkilerini, amaçlarını, hedefe koyduğu düşman sınıfları ve dost güçlerini seçimler bağlamında tanımlamak ve ajitasyon-propagandayı bu eksende geliştirmek görevimizin temel unsurudur. Çevremizde düzen partilerinin politikalarına, ajitasyonuna, gerici bağlarına dolanmış yığınlar olduğunu görelim. Bu kesimlerin önemli bir kısmı AKP’den, R. Tayyip Erdoğan’dan kurtulmak istiyorlar. Görünen bu. Oysa sorunlar, açmazlar, beklentiler somutlaştırıldığında karşımıza düzenin bir bütün kendisi çıkar. Bu kurtulma istemi olası bir iktidar değişikliğinde yeni iktidardan da kurtulma isteğine dönüşecektir. Bu bir kısır döngüdür ve defalarca yaşanmıştır. Gene yaşanacaktır. Önümüzdeki yıllarda bu tekrarların trajediye dönüştüğüne tanıklık edilecektir. Kitleler önlerine konan seçim sandıklarından, parlamentodan kendi seçimlerinin çıkmadığını her seferinde göreceklerdir.
Görevlerimize bu gelecek öngörüsüne uygun sarılalım…