Parlamenter Hayaller Işığında Üzeri Örtülen Gerçekler

Parlamento ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerine sayılı günler kala seçim sonuçlarına dair araştırma ve açıklamalar da arttı. Açıklamaların hemen hepsi oy oranlarına, 1. ve 2. tur olasılıklarına, sandalye dağılımına ve özellikle AKP ve Erdoğan karşısında diğer partilerin durumuna odaklanıyor. “Cumhur İttifakı” dışında kalan ve seçimlere katılan tüm güçlerin ortak hedefinin “mecliste AKP’nin çoğunluk olmasını” ve “Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasını” engellemek olduğu biliniyor. Temel hedef bu olunca seçime dönük ittifaklar, yakınlaşmalar, söylem ve propaganda da buna göre şekilleniyor. AKP ve Erdoğan seçimleri kaybettiğinde demokratikleşmenin sağlanacağına dair yapılan propaganda öyle bir hal aldı ki sınıfsal-ideolojik-siyasi gerçekleri ve farklılıkları silikleştirerek sistemi daha iyi hale getirmenin propagandasına dönüştü.

Bu süreçte seçimler uğruna nelerle karşılaşmadık ki?.. HDP ve Demirtaş nezdinde ekonominin nasıl düzeltileceğine dair öneriler, bu temelde yerli ve uluslararası sermayeye alttan alta verilen mesajlar ve Erdoğan’ın ‘onurlu çekilmenin’ altyapısını oluşturduğuna dair kimi ‘saf’ söylemler… HDP ve Demirtaş nezdinde asıl dikkat çeken şey, AKP ve Erdoğan dışında kalan sermaye kesimlerinin, kimi faşist partilerin, onların temsil ettiği kesimlerin ve aynı zamanda ‘sol-sosyalist’ güçlerin tepkisini çekmeyecek hepsini kucaklayıcı bir söylemin geliştirilmesiydi. HDP’nin yaratmak istediği imaj; Kürt sorununda çatışmanın son bularak tekrar “çözüm” sürecinin başlamasını isteyen, bunun önünde engel olarak AKP-Erdoğan’ı gören ama aynı zamanda ‘ülkesinin’ huzur ve refahını isteyen demokrat bir parti şeklindeydi. Bu aynı zamanda CHP-İnce, Saadet Partisi-Karamollaoğlu ve İyi Parti-Akşener ile HDP’nin seçimlere dair adı konmamış ortak hedeflerinin de bir gereğiydi. Zira AKP-Erdoğan karşıtlığında ortaklaşan siyasi güçlerin temsil ettikleri farklı tabanların ürkütülmemesi hedefe ulaşmak için önemliydi.

HDP-Demirtaş ve Kürtler konusunda AKP-MHP dışındaki faşist partiler de benzer bir ‘özeni’ ortaya koydular. İnce’nin Selahattin Demirtaş ve eşi Başak Demirtaş’ı ziyareti; İyi Parti-Akşener’in Kürt sorununda şovenist söylemden mümkün mertebe uzak durması, Diyarbakır’da Kürtçe pankartla karşılanması ve her birinin Kürt halkına şirin görünme çabaları dikkate değerdir. Fakat asıl “ezber bozan” sözler Karamollaoğlu’ndan geldi. “12 Eylül’de hapse girdik, Sivas’taki kadar üzülmedim”, “Biz sol kesimi çok farklı algıladık, solda büyük çoğunluk sosyal adalet arıyor”, “Anadilde eğitim; tabii bir haktır”, “Trakya gibi elbette Kürdistan ismi de kullanılabilir” gibi sözler Karamollaoğlu’na ait. Tüm bu pratik ve söylemlerin samimiyetten uzak, seçimlere dönük pragmatik politikalar olduğunu uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Ancak şu belirtilmeli ki geniş kitleler ve özelde Kürt halkı bu söylemlerle bir kez daha aldatılmakta, seçimleri de aşan bir biçimde egemen sınıfların sömürü ve baskı düzenini tehlikeye atmayacak bir uzlaşma siyasetine payanda yapılmaktadır. HDP Sözcüsü Ayhan Bilgen’in 2. tura İnce veya Akşener’den hangisi kalırsa ona destek vereceklerine dair konuşması AKP-Erdoğan karşıtlığında buluşan uzlaşma siyasetinin hangi noktalara geldiğinin de açık bir göstergesi oldu. İnce’nin, Akşener’in ve Karamollaoğlu’nun temsil ettiği sınıflar; sınıf sömürüsüne dayalı ve Kürt ulusu başta olmak üzere tüm ezilen kesimlere düşman ideolojileri; milliyetçi-gerici ya da katliamcı tarihleri seçim atmosferinde en çok üzeri örtülen konulardan biri olmaya devam ediyor. Kürt ulusunun, Aleviler’in, işçi sınıfı ve tüm ezilenlerin azılı düşmanları ve cellatları olan faşist parti temsilcilerine dair bilinç bulanıklığına sebep olmanın ve onları ‘demokrasi’ kapsamında tartıştırmanın doğru hiçbir tarafı yoktur.

Peki seçimler uğruna görmezden gelinen bu gerçekler ve silikleştirilen farklılıkların halkın çıkarına olduğu söylenebilir mi? Ya da HDP’nin temenni ettiği gibi “Millet İttifakı” ile birlikte bir demokrasi cephesi mümkün mü? Sınıfsal, ideolojik ve politik gerçeklerin gizlenmesi ya da silikleştirilmesinin seçim başarısı getirecek olsa bile halkın çıkarına olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü işçi sınıfı, ezilen uluslar, baskı ve sömürüye maruz kalan tüm kesimlerin çıkarları gerçeğin apaçık ifade edilmesinden yanadır. Sömürüyü, baskıyı, inkarı, anti-demokratik koşulları yok sayarak işçi sınıfı ve halkta sahte bir ‘demokrasi, barış, kardeşlik, eşitlik, vatan’ algısı yaratmak, bunu ideolojik bir tahakküme dönüştürmek sadece Türk hakim sınıflarının çıkarlarına hizmet etmektedir ve yine onların politikasıdır. Bunun böyle olduğunu HDP de onunla ittifak içindeki diğer dost kurumlar da bilmektedirler, bilmedikleri düşünülemez.

Peki AKP-Erdoğan’ın seçimler yoluyla iktidardan düşürülmesini hedefleyen bu ‘taktik’ propagandanın halka karşı sorumlu bir davranış olduğu iddia edilebilir mi? Eğer sınıfsal, ulusal ve siyasi gerçekler seçimler uğruna silikleştiriliyor ve halkta yanlış bir bilincin gelişmesine önayak olunuyorsa bunun tarihsel bir anlamı ve ağırlığı vardır. Çünkü o gerçekler AKP-Erdoğan iktidarını da aşan, yani ondan önce var olan ve ondan sonra da var olabilecek tarihi gerçeklerdir. Özelde Kürt ulusunda genel olarak ise halkta oluşan ileri düzeydeki her bilincin uzun mücadelelere, acı deneyimlere ve ödenen bedellere dayanan bir tarihi vardır. Şimdi bu bilinci klikler arası rekabetin kızıştığı koşullarda sistemiçi kulvarlarda ve parlamenter hayaller içerisinde köreltmenin sosyal ve ulusal kurtuluş mücadelesine olumsuz etkileri olacağı açıktır.

Ülkemizde demokrasi sorununun Kürt ulusal sorununun çözümüyle doğrudan bağlantılı olduğu konusunda şüphe yoktur. Ancak demokrasi sorununun ve aynı zamanda Kürt ulusal sorununun çözümü noktasında kafalar bir hayli karışıktır. Son dönem reformizmin moda söylemiyle pek kimse “devrimi beklemek” ya da sorunu “devrime havale etmek” istememektedir. Hal böyle olunca siyasal strateji ve taktiklerde de devrimci bir seçeneği bulmak pek mümkün olmamaktadır. Kuşkusuz mesele, sorunu belirsiz bir zamana ya da olaya havale etmekle değil ülkemizin sosyo-ekonomik gerçekleri ve faşist devlet yapısıyla ilgilidir.

Yarı sömürge bir ekonomik yapıya sahip olan ülkemizde, Türk hakim sınıflarının ekonomik olarak zayıf ve kırılgan yapısı sınıfsal ve ulusal çelişkiler karşısında ülkeyi ancak faşist bir iktidar yapısıyla yönetebilmelerine olanak sağlamaktadır. Dünyada ve ülkemizde son dönemde artan ekonomik ve siyasi çelişkiler söz konusu faşist yapıyı daha da yoğunlaştırmaktadır. Bu nesnel gerçeklere karşın ekonomiden, sınıflardan, sınıf mücadelesinden, hakim sınıf klikleri gerçeğinden kopuk bir biçimde demokrasiyi ve özel olarak da Kürt ulusal sorununu tartışmanın, bu noktada “demokratikleşme” hayalleri yaymanın halkı gerçeklerden koparmaktan ve onları hakim sınıflar karşısında silahsızlandırmaktan başka bir anlamı yoktur. Kürt ulusunun, işçi sınıfı ve halkın son dönemlerde bu yanılgılar nedeniyle ödediği bedelleri yok sayamayız.

Kaypakkaya yoldaş yıllar önce şu tespiti yapmıştı: “Yığınların mücadelesini, gerici kliklerin bazen birini, bazen diğerini iktidara getiren bir kaldıraç olmaktan kurtaracak olan, bu mücadeleyi muzaffer bir halk devrimine dönüştürecek olan, kitlelerin şiddetle gerek duyduğu komünist bir önderliktir.” Bugün AKP-Erdoğan’ın temsil ettiği kliği faşizmle tanımlayıp diğer egemen klik temsilcisi partilere dolaylı olarak yeşil ışık yakmanın adı Kaypakkaya’nın da belirttiği gibi yığınların öfke ve mücadelesini kaldıraç olarak kullanmak anlamına gelmektedir. Ne yazık ki HDP ve birçok dost kurum bu yanlışa ortaklık etmektedirler. CHP, İyi Parti, Saadet Partisi gibi hakim sınıf temsilcilerinin yüzlerine taktığı ‘demokrasi’ maskesinin arkasında faşizmin-Kemalizm’in, Türk-İslam’cılığının kanlı elleri dışında başka bir şey yoktur. Unutmayalım ki yıllardır bu maskeyi en ‘maharetli’ bir biçimde AKP takmış ve AKP’ye dair gösterilen zaaf ve yanılgıların bedeli büyük olmuştu. İşçi sınıfı, emekçiler ve ezilen Kürt ulusunun benzer yalan ve aldatmacalara artık tahammülü yoktur. Özneleri  (Türk hakim sınıfları) aynı, aktörleri (klikler) farklı olan bu ‘demokrasi’ oyununu bozmanın yolu halka gerçekleri anlatmaktan, devrimci mücadeleye göre örgütlenmekten ve seçim sandığını boykot etmekten geçmektedir. “Gerçekler devrimcidir” şiarını temel alan komünistler devrimci mücadeleyi yükseltmeye dayalı politikalarını geliştirirken dostlarının hatalarını ortaya koymaktan da geri kalmayacaklardır. Çünkü onların hataları kitleleri önemli yanılgılara sürüklemekte ve büyük bedeller ödenmesine neden olmaktadır. Ve en önemlisi onları gerçek kurtuluşlarından, devrimden uzaklaştırmaktadır.