Burjuva siyasetin gündemini, CHP Milletvekili Ali Mahir Başarır’ın, Sakarya’da bulunan tank palet fabrikasının Katarlı şirketlere satılmasına dair söylediği “Devletin ordusu Katar’a satılmıştır” sözleri oluşturuyor ve bunun üzerinden şekilleniyor. AKP-MHP bloğunun, ülke gündemini bu sözler üzerinden belirleyerek, halkın yaşadığı yoksulluğu, sefaleti ve açlığın üzerini örtmeye çabalamaktadır. Bu gündem üzerinden burjuva partiler de “kim daha fazla vatanını, milletini, ordusunu seviyor” yarışına girerek kitlelere şovenizm pompalamaya devam etmektedir. Erdoğan bu gündemi ısıtıp ısıtıp CHP’yi “beka düşmanlığıyla” suçlarken, CHP de bu oltaya takılıp “ne kadar ordu ve millet sevdalısı” olduğunu ispatlamaya çalışmaktadır. Ekonomik kriz tehlike çanlarını çalmayı çoktan geçip, çatırdamaların duyulduğu bir sürece evriliyor. Egemenlerin yalvar yakar, yabancı sermayeyi ülkeye çağırması, ülke kaynaklarını peşkeş çekmesi, özelleştirmelerin tavan yapması da bu sürecin getirdikleri arasında yer almaktadır.
Erdoğan’ın tank palet fabrikasının ve Borsa İstanbul’un hisselerinin Katar’a satılmasına dair tartışmalarda söylediği “CHP ve bir kısım medya Katar Yatırım Otoritesi Borsa İstanbul’a ortak oldu diye ortalığı birbirine katıyor. 2018 yılına kadar da Amerikalı Nazdak Borsa İstanbul’un yüzde 7 ortağıydı. O zaman niye ‘Avrupa, Amerika Türkiye’yi ele geçiriyor’ diye yaygara koparmadınız. Biz hiçbir zaman yatırımcının kimliğini sorgulamadık. Paranın rengi, dini yoktur, para paradır. 28 Şubat’ta olduğu gibi sermayeyi renklere bölenlerden de olmadık” sözleri yaşanan krizin net göstergesidir. Avrupa sermayesi “siyasi belirsizlik” nedeniyle ülkeden hızlıca uzaklaşırken, Erdoğan’ın “kişisel” girişimleri ve davetleriyle Katar sermayesi “yatırım” yapmayı sürdürüyor. Ülke toprakları, kamu işletmeleri ve yer altı su kaynakları dahi Katar sermayesine peşkeş çekilmeye devam ediyor.
Her fırsatta Avrupa’ya ve ABD’ye efelenen Erdoğan’ın son süreçteki “reform” söylemlerinin ve AB sermayesine yönelik yatırım çağrılarının arkasında yatan nedenin, ekonomide yaşanan büyük kriz olduğu apaçık ortadadır. Ne kadar üstü örtülmeye çalışsa da ekonominin derin ve köklü bir kriz içerisinde olduğu bilinmektedir. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından işsizlik, enflasyon oranları ile büyüme oranları ne kadar doğru ifade edilmese de artık mızrak çuvala sığmamaktadır. TÜİK tarafından 3. çeyrek büyüme oranı yüzde 6.7 olarak açıklandı. Çalışılan gün sayısı, çalışan sayısı azalmasına rağmen Gayri Safi Yurt İçi Hasıla (GSYH) yüzde 29.41 oranında artış göstermiş. Yani bu rakamlarla ekonominin büyüdüğü sonucuna ancak TÜİK ulaşabilir ama 2018 yılı ilk dokuz ayına göre 2020 yılı ilk dokuz ayında reel olarak hâlâ yüzde -0.49 küçülmüş durumda. Resmi veriler bu büyümenin yüzde 41.1’inin finans ve sigorta hizmetlerinden kaynaklandığını ortaya koyuyor. TÜİK verileriyle şişirilen ekonomi balonunun patlamaması için verilen uğraş, verilerle ve rakamlarla çekilen perde, halkın sofrasından eksilen lokmasını tariflememektedir.
PANDEMİNİN DERİNLEŞMESİ EKONOMİNİN ÇÖKÜŞÜNÜN HABERCİSİ
Mart ayından bu yana dünya ekonomisi pandemiyle kasıp kavruluyor. Bazı emperyalist devletler, kısmen de olsa “önlem” alıp, salgını bir anlamda kontrol altında tutmayı başarsa da, Türkiye gibi yarı-sömürge ya da bağımlı kapitalist devletler bu önlemleri almaktan çok çok uzakta durmaktadır. Egemenlerin de pandemi sürecinde önlem “alamaması”, “kontak kapatamaması” ekonomide yaşanan krizin bir sonucudur. Kasım ayında açıklanan önlemler hafta başında daha kapsamlı olanların gelmesiyle yeni bir eşiğe geçti. Dünyanın genelinde benzer bir durum söz konusu ve ilk dalgadan daha yıkıcı bir dalga beklenmektedir. Ancak pandeminin başlarında İngiltere ve Almanya’da egemenler halka şöyle seslendi: “Siz sağlığınızdan sorumlusunuz ekonomiyi yolunda tutmak bizim işimiz.” Bu cümlenin devamında önlemler nedeniyle kapanan iş yerlerine, işçilere destek paketleri verildi. Bir kısmının gelirlerinin yüzde 80’ini devlet tarafından ödendi, ödeniyor. Benzer biçimde ABD’de de kurtarma paketleri çıkarıldı. Ama Türkiye gibi yarı-sömürge ve bağımlı kapitalist ülkelerin böyle bir “kurtarma paketi” yok!
Belediyenin tezgâhına el koyduğu çocuk işçi şöyle sesleniyordu: “Bırakın tezgahımı ben evime ekmek götürüyorum!” Esnaf odaları ard arda yıkımın haberlerini verirken, kriz geçiren esnaf dükkanına saldırmakta. Egemenlerin gündemi ekonomik kriz dışındaki her şeye yoğunlaşırken, emekçinin gündemi “eve ekmek götürmek”tir. Devletin “asgari ücret” belirleme tartışmaları, “acı reçeteler” uygulanacak açıklamalarıyla, halkın yaşadığı yoksulluğun ve açlığın daha da derinleşeceğini göstermektedir. Göstermelik tedbirlerden muaf tutulan işçi ve emekçiler, salgınla ve yoksullukla dünden daha fazla boğuşmaktadır. Parça parça gelişen işçi direnişleri ve hak alma eylemleri, lokal düzeyde kalsa da işçilerin biriken öfkesini anlatmaktadır.
Bu ekonomik krizin siyasal görüngüsü ise devletin her cephede ve tüm kesimlere dönük saldırıların tırmanmasıdır. Yaşanan ekonomik ve siyasi krizin aşılmasına çare olarak gelişen saldırıların boyutu her geçen gün artarken, halkın örgütlü ve öncü güçlerine dönük gözaltı, tutuklama saldırıları, kesintisiz devam etmektedir. Bu saldırılar sistemin krizini değil, bu açmazları daha da derinleştirmektedir. Sistem tüm kurumları ve her yönüyle patlak vermekte, çürüyen sistem artık dikiş tutmamaktadır. Egemenlerin krizini derinleştirmek, halkın öfkesini örgütlemek ve bunu haklı savaşımıza kanalize etmek için var gücümüzle mücadeleye atılalım.