Kadınlar olarak gücümüzün farkında olmamız, en başta kendimizi tanımamızla, yaşadıklarımızı sorgulamamızla, yapabileceklerimizin farkına varmamızla başladı… Bu farkındalık yıllardır bize “kader” diye öğretilenleri ters düz etme, değiştirme inancı verdi…
Doğduğumuz andan itibaren “zayıf” olduğumuz öğretildi. Sessiz kalmamız istendi. Ev, aile, çocuk vb. beynimizle, bedenimizle tamamen erkeğin hizmetine sunulduk. Yanımızda hep sığınacağımız, bizi koruyacak birinin varlığı şart koşuldu. Aksi durumda “eksik” sayıldık. Erkek çocuğun dünyaya gelmesi büyük bir coşkuyla karşılanırken bizim doğumumuz, sessizlikle geçiştirildi. Çünkü o andan itibaren bizi bekleyen; baskı, şiddet, hor görülme, aşağılanma vb. her türden sömürü, yok sayılmaydı…
En korunaklı zannettiğimiz evimizde karardı önce dünyamız. En yakınlarımızın istismarına uğradık ama sesimiz boğuldu, “kol kırıldı yen içinde kaldı!” Ardından kurtuluş zannederek gittiğimiz koca evinde “büyük sevgi” sözleriyle şiddetin başka türlerini tanıdık. Sokağın, çalıştığımız fabrikanın, tarlanın, gittiğimiz okulun, erkek egemen sistemin işgal ettiği ve bize yaşam hakkı tanımadığı yerler olduğunu öğrendik sonra. Yani büyüdükçe boynumuza vurulan zincirlerin sayısı da büyüdü…
İki yol ayrımı çıktı karşımıza. Ya şimdiye kadar yaşadığımız ve “kaderimiz” diye öğretilen bu yaşamı kabul edecek ya da bütün bunları değiştirmek için, özgürlüğümüz uğruna mücadele edecektik. Birinci yolu seçenlerimiz; bize dayatılan dört duvar içinde karanlığa mahkum olurken; mücadele yolunu seçenlerimiz olarak bizler; çoğaldık, örgütlendik, örgütlendikçe özgürleştik…
ÖRGÜTLENDİKÇE ÖZGÜRLEŞECEĞİZ…
Kadınlar olarak her birimiz yaşamımızın belli dönemlerinde bu yol ayrımıyla yüzleşiriz. Kimi zaman cesaret edemez, “en iyi yol bildiğimiz yoldur” diyerek bize dayatılanları yaşamaya devam ederiz. Kimi zaman da her türlü bedeli göze alarak özgürlüğümüz için mücadele etmeyi tercih ederiz. Bu tercihler her zaman öyle çok keskin yaşanmaz. Bazen defalarca gidip geliriz. Defalarca denemelerde bulunuruz. Her seferinde bir engele çarpar, yeniden başa döneriz. Ama bütün bunların sonunda mücadele yolunu seçen kadınlar bilir ki yolumuza engeller çıksa da ağır bedeller ödesek de özgürlüğün yerini hiçbir şey tutmaz. Bu yüzden kadınlar olarak özgürleşmek için örgütlenmekten, mücadele etmekten başka bir yol olmadığını en başta kendi pratiklerimizden öğreniriz.
Kazanacağımız şeyin büyüklüğü bize direnme, mücadele etme gücü verir. Mücadele ettikçe kadınla ilgili yapılan her sohbette, olmadığı varsayılan “kendimize güvenimiz” ortaya çıkar. “Pasiflik, edilgenlik” sarmalından sıyrılıp gücümüzün farkına varırız. Zilan (Esrin Güngör) yoldaşın deyimiyle söylersek; “Kadınlar zayıf değiller. Yaşadıkları onca baskıya, zulme, ezilmeye karşı ayakta durabiliyorlarsa bu onların ne kadar güçlü olduklarını gösterir. Kadınlar, bu gücü ancak savaşın içinde açığa çıkarabiliyorlar.”
Buradan “sadece devrimci kadın güçlüdür, diğer kadınlar zayıftır” anlayışı çıkmamalıdır. Toplumda sırf kadın olduğu için aşağılanan, horlanan, baskı gören tacize-tecavüze, her türlü şiddete uğrayan kadının yaşam mücadelesi vermesi, sorunlarla baş edebilmesi ondaki gücü gösterir. Çocukluğundan beri cinsel istismara maruz kalan ve ömür boyu bunun ağırlığını tek başına taşımak zorunda kalan bir kadın güçsüz olabilir mi? Her gün kocasından şiddet gördüğü halde çocukları için ayakta durmaya çalışan, yine de yaşama sımsıkı tutunan bir kadın güçsüz olabilir mi? Hakkını aradığı için polisten dayak yiyip eve gittiğinde de babasından, kocasından ya da abisinden dayak yiyen ve yine de düşüncelerinden vazgeçmeyen bir kadın güçsüz olabilir mi? Sorun kadınlar olarak bu gücümüzü açığa çıkarmak ve örgütlü bir güce dönüştürmektir.
Bir sorunu tanımlamak, ondan rahatsız olmak yetmez. Onu değiştirmek, değiştirmek için de mücadele etmek gerekir. Kadınların yaşadıkları da böyledir. Yüzyıllardır kadının ezilmişliğinden, bunun yanında da pasifliğinden, edilgenliğinden bahsetmek, sorunu yalnızca tanımlamaya yeter. Kadının nasıl özgürleşeceği ise o sorunun çözümünde yatmaktadır. Kadınlar olarak bütün yaşamımız boyunca boğazımıza düğümlenenler o kadar büyüktür ki, bir kez çıkmaya başladı mı artık durdurulması imkansızlaşır. Sessiz çığlık sese, öfkeye, isyana dönüşebilir. Tek tek çıkarmaya çalıştığımız sesimiz, örgütle birlikte çığlığa dönüşür. Ve kendi gücünün farkına varan kadının, istedikten sonra yapamayacağı bir şey yoktur. Tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur.
Sovyetlerin özgürlüğünü ve sosyalizmin kazanımlarını korumak için Nazi işgaline karşı direnen çocuk yaşta milyonlarca kadının direnişine, birçok kadın gerilla gibi Dersim dağlarında savaşırken ölümsüzleşen Ekin (Gamzegül Kaya) yoldaş “ Sovyet devriminde kadınlar, sosyalizmin kurulması için her alanda savaştılar. Bizim de yaratmak istediğimiz bu” sözleriyle yanıt olmuştur.
“Kadınız, insanız, insanlığı ayağa kaldırıyoruz. Paydos bundan böyle köleliğe, aylaklığa” diyerek 8 Mart’ı yaratan kadınların direnişi, “kadınlar isterse her şeyi başarır” diyen Flormar direnişçisi kadınlarla bugüne taşınmış, yine yaşam alanlarının yok edilmesine karşı kendilerini barikat yapan, “ölürüz de topraklarımızı vermeyiz” diyen kadınların mücadelesiyle daha da büyümüştür…
Kadınların yaşadıkları kader değildir. Sessiz kalmak yaşananların sürekli artarak devam etmesi demektir. Bunları değiştirmek yine bizim elimizdedir. Yaşadığımız haksızlıklara ses çıkarak başlayabiliriz. Bizim gibi milyonlarca kadının olduğunu unutmayalım. Tek başına kimse güçlü değildir. Bir araya gelirsek, örgütlenirsek değiştirebiliriz. Ve bu bize sandığımız kadar uzak da değil… Nasıl politikleşileceğini, nasıl örgütlenileceğini, nasıl savaşılacağını bugün yaşamın her alanında; fabrika önlerinde, sokaklarda, hapishanelerde, köylerinde, dağlarda direnen kadınlar gösteriyor/öğretiyor.
Bu deneyimlerin bir parçası olan biz örgütlü kadınlara düşen görev, ezilenin de ezileni milyonlarca kadına ulaşmak, onların öfkelerini örgütlü bir güce dönüştürmek, kendi yaşamlarına sahip çıkmalarını sağlamaktır. Kadınlar olmadan devrim olamayacağını en iyi biz biliyoruz. Var olanla yetinmemeli, daha fazlasını istemeli, bunun için mücadele etmeliyiz. Kazanacağımız şey, özgürlüğümüzdür…
23 Nisan 2018’de Aliboğazı’nda ölümsüzleşen Çiğdem (Hasret Tanrıverdi) yoldaş, yazılarında komünist kadınların üzerine düşen göreve şu sözlerle dikkat çekmişti. Yazımızı onun sözleriyle noktalayalım:
“Komünist olan bizleriz. Yani bütün bir halka önderlik, öncülük etme gibi bir görevimiz varsa kadınlar da bundan mahrum değildir. Ve devrimde önemli rol oynayacak böylesi bir potansiyeli burjuva/küçük burjuva anlayışların eline bırakmak fazlasıyla can sıkıcıdır! Bu da bizim daha görünür ve daha “radikal” hamleler yapmamız gerektiğini koşullamaktadır. “Radikal” olmaktan korkmamak gerekir. Çünkü süreç bize bunu dayatıyor.”