Bir önceki sayıda halkımızın oy verme pratiği üzerinden politize olması durumu ile ilgili çeşitli yorumlarda bulunmuştuk. Seçim süreci boyunca ülkenin gündemi seçimler olurken yüksek oranda seçimlere katılan halkımızın aslında çok büyük bir beklentiyle oy vermediğinden ve bu yüzden de “makarnacı”, “kömürcü” gibi yaftalarla aşağılandığından bahsetmiştik.
Altını çizmeye çalıştığımız konu seçimleri, onu boykot eden bizim kadar ciddiye almayan, önemsemeyen göz ardı edilemeyecek büyüklükte kitleyle karşı karşıya olduğumuzdur. Kuşkusuz ki tek toplumsal yönelim bu değil. Makarnaya, kömüre muhtaç olmayan Millet İttifakı seçmeni orta-üst sınıfların, bu seçimlerin TC’nin kaderini belirleyeceği üzerinden bir tablo çizmesi de seçimlerin hayati önemine vurgu yapıyor. Bu anlayışa göre muhalefete oy vermek önümüzdeki en ciddi siyasi görev. Bir yanda çok ufak beklentilerin karşılanmasına göre oy veren umutsuz, beklentisiz kitle; diğer yanda ise oy vermeyi en önemli siyasi kimlik ve tavır olarak gören kitle. Halkımız bu iki uç arasında salınıyor.
Düzen siyaseti etrafında saflaşmaların yoğunlaştığı bir süreçten geçiyorken, aldığımız siyasi tavrın gücünü artırmak için seçimleri salt düzen partileri üzerinden teşhir etmek değil, toplumsal eğilimleri anlamak ve ona göre politikalar üretmek gerektiğini düşünüyoruz. Bizim sıklıkla kaçırdığımız bu durum, örgütlenmenin siyasi olduğu kadar sosyal bir gerçekliğe de dayanıyor oluşudur. Bu anlamda oy vermek tek başına siyasi bir olgu değil sosyal bir eğilim aynı zamanda. Bu sosyalliği anlamak için oy vermenin pratik karşılıklarını arıyoruz.
Ülkemizde siyasi eyleyiş şekli çok büyük oranda oy vermek üzerinden şekilleniyor. Düzen siyasetine gündelik yaşamda veya sosyal alanlarda hiçbir şekilde müdahil olamayan ve katılımcılığı elinden alınan halkımız, beş yılda bir oy verme seçeneğine mahkûm bırakılmış durumda. Oy verme ile demokratik katılım arasında sanılanın aksine ters orantılı bir ilişki var. Burjuva demokrasinin hâkim olduğu emperyalist ülkelerdeki seçimlere katılım oranının düşüklüğü bu durumu gözler önüne seriyor.
Halk beş yıl boyunca yerel yönetimler, meclisler, grevler, blokajlar, boykot eylemleri, sokak gösterileri gibi bir dizi katılımcı pratiğe dahil olduğu için oy vermeyi hayati bir noktada görmüyor. Burjuva demokrasilerinde halk yalnızca oy vererek hesap sormadığı için örneğin 2022’de “aşırı sağ”ın iktidara geldiği İtalya seçimlerinde katılım yüzde 64’te kalıyor. Halk “aşırı sağ” iktidara gelmesin diye onun karşısındaki adaya oy verme zorunluluğunun ötesinde tepkisini sandığa gitmeyerek, temsiliyeti çok düşük bir oranda tutup seçilen egemen sınıf temsilcisinin meşruluğunu sorgulatıyor.
Beş yıl boyunca siyasete demokratik katılım hakkının hiçbir koşulda olmadığı ülkemizde, halka sandığa gidip, oyun hilesiz sayılıp sayılmayacağını dahi bilmeden, bir adayın altına “evet” mührünü basmak en büyük demokratik eylem olarak önümüze seriliyor. Egemen sınıf temsilcilerinin “sandıkta hesaplaşacağız” söylemi, iki seçim arası siyasi hayatın hiçbir yerinde yer alamamış en geniş kesimlerin ele geçirilen umutlarını içeriyor.
Bütün bu mahrum bırakılma halini TC’nin kuruluşundan beri pratikte deneyimleyen halkın en yoksul kesimleri için x veya y partisi çeşitli kültürel, sosyal geleneklere dayanan farklılıklar üzerinden var oluyor yalnızca. Orta-üst sınıf mensubu, “yaşam tarzına” müdahale edildiğini düşünen kırılgan bireyler hayatlarında AKP’ye oy veren kimseyi barındırmamakla övünürken ve bu kişilere güdülecek koyun muamelesiyle alaycı ve küçük düşürücü yaklaşırken; kahvede, günde, pazarda, camide, birbirinin halinden anlayan toplumsal kesimler için egemen sınıf partileri keskin aidiyetler oluşturmuyor.
PEKİ BİZ BU SÜREÇTE NASIL BİR ÇALIŞMA YÜRÜTMELİYİZ?
Öncelikle hedef kitlemiz olan ileri kitlenin ciddi oranda sandığa gideceğini öngörmeliyiz. Başta HDP’nin meşrulaştırdığı, diğer reformist sol partilerin de dünden razı olduğu Kılıçdaroğlu’nu destekleme tavrı, ileri kitlede ciddi bir karşılık bulacaktır. Fakat bu kitlenin ciddi bir kısmı, tıpkı emekçi halkımızın pratik yaklaşımları gibi, iktidardaki egemen kliğin el değiştirmesini bir kurtuluş olarak değil, bir rahatlama, görece esneme, ufak da olsa çeşitli kazanımların elde edilebileceği umudu gibi saiklere dayanmaktadır.
Mevcut cumhurbaşkanını görmekten sıkılmak, sokaklarda daha rahat gezebilmek, hava değişikliği, devlet kurumlarının daha makul işlemesi gibi talep ve isteklerin hepsi, kurucu olmayan siyasi ögelerdir. Bu edimlerle hareket eden kitleye “sandık çözüm değildir” şiarıyla gitmek, bu kitleyi küçümsemektir aynı zamanda. Dayanışmak ve mevzi kazanmak isteyen, zaferlere ihtiyaç duyan kitleler için oy vermek, çok küçük ve önemsiz bir eylemdir.
Boykot propagandasının oy verilecek kişilerin egemen sınıfların temsilcileri olması yönündeki propaganda kimi yerlerde esas kimi yerlerde tali olabilir. Tek başına siyasi temsiliyetler üzerinden bir teşhir faaliyeti yerine, yukarıda sözünü ettiğimiz halkın iki seçim arasında siyasi kurumlara katılımlarının engellenmesinin ve tek çarenin demokratik yol olarak sandığın gösterilmesinin faşizmin kurumsal dayatması olduğunu vurgulamak da bir o kadar önemlidir.
Yeni Demokratik Devrimin demokratik muhtevasının tam da bu dayatmayı yok ettiğini göstermek güçlü bir teşhir yoludur. Halkın sadece kendisini kimin temsil edeceğini seçmesi değil bizzat karar alma mekanizmalarının içinde olması, siyaseti kendisinin işletmesi ve var etmesi hedefimiz, hem faşist diktatörlüğün teşhiri hem de seçimle birlikte tek dayanağını meclise milletvekili çıkarmak üzerinden var eden reformist solun teşhiri için güçlü ve doğrudur.
(Önceki yazı için tıklayın.)