Türk hakim sınıflarının gözü dönmüş bir şekilde, birikmiş ve birikmeye devam eden sorunlarla baş etmeye çalışması söz konusudur. Gözü dönmüştür, çünkü ekonomik ve politik gücü, koşulları ve olanakları sorunlara çözüm üretmemekte, bu çözümsüzlük onlarda çareyi çaresiz saldırılarla gidermeye sevk etmektedir.
Gare yenilgisi sonrası, psikolojik savaşta kaybettiği üstünlüğü ve inisiyatifi yeniden ele geçirmek için elindeki tüm olanakları kullanmaktadır. Bunun bir yanında HDP’yi hedef göstermek, baskı altına almak ve tüm odağı oraya çevirerek boğucu bir şovenist kuşatma yaratma yer almaktadır. Diğer yanı ise, başarı üretecek şekilde Irak Kürdistanı ya da Rojava’da bir askeri operasyon yapma arayışıdır. İkincisinin ABD emperyalizminin onayını zorunlu kılmasıyla birlikte, Biden’ın Tayyip Erdoğan’a bir “alo” bile dememiş olmasının yarattığı büyük bir çelişki ve sorun vardır. Biden’in AKP-MHP bloğuna yönelik bu tutumu, sadece heves ettikleri Kürt saldırganlığı için bir sorun değil, kendilerine biçilecek rolün tam anlamıyla belirsizlik içermesinden kaynaklanan büyük bir huzursuzluk yaratması durumu vardır. Bu, faşist diktatörlük için “belirsizlikleri” büyütmektedir. Henüz elini ayağını bağlamasa da ne kısa vadeli ne de uzun vadeli dış politikada önüne bir ışık tutamamaktadır.
Bunun yanında egemen klikler arası gerginliğin dozu düşmemektedir. Garê’de ortaya çıkan tabloda “milli birlik ve ortak tutum arayışı” sağlanamamış, itiraf edilen başarısızlığın sorgulanması ve sorumlusunun aranması kavgası tırmanarak sürmüştür. Uzay, sağlık, politika, ekonomi de “Milli ve yerli” etiketli projeler ve saçmalamalar ise alıcısı azalarak devam etmektedir. CHP’nin gündeme getirdiği Merkez Bankası rezervlerindeki 128 milyar dolarlık kayıp ise klikler arası gerginliğin dozunu arttıran esaslı bir gündem olmuştur. Tayyip Erdoğan bu paranın önemli kısmının kriz koşullarında, krize çare olması için kullanılmış “kayıp para” olduğunu ifade ederken, çare üretilememiş ekonomik krizin daha da güçlenerek devam etmesinin adeta altında kaldığını itiraf etmiştir. Enis Berberoğlu’nun beraat etmesi ve milletvekilliğine geri dönmesi gibi gelişmeler, klikler arası güç dengelerini değiştiren bir faktör olarak görülmese dahi güç dengelerinde AKP ve Erdoğan için olumsuzluk belirtisidir. Gündem belirleyip sürükleme çabası karşısında düne göre oldukça zayıf kaldığı belirlemesi yapılabilir.
AKP-MHP, var olan çok katmanlı kriz karşısında saldırı dalgasını kesintisiz sürdürme eğilimi içindeyken bir yandan da AB’ye göz kırpan reformlar peşindedir. Ekonomiden, siyaset ve hukuka kadar bir dizi reform yapılacağı dillerine dolanırken, diğer yandan yeni anayasa ile bunun finalinin yapılması gerektiği daha güçlü dillendirilmektedir. Saldırıların odağını HDP’ye kaydıran egemen sınıflar kapatmada dahil her seçeneği masaya yatırmış durumdadır. Bu saldırılara karşı HDP’nin alacağı konumlanış ise belirleyici durumdadır. HDP’ye tam ve koşulsuz teslimiyet, Kürt sorunundan vazgeçme ve devletin “şefkatli kolları arasında” siyaset yapma tercihi sunulmakta, aksi durumda saldırıların durmaksızın süreceği mesajı verilmektedir. Bu saldırılarda, faşizmin tarihsel bir aracı olan ve Kürt legal siyasetinin oldukça antrenmanlı olduğu kapatma sopası kullanılmaktadır. Ancak burada HDP’nin kapatılması sadece HDP’ye dönük bir saldırı olarak görülmemelidir. Bu saldırı aynı zamanda egemen faşist klikler arası çelişkinin şovenizm yarışı ile birbirine yönelik silahı durumundadır. MHP, hem ortağı AKP’yi hem de CHP ve İYİP’i sıkıştırırken, AKP ise “açık tutum alamayarak” ancak MHP’nin çağrılarına çanak tutarak CHP ve İYİP’in konumlanış almasını sağlamak istemektedir. Şovenizm dalgasında Kürtleri, işçi sınıfını, emekçileri ve öğrencileri boğarken aynı zamanda bunun kendileri için bir dolgu malzemesi ve güç edinme aracına dönüşmesi amaçlanmaktadır.
HDP’nin incelenmesine dair Cumhuriyet Başsavcılığı, girişimleri başlattığını açıkladığı 2 Mart günü Cumhurbaşkanı “İnsan hakları eylem planını” açıklıyordu. HDP’nin kapatılması tartışmasının şovenizmi körüklediği, egemen klikler arası politik dengelerde araçsallaştığı ölçüde kullanılmaya ve adeta HDP’nin başının üstünde bir kılıç gibi sallanmaya devam edeceği görülmektedir. HDP’ye yönelik tutuklama, baskı ve sindirme saldırıları ise tüm bu tartışmalar içinde esas saldırı aracı olarak kalacaktır.
Tayyip Erdoğan’ın 9 amaç, 53 hedef ve 393 faaliyeti içerdiğini söylediği ve nihai amacın yeni Anayasa olduğunu açıkladığı “İnsan Hakları Eylem Planı” ise var olan gerçeklikte sadece bir “masal” olmanın ötesine geçmemektedir. Var olan sıkışmışlık ve AB uyum süreci için bir aldatmacanın ötesine geçmeyen bir plandır. Bu plan, 2004’de ilan edilen uyum yasalarının bir karikatürü ama inandırıcılıktan uzak sahtekarca bir karikatür olarak tarihe geçecektir. İçeriğindeki bir dizi “demokrasi” vaadi, var olan siyasi yönelimde lafı edilmeye değmeyecek retorik düzeyindedir. Ancak bu tartışma içinde Anayasa tartışması bir süreç boyunca gündem olarak kalacaktır. Bu anayasa tartışmasının aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı sistemine içkin bir yanı taşıyarak olgunlaşma eğilimi vardır.
Faşist diktatörlüğün, “hukuk ve ekonomi” alanındaki reform girişimlerinin topyekün saldırıdan normalleşme tartışmasına evrilmesi gibi korona salgınında aynı zamanda açıkladığı “normalleşmenin de” çare içermeyen ve çözüm üretmeksizin bir normalleşme girişimi olduğu görülmelidir. Zira “lebalep” dolu salonlarda kendileri için normalleşmiş koşullar artık büyüyen öfke ve tepkinin kademeli olarak hafifletilmesinin ötesinde değildir. İşçi ve emekçiler salgının yarattığı sosyal, ekonomik boyutun tüm yaralarını almış, şimdi salgınla daha fazla baş başa kalması için yeni adımlar atılmıştır. Çare bulunamayan krizin normalleşme adımıyla itirafıdır atılan adım.
Ekonomik, siyasi kriz ve salgının tüm bunlara yaptığı çarpan etkisi, işçi-emekçi-öğrenci kesimde kısmi bir harekete dönüşmüştür. Boğaziçi direnişinin, toplumsal kesimlerin öfke ve memnuniyetsizliğinin ortak paydası haline gelmesi, irili ufaklı işçi direnişleri ile hareketlenen ve nihayet Maltepe, Kadıköy, Kartal, Ataşehir’de kısa sürelide olsa direnişe duran belediye işçileri hareketliliğe bir halka eklemiştir. Her ne kadar AKP karşıtlığı ile zehirlenmiş ve CHP belediyelerindeki hak arayışını düşmanlaştıran bir orta sınıf ve liberal çizgi kendini açık etse de belediye işçilerinin direnişine olan destek kösteklenememiştir.
Süreç bir dizi gelişmelerle krize sürekli yeni halkalar eklemekte; dağınık ve parçalı şekilde mücadele dinamikleri hareketlenme eğilimi göstermektedir. Geniş kitleler bu süreçte yaşamsal dertleri ve sorunları ile boğuşurken, politik gelişmeler karşısında ilgisiz ve duyarsız durumda değildir. Zira var olan tablo sadece bir ekonomik krizin sonuçlarını aşan ve kitleler açısından politik hak istemlerini de büyük bir ihtiyaç haline getiren bir tablodur. Kadın hareketimizin “Zincirlerini Kır Geleceği Kur” perspektifi ile yürüttüğü ve 8 Mart’a kilitlenmiş kampanyası ve yoğunlaşması tam da çelişkilere gücün ve olanakların ölçüsünde müdahil olma cesareti olarak görülmelidir. İşte bu tutum, hareketin içinde, o hareketle pişmek, onun içinde ileriyi işaret edecek bir konumlanış almak açısından çok anlamlıdır. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde, “mülkiyetsizleştirenleri mülkiyetsizleştirecek” olanların en dinamik gücüyle “geleceği kurma” iddiasının alanlarda, faşizme-ataerkiye meydan okuyan duruşuyla birleşelim, güçlenelim ve sınıf savaşımını keskinleştirelim.