Sanat; toplumun siyasal, ideolojik ve kültürel şekillenişinde oynadığı rolle halk kitlelerini dinamize etmede veya pasifize etmede etkin bir araç olarak kabul edilmelidir. Halka ulaşmanın, halkın nabzını hızlandırmanın, halka bir şeyler sunmanın en önemli silahıdır. Geçmişten günümüze sanatı incelediğimizde bu düşüncenin haklılık payı ortadadır. Sanat, devlet-iktidar aygıtı elinde işlevli bir biçimde kullanılmaktadır. Diğer yandan halkın çıkarlarını ve mücadelesini geliştirmeyi hedefleyen gerçek sanat ise düşünmeye, tartışmaya ve hareket etmeye sevk eden bir muhteva barındırır içerisinde.
Sanatçı, hitap ettiği kitleyi düşünmeye yönlendirdiği için devletin elleri daima sanatın üzerinde olmuştur. Devlet, kendi değer yargılarını sanatçı ve eserleri üzerinden halka aşılama politikasını her daim tekrarlamıştır. Bu değer yargılarını kabul etmeyen, benimsemeyen sanatçıları da kendi “ceza” yöntemleriyle terbiye etmeye çalışmıştır.
Yaşadığımız coğrafyanın tarihine dönüp baktığımızda birçok sanatçının devletin baskılarından nasibini aldığı, senelerce hapishanelerde kaldığı, sürgün edildiği, öldürüldüğü ve bu sirkülasyonun devam ettiği yadsınamaz. Sanata ve sanatçıya dair takınılan bu tavır doğallığında kültürel bir çöküntünün oluşmasında rol oynamıştır ve oynamaya devam etmektedir. Devlet eliyle oluşturulan kültürel yozlaşmanın bir örneği de Sabahattin Ali’nin eserlerinin ve devrimci kimliğinin boşaltılmaya çalışılmasıdır. Bu ilk örnek değildir, son da olmayacaktır. Demokrat-devrimci çizgide ilerlemiş olan pek çok sanatçı ve eserleri bu yozlaşmanın, bu kültürel erozyonun bir parçası haline getirilmiştir. Devlet kendi yarattığı sanat anlayışını, kendisinin izin verdiği minvalde sanatçının duygu ve düşüncelerini sansürleyerek, sanatçılar ve eserleri üzerinden halka pazarlamaya devam etmektedir.
48 yıllık kısa yaşamına pek çok eser sığdıran Sabahattin Ali şair, yazar, öğretmen ve aydındır. Ölümü üzerine hâlâ tartışılan Sabahattin Ali, 1907’de Bulgaristan’da doğmuş, babası asker olduğu için Anadolu’nun birçok şehrinde yaşamışlardır. Öğretmen okulunu bitirdikten sonra Anadolu’da öğretmenlik yapmaya başlamıştır. Daha sonrasına Almanya’ya giderek orada eğitim almış ve tekrar Anadolu’ya dönmüştür. Almanca öğretmeni olarak görev yapmaya başlamıştır. Fakat Almanya’ya gitmeden önceki Sabahattin Ali ile Almanya’dan dönen Sabahattin Ali arasında bir fark vardır. Milliyetçi duygularla gittiği Almanya’da komünizmden etkilenmiştir. Marks, Engels, Lenin gibi ustaların kitaplarıyla yurduna dönen Sabahattin Ali, etrafındaki herkese komünizmi anlatmaya başlamıştır. Bu sırada Konya’da bir arkadaş meclisinde Mustafa Kemal’i yeren bir şiir okuduğu ve komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle tutuklanmıştır. Sinop ve Konya Hapishanesi’nde yatmış, hapishane günlerinde; “Kurşun ata ata biter/ Yollar gide gide biter/ Mahpus yata yata biter/ Aldırma gönül, aldırma” diye sonlandırdığı Mahpushane Türküsü’nü kaleme almıştır. Cumhuriyet’in 10. yılı olması dolayısıyla gelen afla birlikte çıktıktan sonra öğretmenlik görevine tekrar dönen Sabahattin Ali, düşüncelerini savunmaya ve dostlarıyla paylaşmaya devam etmiştir. Bu süreçte Nihal Atsız ile girmiş olduğu siyasi tartışmalar ve Aziz Nesin ile birlikte çıkardıkları dergide düzen partilerini eleştirmesinden kaynaklı hakkında yeni davalar açılmaya başlamıştır. Bulgaristan’a kaçacağı sırada sınırda MİT için çalıştığı tahmin edilen ve kaçma girişimine rehberlik eden Ali Ertekin tarafından kafası ezilerek öldürülmüştür. İşkence izlenimini ortadan kaldırmak için cesedi kurşunlatılan Sabahattin Ali’nin cenazesi aylar sonra Istranca Dağlarında bir çoban tarafından bulunmuş, mezarı olmayan Sabahattin Ali; bizlere birçok şiir, hikâye, oyun ve roman bırakmıştır.
1950’lerden itibaren Türkiye’deki adaletsiz düzene ve sömürüye karşı edebiyatta bir isyan başlamıştır. Bu edebi yaklaşım 1950-1980 yılları arasında özellikle romanı etkisi altına alan toplumcu gerçekçilik olmuştur. Sınıfsal çatışmanın Türk edebiyatında büyük oranda ezen/ezilen, köy/kent, köylü/ağa, işçi/patron gibi karşıtlıklar üzerinden görünür olduğu örneklerin ortaya çıkmasına öncü olan isimler Sabahattin Ali ve Nâzım Hikmet’tir. Nâzım’ın ve Sabahattin Ali’nin hapishane günleri, mücadele ve direngenlikle geçen yaşamları ve anlatmak istedikleri sınıfsal gerçeklikler ile birlikte halkta daha net bir karşılık bulmaya başlamıştır.
YENİDEN PİŞİRİLEN SANAT VE SANATÇILAR
Halkın çıkarlarını savunan ve sanat anlayışları bakımından toplumsal çelişkileri topluma kavratmayı hedefleyen ilerici-devrimci-demokrat sanatçılar; nasıl ki halkın değerlerinin içi boşaltılarak mücadelelerinin önlerine setler haline getirildilerse, yeniden sistem tarafından geçmiş yaşantıları mücadele tarihleri silinerek içi boş sloganlarla tekrar halka sunulmaktadırlar.
Sanat ve sanatçılık kavrayışı, halkın çıkarlarıyla özdeş bir biçimde kavranmadıkça toplumsal kaygılardan azade sayıldıkça sistemin köleliğiyle eşdeğer hâle gelmiştir. Günümüzde sanatçı olarak anılanların bu kölelik çarkı içerisinde halkı zincirlerine daha sıkı bağlamanın araçlarına dönüştürüldükleri oldukça açıktır. Sabahattin Ali, Nâzım Hikmet, Yılmaz Güney, Ahmet Kaya ve daha nice sanatçı zaman zaman devlet ve iktidar tarafından sloganlaştırılmaya çalışılıp değerlerinden koparılmaya, uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. İşlevsizleştikleri oranda da unutulmaya bırakılmışlardır. Egemenlerin bu ideolojik saldırıları ve sanatın özüne dair silikleştirme ve içeriğinin boşaltılma faaliyetleri beyhudedir. Sanatın vermiş olduğu kudretli iletiler ve mücadele tarihleri onları halkın gönlünde, zihninde var etmeye devam edecektir.
BİR YENİ DEMOKRASİ OKURU