Dünyanın birçok yerinde isyanlar patlak vermeye devam ederken geçtiğimiz günlerde TC devleti bir güvenlik toplantısı gerçekleştirdi. Bu toplantıya TC devletinin üst düzey isimleri katıldı. Bu isimler arasında “dışarıyla” ilişkileri yürüten Dışişleri ve “içeriyi” yöneten İçişleri Bakanı da yer aldı.
Toplantının adında geçen “güvenlik” elbette ki halkın güvenliği değil. Halkın yoksulluk ve salgınla boğuştuğu bu dönemde güvenlik sistem için “ancak” kısmi güvencenin dahi sağlanamadığı koşulda işlev kazanır. Bu kısmi güvence, yani kısıtlı sosyal haklar, devletin kriziyle daima sınırları daralan haklardır. Örneğin, salgınla birlikte bir düzenlemeyle işten atmalar yasaklandı fakat “ücretsiz iznin” önü açıldı. Ücretsiz izinde verilen maaşı ise milyonlarca işçi çeşitli uygunluk kriterleri nedeniyle alamadı. Alanlar ise bu ücretin asgari ücretin yarısı olması nedeniyle geçinemedi.
Mesele tabii ki yalnızca kısıtlanan sosyal haklar değil yasama, yürütme ve yargının bağımsız olduğu yalanı açığa çıktıkça halkın devlete olan güveninin zayıflamasıdır. Kısıtlı sosyal hakları dahi genişletemeyen, kriz içerisindeki devletin yönetimdeki devamlılığını, halkın boyun eğmesine odaklı güvenlik faaliyetiyle sağlayacağını gösteriyor. Öyle ki güvenlik toplantısının ardından protestolara saldırıda kullanılacak yüklü miktarda polis mühimmatı alındı. 1 milyon plastik mermi de bu teçhizatın içerisinde “güvenlik” kapsamında kullanıma hazır durumda. Yine bu teçhizat içerisinde 40 bin tane bekçi yeleği de bulunuyor.
Salgın öncesi dönemde silahlı saldırılarla gündem olan bekçilerin görev tanımına ve yetkilerine ilişkin yasa teklifi TBMM tarafından kabul edildi. Bu maddelerin birinde, bekçilerin basın açıklamalarına, yürüyüşlere vb. etkinlere saldırabilmesinin önü açıldı. İşkence, yaralama, darp gibi münferit görünümlü polis, bekçi saldırıları yaygınlık kazandı. Polisin bir güvenlik gücü olmasının anlamı, bu güvenliğin kimin güvenliği olduğu halkın düşüncesinde daha da belirginleşti.
Burada iki örnek konuya ve hukukun devlet terörünün önündeki işlevsizliğine hatta uyumuna ışık tutacaktır. 17 yaşındaki Ali Hemdan’ın çalıştığı fabrikaya giderken bir polis tarafından katledilmesinin ardından katil açığa alındı. İfadesinde Hemdan’ın dur uyarısına uymadığını belirtmişti. Daha sonra polisin ifadesinin bir bütün yalan olduğu açığa çıktı. Peki sonra ne oldu? Dava devam ediyor, katil tutuklu yargılanıyor. Bir kamuoyu oluşmasının ardından tutuklandı fakat her zamanki gibi yargı karar vermiyor.
Bir diğer örnek Diyarbakır’daki işkencedir. Polis işkence görüntülerini alenen sosyal medya üzerinden kamuoyuna servis etti. Olayın ardından Diyarbakır Barosu suç duyurusunda bulundu. İşkencenin yapıldığı İl “Emniyet”ten gelen yanıt “orantılı güç” kullanıldığı yönünde oldu. Savcılık soruşturma açar mı? Açarsa bu soruşturmanın akıbeti ne olur bilinmez; Halfeti’de karakol bahçesinde uygulanan işkenceye verilen takipsizlik gibi.
Olaylardan birinin Türkiye Kürdistanı’nda yaşanmasının ayrı bir yanı vardır. İkisinin de TC’de hukukun ve polis şiddetinin kardeşliğini göstermesi önemli. Bu örneklerden de görülebileceği gibi devlet terörünün önünde yargı bir engel değil. Aksine yargı, halkın, yaşananlara dair öfkesini soğurmak hatta çoğu kez halka gözdağı vermenin bir aracı olarak kullanılmaktadır. Bir yanda sonsuz yetkilerle donatılan polis ve bekçi öte tarafta “güvenlik merkezinde” yapılan işkence ve işlemeyen yargı sistemi.
Artan devlet terörü tüm dünyada ezilen sınıfları mıknatıs gibi etrafında topluyor. ABD’de George Floyd’un polis tarafından katledilmesi başta siyahiler olmak üzere ırkçılığa ve genel olarak sisteme karşı öfkeli halkı sokağa döktü. Polis tarafından katledilen George Floyd ve Ali Hemdan’ın ortak noktası bunların asla tekil olaylar olmamasıdır. Ne Floyd ilk ne de Hemdan son polis cinayetidir.
Devletin, sosyal devlet olmadığı ezilen sınıfları tahakküm altında tutan bir güç olduğu, yer yer halkın onayını alsa da son kertede şiddete ve teröre başvurmasıyla ortaya çıkıyor. Bu aynı zamanda halkın gücünü soğuran yasama, yürütme ve yargının bir bütün işlevsizleşmesini de beraberinde getirmektedir. Bu işlevsizlik Floyd’un katilinin 3 gün sonra tutuklanmasıyla giderilemedi. Bir süre sonra ülkemizde de yargının işlevsizliği halkın zihninde daha da berraklaşacaktır.
ABD halk ayaklanmasının sonrasında Antifa’yı nasıl terörist ilan ettiyse TC de aynı ortak kaygıyla bu ilanı onayladı. ABD’de Antifa, ülkemizde devrimci hareketler devlet terörüne karşı halkın direnç noktaları olduğu için “güvenlik toplantıları”nın hedefinde yer alıyor. Bu güvenliğin kimin güvenliği olduğu açığa çıktıkça içerideki düşman ve dışarıdaki dost belirginleşecektir.
Tüm bu eylemler göstermektedir ki devlet terörü tekil bir ülkeye ya da belli bir hükümete ait bir özellik olarak değil sistemin ve devletin ortak özelliği olarak görülmekte, bu noktadaki bilinç gelişmektedir. Okyanustan yayılan isyan dalgasını daha da büyütmeli, bunun için adımlarımızı daha sıkı ve sağlam atmayı öğrenmeliyiz.
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 11 Haziran 2020 tarihli 63. sayısından alınmıştır.