Yetmiş iki buçuk milletin buçuğundan ibaretti Romanlar. Hiç tamamlanmayacak küsurattan başka bir şeye sayılmazlar. Nüfusları beş milyonu aşkın olsa da hep buçuk olarak kalırlar. Buçuk aslında bir avuç olanların yok saydıklarına verdikleri addı. Elmas, evin salonundan farksız olan mahallenin sokağında oturmuş yüzüne kürek gibi çarpan sefil sözleri düşünüyordu. Akıbetleri salgından önce ulaşan bu sefil sözlerle hatırlatılmıştı: “Geber”! Çocuklarının açlığına sokakta el açmaktan başka çare bulamayan kadının işittiği tek söz; “Geber” olmuştu. İşittiği, açlığını terbiye etmesi için üzerinde şaklayan yağlı kırbacın sesinden farksızdı. Açlığın ve yoksulluğun refakatinden hiç ayrılmayan kırbacın zehirli ıslığı yine ayrım yapmaksızın hepsine ulaşmıştı. Kucağına doldurduğu çiçeklere müşteri arayanların, çöp kamyonlarından önce çöp konteynırlarındaki hurdayı, kâğıdı kurtarma telaşına düşenlerin, parmaklarını ve nefesini enstrümanlarıyla coşturanların, tezgâhın üstünde aynı malı ikinci gün satamayan seyyarların kulağından içeriye burguyla delercesine girmişti. Mahallenin salonunu çevreleyen evlerin açık kapılarından, kırık pencerelerinden davetsiz kış ayazı gibi zehir zemberek dolmuştu. Kavurucu güneşin sıcağını, gecenin soğuğunu, yolların tozunu tenine sünger gibi çeken binlerce, milyonlarca Roman el açan kadının boğulan çığlığını duydu. Kendilerini buçuktan sayanların ayırdığı güzide pay: “Geber” olmuştu!
Elmas oturduğu duvarın dibinden çıplak ayaklarıyla oradan oraya koşturan, çöp konteynırlarından çıkma “acer” oyuncaklarıyla oynayan çocukları, tespihini tokurdatan çelimsiz yaşlıları, şalvarlarını göbeklerine kadar çeken; acının, kahrın, evin, çocukların, geçimin ağır yük taşıyıcısı kadınları, yoksulluğun ve açlığın anıtı gibi biçimsiz sıralanan göz göze evleri, “hurdaları” seyrediyordu. Ayrımcılığın, yok saymanın, yoksulluğun başka türlü göğüslenemeyeceği bir arada süren yaşamlarını görüyordu.
Romanların yaşadığı her yerde hüküm süren derin yoksulluğun içinde akıtılan gözyaşlarının yerini kolayca gülüşler alırdı. Neşelerini, coşkularını ayakta tutan fedakârca paylaştıkları yoksul yaşamlarıydı. Aynı tuvalet ve banyoyu beş aile kullanmak zorundaydı. Bir ailenin bir öğün yemeğine bedel tek kalıp sabunla beş çocuk yıkanıyordu. Bulaşık deterjanı kaşıkla paylaşılıyor, margarin sürülmüş ekmek kahvaltının değişmez öğünü oluyordu. Patatesten, pilavdan, makarnadan başka yemek yüzü gördükleri neredeyse yoktu. Yokluğun içerisinde topladıkları ebegümeci çoğu zaman aç çocukların imdadına yetişiyordu. Yaşam çöp konteynırlarından çekilen hurda ve kâğıttan, deste deste bağlanan çiçekten, darbuka ve klarnetin ezgisinden doğuyordu. Ayrımcılığın yok saymanın ellerine tutuşturduğu geçim kapısı hiçbir zaman tokluğa aralanmayacak yaşam mücadelesinin diğer adıydı. Maruz kaldıkları sefil sözlere bağışıklıkları olsa da veremin, bronşitin, sarılığın, hepatitin hiç terk etmediği yoksul evlerde hastalıkları ilaçsız atlatmaktan başka şifalı bir çareleri yoktu. Salgını uzak tutacak suya, sabuna ulaşmak, temizlik malzemelerine para yetirmek, günlük çalışanlar, sefaletle boğuşanlar için sadece bir hayaldi. Salgın günlerinde ise günlük çalışma ve geçim karantinada yevmiyesizdi: Sefalet ve açlık çığ gibi büyütecekti. Çiçek satamıyor, hurda kâğıt verdikleri yerler kapalı olduğu için topladıkları ellerinde kalıyordu. Çiçeği, hurdayı bırakarak yapmaya çalıştıkları işlerin kazancı ise zaten zor olan geçim derdini büyütüyordu. Sokağa çıkma yasağının onlar için anlamı sefil sözlerin mesajı kadar açıktı: “Geber” (…) İki gözlü evde öğütlenen “sosyal mesafe” açlığın, sefaletin çaresizliğin karşı konulamaz mesafesini yaşamak demekti. Salgının güçsüz ve dirençsiz bedenlere davetsiz getireceği tek şey mezar sessizliğiydi.
Elmas bakışlarıyla, koşuşturan çocuklara, yaşlılara, çile yüklü kadınlara, ter dökmüş, sokağın tozunu yutmuş olanlara dokunuyordu. Ayrımsız ulaşan sefil sözlerin yoksulluğunu fedakârca paylaşan insanlar için bir hükmü yoktu. Zulmün zaman zincirinden kopmayanların onlar için düşündüğü akıbete inat bir arada yaşamaya coşkularını, umutlarını yoksullukları gibi paylaşmaya devam edeceklerdi. Birlik ve dayanışmaları güvencesiz ve geleceksiz yaşamlarının tek sığınağıydı. Mesafeli kalmayacakları tek şey ayrımcılığa, horlanmaya, aşağılanmaya uğrayanların yoksulluğa ve sefalete itilenlerin yanıydı. Bakışlarını hurda kâğıtlarının arasında bulduğu “Köle” adlı romanın sayfalarında dolaştırmaya başladı. Kızıl Derililerin katır gibi taşıdıkları yükün, yedikleri kırbacın dışında bir hayatları olmayacağını düşünenlere inat kırbaç altında söylenen baş eğmez ezgilerin sesini duyuyordu. Önünde, kölelerin ıstırap verici yaşamının tek tesellisi sayılan ölümden başka özgürlüğün, itaate boyun eğmeyenlerin yolu beliriyordu.
Gücün ve iktidarın zulüm kırbacını elinde yutanlara karşı nefret doluydu.
Sefilliği özgürleşerek boğmak ise artık tek isteğiydi.
Bir Yeni Demokrasi Okuru
*Fotoğraf Jacop Paul’a aittir.