[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Siyonist İsrail devletinin Filistin’e yönelik sürdürdüğü işgale karşı 7 Ekim’de Filistin ulusal kurtuluş güçlerinin başlattığı “Aksa Tufanı” yarattığı etkiyle birçok yönden gündem olmaya devam etmektedir. Bu tarihe kadar parçalı ve sınırlı olmasına rağmen “süreğen” olan Filistin ulusal kurtuluş güçlerinin ve halkın direnişi, “Aksa Tufanı”yla birlikte emperyalizmin en güçlü desteğini alan gerici İsrail devletine karşı gelişen en büyük duruşlardan biri olmuştur. Şüphesiz ki bu durum, başta Filistin ve Orta Doğu olmak üzere tüm Dünya halklarının gündemi olmuş, direniş çeşitli boyutlarda “tartışmaya” açılmıştır. Bu tartışmaları daha boyutlu ve planlı yapanlar ise esasta emperyalist devletler ve onların uşakları olmaktadır. Kendi deyimleriyle “Filistin sorunu” ve buna bağlı olarak gerici İsrail devletinin varlığı ve ona hâkimiyetleri, başta ABD olmak üzere emperyalist devletleri bu “sorun” karşısında “çözümü bulmaya” muktedir olmaya koşullamaktadır. Fakat bu çözüm, emperyalist sistemin bir uzantısı olan bağımlı bir Filistin’den öteye gitmeyecektir. Yani bu çözüm, işgal altında ezilen bir ulusun kaderini, emperyalizmin tayin etmesi olacaktır. Bu tayin, bağımlı bir devletin altında ezilen, tüm kaynakları emperyalizme peşkeş çekilen bir halk doğuracaktır.
Bunun için atılan adımlarsa küçük sayılabilecek şeyler değildir. Filistin işgali başlı başına başta Orta Doğu olmak üzere emperyalist ve uşak devletlerin ilişkilerini belirleyen, sınırlayan; görünürde de olsa üstünden atlanamayacak bir sorun olmuştur. Burada esas çelişki bir ulusun işgal altında en temel haklarından dahi mahrum bırakılmasının “haksızlığı” değil, bu işgal üzerinden gelişen çelişkilerin kendi sınıfsal çıkarlarına göre çözülmeye çalışılması olmuştur. Bunun için de emperyalist devletlerin önayak olduğu daha ciddi adımlar atılmaya başlanmıştır.
Geniş bir zaman dilimine yayılan, emperyalist kampların ve uşaklarının oldukça ilgi gösterdiği “normalleşme süreci” bunun en somut örneğidir. Trump’la başlayıp Biden’la devam eden İsrail-Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) anlaşması emperyalizmin kalemşorlarının deyimiyle “muazzam potansiyeli barındıran” bir süreç olmuştu. Yine burjuva kalemşorların “tarihi” olarak gördüğü Abraham (İbrahim) Anlaşması, sadece İsrail-BAE değil, ABD emperyalizmi ve birçok bölge uşak devletinin ilişkilerini etkileyen bir süreç yaratmıştır. İlk bakışta “iki düşman ülkenin (İsrail-BAE) ilk defa ilişki kurması” olarak görülen bu gelişme içeriği, istekleri ve çelişkileriyle bir bütün bölge üzerinden şekillendirilen ekonomik ve siyasal politikaların bir ürünüdür. Normalleşme sürecinin ABD öncülüğünde başlatılmasıyla BAE ve İsrail’in; İran’ın Suriye, Irak, Yemen gibi ülkelerde yayılmasına karşı bir blok oluşturma hevesi ve bunun yanında çeşitli ekonomik beklentiler temel etmen olmuştu. Fakat hem bununla yetinmemek hem de görünürde de olsa “Filistin sorunu”nun çözülmeyişi bu normalleşme sürecinin daha kapsamlı hale gelmesini getirdi. Yine ekonomik olarak yeni kanalların kurulması, uzun yıllardır süren ilişkisizliğin yarattığı ekonomik tahribat bu devletleri yeni adımlara zorlamıştır.
“Orta Doğu’yu yeniden şekillendirecek” İsrail-S. Arabistan normalleşme süreci de böyledir. Netanyahu’nun Biden’a “liderliğinizde S. Arabistan’la tarihi barış sağlayabiliriz” diyerek normalleşme sürecini boyutlandırması, buna karşılık S. Arabistan’ın ABD’den sivil nükleer programı için destek, yeni nesil F-35 savaş uçakları ve gelişmiş silahlara hızlı ve sorunsuz erişim talebi ve ABD’den resmiyete dökülmüş bir “savunma anlaşması” imzalanmasını istemesi, normalleşme sürecinin olumlu ya da olumsuz sonuçlanmamasına karşın önemli veriler vermektedir.
Dünya genelinde var olan ekonomik krizin boyutlandığı bir süreçte bu normalleşme süreçleri, emperyalizmin ve uşaklarının daha avantajlı konuma geçme çabasından ibarettir. Krizin boyutu bahsi geçen devletleri biraz nefes almaya ya da krizin derinleşmesini yavaşlatacak hamleler yapmaya zorlamaktadır. ABD ve İsrail’in, İsrail’i S. Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Ürdün’e bağlayacak nakliye ve demiryolu koridorunu gündeme getirmesiyle ABD Dışişleri Bakanı Blinken’ın “Orta Doğu’da onlarca yıldır süren çatışmalar var. Bu iki ülkeyi (İsrail-Filistin) bir araya getirmek bölgenin istikrara kavuşmasında güçlü bir etki yaratacak” demesi bundandır. Çünkü onlar için “istikrar”, kendi emperyalist çıkarlarının sürekliliği demektir. Fakat bu süreklilik yine kendi sistemlerinin tıkanmasıyla krizler üretmeye gebedir. 2008’den bu yana devam eden ekonomik kriz, örneğin İsrail ve BAE gibi iki düşman(!) devletin ortak bir karar doğrultusunda çeşitli ekonomik adımlar atmasını doğurmaktadır. Bu adımlar için her fırsatta vurgulanan “muazzam potansiyel” de bu devletlerin krizden daha az etkilenmesini sağlama hayalini yayma potansiyelidir. Yine bu normalleşme sürecinin akabinde, direnişin saldırıya evrilmesiyle birlikte tüm “normalleştirme” adımları unutularak Gazze savaş gemilerinin ablukasına alındı; çünkü ABD Akdeniz’deki enerji hatlarını denetime almayı öteden beri hesaplamaktaydı. Yani “normal” olana karşı savaşın şiddetlenmesiyle birlikte “alternatif” planlar gene esas amaç için yeniden kurulmakta ve hemen uygulanmaktadır.
Ancak Filistin’de direniş gruplarının başlattığı “Aksa Tufanı” ile birlikte “mükemmel potansiyelli” süreç sekteye uğramış ve önceki sürecin getirdiği avantajlar tıkanmıştır. Direnişin başlamasının ardından İsrail’in normalleşme sürecine girdiği S. Arabistan ilk görüşmeyi İran’la yaparak normalleşme sürecini dondurduğunu kendilerini ziyarete gelen ABD Dışişleri Bakanı’na iletmiştir. Normalleşme süreci görüşmelerinde “Filistin sorunu” merkeze oturmuştur. Savaşın başladığı yerde normalleşme adımlarının sürmeyeceği açıktır. Zira dengeler bozulmuş ve yeni bir denge arayışı başlamıştır. Suudi Arabistan’ın, yeni denge arayışında İsrail ile var olan statükoyu korumaya mahkûm kaldığı, bunu geriletecek ya da ilerletecek bir hamle yapamayacağı açıktır. Keza yine bölge ülkeleri de savaşa ilişkin tek tek tavır alarak sürecin “anormalleşmesine” uyum sağlamak zorunda kalmıştır. Bu da işgale rağmen bölgede ekonomik hesaplar yapan ve bunun için her yolu deneyen emperyalistler için yeni bir sorun yaratmaktadır.
Kesin bir dille söylemek gerekir ki savaşın uzaması ABD ve Batı emperyalistlerinin aleyhine olacaktır. Normalleşme süreçleri, iki devletli çözüm önerileri vb. adımlarla tıkanıklığı aşacak yeni kanallar arayışında olanlar, savaşın uzatılmaması eğilimindedir. Ancak İsrail’in politik çıkarlarına da zarar gelmesin istemektedirler. Bu durumun emperyalistler açısından yönetilmesi zor olduğu açıktır. Bu eksende özellikle İran’ın bu savaş içinde frenlenmesini esas hale getiren adımlar atmaktadırlar. Sürecin uzamasının ekonomik etkileri çok daha fazla olacaktır. Çin ve Rusya’nın Orta Doğu’da artan etkisini azaltmak için Hindistan-Hayfa-Avrupa ticaret yolu gibi adımlar en iyimser yaklaşımla gecikmeyle yüz yüze kalacaktır. ABD ve AB’li emperyalistlerin bir bütün Orta Doğu ve Arap ülkeleri üzerinde kurduğu planlar, bu türden şiddetli bir süreçle sekteye uğramakta ve krizlerini daha da derinleştirmektedir. Muhtemeldir ki buna karşı farklı normalleşme süreçleri, farklı görüşmeler, farklı kamplaşmalar da doğacaktır. Zira yaşanan kriz bir normalleşme süreci ya da iki farklı ülkenin ilişki kurmasıyla aşılacak kadar küçük veya basit değildir.
Bilmeliyiz ki uzun vadede tarih ne emperyalist kampları ne de tek derdi kendi yarattıkları ekonomik krizden çıkmak için çırpınarak dünya halklarına kan kusturanları yazacaktır. Tarih, işgale karşı topraklarında direnenleri, emperyalist mali sermayenin egemenliği altında ezilen ulusların ve halkların haklı kurtuluş mücadelelerini yazacaktır.