[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]
7 Ekim’de Filistin Direniş Mücadelesi “Aksa Tufanı”yla bölgede kurulu dengeleri yerinden oynatmayı başardı. Bu operasyon sonrası Siyonist İsrail ABD, Alman, İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin politik-askeri desteğini arkalayarak Gazze’yi yerle bir etmeyi hedefleyen bir vahşet saldırısına girişti. 7 Ekim’den bugüne 13 bin Filistinli katledildi. Gazze susuz, elektriksiz, ekmeksiz ve her türlü sağlık hizmetinden yoksun, kuşatma altına alındı. Dünyayı çepeçevre saran çeşitli emperyalist güçler ve uşaklarının topyekûn aldığı pratik pozisyon ise Siyonist İsrail’in katliamını onaylamak biçimindedir.
İsrail’e açık destek veren ülkeler yanında Türkiye gibi üst perdeden İsrail’i hedef alan bir dizi ülkenin konumu özünde aynıdır. Birinciler, İsrail’in kendini savunma hakkına atıf yaparak katliamı desteklerken ikinciler ise sadece ve sadece “oturdular, konuştular, dağıldılar” konumundadır. Dünya egemenliğini elinde bulunduran her türden gericilik Siyonizm ile haklı Filistin direnişi arasındaki mücadelede bölgedeki konumunu güçlendirmeye dayalı bir politik çizgi izlemekte ve pozisyon almaktadır. Batı emperyalizmi yeni durum üzerinden bölgedeki dengeleri dizayn etmek isterken Rus-Çin emperyalistleri çatlaklardan faydalanmaya dayalı bir konum içindedir. Filistin’in yanındaymış gibi görünen, emperyalizme uşaklıkta yeminli İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Birliği ülkeleri ise bağımlı oldukları emperyalist güçlerin konumlanışından ayrılamamaktadır. Tek yaptıkları şey ise Gazze için insani yardım, geçici ateşkes çağrıları yapmak hatta emperyalistlere bunun için “yalvarmak”, ekonomik ve politik çıkarlarının zedelenmesini engellemek. Bu eksende Ürdün Kralı Abdullah ve Mısır Başkanı Sisi Filistin’in kendi topraklarına taşınmasını içeren master plana “savaş gerekçesi” söylemi ile bariyer kurarak “büyük bir kazanım” sağlamıştır. Katar, 5 günlük ateşkesle birlikte “yumuşak güç” ve aracılıkla direnişçilerin elindeki rehinelerin bırakılmasını sağlama hesabına girmiştir. Suudi Arabistan, BAE, Bahreyn ise büyük ticari anlaşmaların güvencesi olarak görülen İsrail ile Abraham Anlaşması’nın aksamamasına odaklanmış görünmektedir.
Türkiye ise İsrail karşıtı söylemlerle hem kamuoyunu sakinleştirmekte hem de çatışmada bir rol alma mücadelesi vermektedir. Bunun görüntüde yarattığı acizlik gerçekleşmesi zor bir işe soyunduklarını ispatlıyor. İsrail’e zehir zemberek açıklamalarla tehditler kusulurken verilen 24 saatlik sürenin üzerinden haftalar geçmesine rağmen masada olduğu söylenen askeri ve politik seçeneklerin bir an dahi masada olduğu hissettirilememiştir. Elbette bunu İsrail’e hissettirmekten söz etmiyoruz, bunu hissetmeyen “ülke kamuoyu”dur, iktidarın kendi kitlesidir! Ne yumuşak güç ve aracı olma çabası ne sert açıklamalarla etki yaratması söz konusu olmuştur. Sadece ve sadece içerde “büyük devlet”, “Batı’ya kafa tutan lider” gibi kof bir şovenizmi köpürten içi boş ürün kutularıyla yetinilmektedir. Ortaya çıkan yeni durumda, emperyalistlerden rol alma ve bölgede güçlü aktör olma çabası çelişkileri büyütmekte, gına getirmiş olan NATO gücü vasfı hatırlatmaları emperyalistler cephesinde “güvenilmez uşak” muamelesine neden olmakta, bölgesel politikalarda “beceriksiz” damgası yemektedir. Filistin direnişinin hamlesi ve İsrail’in acımasız saldırganlığı TC’nin bölgesel ölçekte caydırıcı nitelikte olmayan konumunu ve emperyalistler açısından ise bölge aktörü olarak zayıflayan niteliğini belirginleştirmiştir. Bölge dengeleri yeniden kurulduğunda bunun TC için bir krize işaret ettiği öngörülebilir. Politik irtifa kaybı söylemle pratik arasındaki derin çelişki ve zayıflık görüntüsü ile güçlenmektedir.
Tayyip Erdoğan “Bizim çabamız insan hayatını korumak, barışı sağlamak, savaşları sonlandırmak ve masumların gözyaşlarını silmek içindir” diye kürsülerde ve ülkeler arası görüşmelerde haykırmaktadır. Ancak İsrail’e “bebek katili, terörist devlet, yalancı” diye bağıran Tayyip Erdoğan, yüzlerce yük gemisinin ve kargo uçaklarının İsrail limanlarına ve havaalanlarına doğru ticaret yapmasına destek vermekte, İsrail’in petrol ihtiyaçlarının yüzde 40’ını karşılayan Azeri petrolünün Bakü-Ceyhan hattından İsrail’e ulaşmasının güvencesi olmaktadır. Halkı kahve ve kola içmemek için boykotla galeyana getirirken “büyük devlet”, “dünya lideri” İsrail’in tüm ihtiyaçları için ticari kanalların aralıksız çalışmasını sağlamaktan geri durmuyor.
FAŞİZME BOL KIYAFET VE YENİ ANAYASA!
Barış, insan hakları, savaş karşıtlığı, demokrasi ve masumların gözyaşı için atılan nutuklar Kürt meselesindeki işgal, inkâr, katliam siyasetiyle nitelikli riyakârlığa örnek oluyor. Ekonomik krizle boğuşan egemenler halka siyasal baskı uygulamakta, hak arayışlarını bastırmakta, söz ve ifade özgürlüğünü cendere altında tutmaya devam ediyor. Faşist niteliğin güçlenmesi arayışında olan iktidar zalimliğe mahkûmdur. 100 yıllık faşist diktatörlük aynı siyasal yönelime zorunluyken söylemlerinin bir riyakârlık olduğu kimse için sır değil.
1980 Askeri Faşist Cunta’nın, yazdığı Anayasa için “Anayasa dediğimiz elbise bize bol geldi içinde oynamaya başladık” gerekçesi bugün de bu Anayasa için geçerlidir. Faşist diktatörlük “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”ne tam uyumlu bir sistemin hem sancılarını hem de yer yer “suni” de olsa krizlerini yaşamaktadır. Var olan Anayasa’dan kurtulmak ve yeni bir anayasa yapmak hem egemen sınıf kliği hem de restorasyoncu klik için bir ihtiyaçtır. Her politik ve hukuki sorun bu ihtiyacın dile getirilmesine vesile olmaktadır. Son olarak 14 Mayıs seçimlerinde Hatay’dan TİP milletvekili olan Can Atalay’ın tutukluluğu için ihlal kararı veren Anayasa Mahkemesi’ne karşı Yargıtay 3. Ceza Dairesi AYM (Anayasa Mahkemesi) kararına uyulmaması kararı verdi. Bununla da yetinmedi AYM üyeleri hakkında suç duyurusunda bulundu. Bu kararla Yargıtay, AYM’nin Anayasa adına denetleme ve karar verme yetkisini tanımamış oldu. Tayyip Erdoğan’ın üçte ikisini atadığı AYM ile Tayyip Erdoğan’ın siyasi tercihine uygun karar veren Yargıtay arasındaki “krizin” suni olmadığına inanmamız için hiçbir gerekçe yoktur. Ancak suni nitelikte olsa da bu krizin politik karşılığı gerçektir. Tayyip Erdoğan, Devlet Bahçeli, Numan Kurtulmuş yeni anayasa çağrılarını hızla gündeme taşımışlardır. Devlet Bahçeli çıtayı yükseltmiş AYM üyelerine Kandil’e gitme önerisi yapmıştır. Tayyip Erdoğan ise cumhurbaşkanlığı seçimleri için aranan yüzde 50+1 düzenlemesinden kurtulmak gerektiğini dile getirmiştir. CHP, İYİP ve parlamentarist reformist partiler ise Yargıtay’ın kararını anayasal rejime bir “darbe” olarak tanımlamışlardır. Böylelikle 2011 ve 2017’de gerçekleşen anayasa değişikliği sürecinde olduğu gibi “yeni anayasacılar” ve “eski anayasacılardan” bir tahterevalli kurulmuştur. Anayasa tartışması ekseninde devam edecek mücadele için ilk hamleler yapılmıştır.
2011 ve 2017’de halk kitleleri, faşist diktatörlüğün özünü karartmaya denk gelen böylesi bir saflaştırmanın parçası olmuşlardı. Bunun politik sonuçları tarihsel hafızamızda tazedir. Tüm ilerici, demokratik, devrimci güçler bu tartışmada, yapılan referandumda anayasalcı reformist çizginin de gerisine sürüklenmiş, Tayyip Erdoğan’ın kaybetmesine odaklanan, bunun için 1980 Askeri Faşist Cunta’nın Anayasa’sını sahiplenen bir pozisyonda demirlemişti. Her Anayasa tartışmasında demokrasi, insan hakları, temel hak ve özgürlükler söylemi havada uçarken faşizm saldırılarının dozunu artırmıştır. Anayasal vaatlerle örülen tartışmalar kitlelerin çıkarlarını inkâr edecek şekilde bir saflaşma sağlamıştır. Bu tartışmaların ve referandumların ortasında faşizm gerçek anlamını en açık hak gaspları, saldırılar, yasaklamalar, polis jopu, zindanlar ve mahkeme sopasıyla kavratma yoluna gitmiştir. Adeta referandumlarla faşizmin meşruluğu pekiştirilmiştir. Halk bir kez daha bu anayasal gevelemelerin ve faşizmin dizginsiz hareket etme kabiliyeti kazanmasına hizmet eden girdaba çekilmektedir. 2011 ve 2017’den hiçbir ders çıkarmadığına inandığımız anayasalcı, reformist, tasfiyeci çizgideki güçlerin bu sürecin bir parçası, uzantısı haline gelmek için sırada bekledikleri açıktır.
Proleter devrimci çizginin tüm bu tartışmaya tavrı bugünden açık ve net olmalıdır. Faşizm yıkılmadığı sürece, anayasa eksenindeki vaatleri, kurucu bir meclis girişimi dahi büyük bir yalan, faşizmin daha fazla saldırganlaşması için bir rıza üretimi, büyük bir değişim yanılsaması olacaktır. Anayasa tartışması egemen sınıfların gereksinimine uygun kıyafetin bulunma çabasıdır. Halk kitleleri için bu bir iyileşmeyi değil, sistemin daha donanımlı bir şekilde halkın geleceğini karartmasını getirecektir.