Dünyanın farklı ülkelerinde sokaklar, günlerce süren halk hareketlerine, görkemli direnişlere sahne oluyor. Ülkeler farklı olsa da talepler, büyük ölçüde benzer. Söz konusu hareketlerde talepleri ortaklaştıran şeyin, emperyalizmin neoliberal yıkım politikaları olduğunun altını çizmek gerekir. Shakespeare’den ödünç alıp değiştirerek söylemek gerekirse: “Emperyalist sistemde çürümüş bir şeyler var!” Sokakları yangın yerine çeviren, farklı coğrafyalardaki talepleri ortaklaştıran da bu çürümüşlük yani emperyalizmin yapısal krizinin girilen süreçteki derinliğidir. İlgili hareketlerde emperyalist sistemin yapısal krizinin semptomlarıdır.
Emperyalist sistemin yapısal krizini aşamadığı artık bir sır değil. Emperyalist sistemin adına “neoliberal” süreç dediği birikim sürecinin açmazlarına ne çözüm üretilebiliyor ne de yeni bir birikim süreci yaratılabiliyor. Bu tıkanmışlık sınıf savaşımlarını da görünür kılıyor. Yönetme krizlerine, hakim sınıflar arasındaki çelişkilerin keskinleşmesi, halihazırda sisteme yönelen kitlelerin öfkesi örnek gösterilebilir. Neoliberalizmin yarattığı yıkım sistemin merkez üssü denebilecek ülkelerde güçlü eylemlerle teşhir edilirken; Yunanistan, İspanya gibi yarı-sömürge kapitalist, Brezilya, Şili, Bolivya, Irak gibi yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde katlanılamaz bir noktaya taşıdığı sefalet ve çürümüşlükle gözler önüne seriliyor.
Emperyalist sistemin üssü denebilecek ülkelerde neoliberal politikaların yarattığı yıkım; sistemin müdahale yeteneği, ilgili ülkelerin dayanıklılık/kurumsallaşma deneyimi, burjuva demokrasisinin tepkileri kontrol edebilme becerisi ve tabii ki sübjektif güçlerin zayıflığı gibi nedenler dolayısıyla sistemin sınırlarını zorlayan hareketler doğurmaktan hâlâ uzaktır. Neoliberal yıkımın ürünü olarak kontrollü gelişen faşist hareketler ya da kitlelerin öfkesini yerleşik düzenin sınırları içine hapseden sol popülist hareketler de kitlelerdeki tepkinin, öfkenin yıkıcı bir güce dönüşmeden, “rıza üreten” bir işleve bürünmesini amaçlamaktadır. Elbette emperyalist kapitalist sistemin her müdahalesi olumlu sonuç vermiyor. Emperyalist sistemin temel direklerinden olan Fransa’da “Sarı Yelekliler”in direnişine bakılabilir.
Kapitalist sistem her yere/her şeye sızmak, her yerde yuvalanmak ister. Bu onun içsel özelliğidir. Bu eğilim sayesinden dün küreselleşme adı altında dünyanın bir “köy” haline geldiği propagandası yapılıyordu; bugün ise aynı eğilimin sonucu olan neoliberal yıkımın sokakları savaş alanlarına çevirmesi gerçekliğine “yerel” nedenlere dayanan yorumlar yapılıyor.
Bugün, dünyanın farklı ülkelerinde vuku bulan bu direnişler emperyalist kapitalist sistemin sızdığı, yuvalandığı her bir yere yoksulluğu, sefaleti ve geleceksizliği taşımasının kaçınılmaz sonucudur.
Bütün bu halk hareketlerinin her birinin elbette özgünlükleri de var. Ne var ki her bir özgünlük, emperyalist kapitalizmin sonucu olan yıkımı, yoksulluğu, sefaleti ve gelecek kaygısını ilgili halkların deneyimlemesinin yalnızca farklı şiddetlerdeki, düzeylerdeki biçimleridir.
Farklı coğrafyalarda benzer içeriklerde gerçekleşen görkemli direnişlerden dersler çıkarmak bir zorunluluktur. Kuşkusuz, sömürücü düzene yönelen her bir direniş değerlidir. Diktatörlükler havzası Ortadoğu’da M. Bouzazizi’nin çaktığı kıvılcımdan bu yana görkemli direnişlere tanık olmaktayız. Ortadoğu halkları şimdilik el yordamıyla ama kararlı bir şekilde kurtuluşa giden yolda yani devrimlerine giden yolda yürümeye devam ediyor. Not düşmekte fayda var, Bouzazizi’yi işaret etmemiz halk hareketlerinin tarihselliği olmadığı şeklinde yorumlanmamalıdır.
Ortadoğu’nun halkların mozaiği olduğu sıklıkla dile getirilir. Bu tanım bölgenin kültürel zenginliği bakımından isabetlidir. Bununla birlikte Ortadoğu’nun zihinlerde çağrıştırdığı farklı kavramlar da vardır: Petrol, enerji kaynakları/geçiş yolları, diktatörlükler, kan, gözyaşı, savaş gibi! Bu çağrışımların sorumlusunun emperyalizm olduğu aşikardır.
Ortadoğu’nun kültürel zenginliğinin bugünkü tablonun oluşmasında önemli bir işleve sahip olduğu şüphesizdir. Emperyalist güçler bölgedeki egemenliklerinin istikrarı için bölgenin özgünlüklerini/kültürel zenginliğini çatışma unsuruna dönüştürüp “sürdürülebilir istikrarsızlık”a sahip devletler inşa etmişlerdir. Ortadoğu’nun kültürel zenginliği, halklar mozaiği olan yapısı bölgenin Aşil topuğu olmuştur adeta.
Halihazırda kitle hareketleriyle sarsılan Irak ve Lübnan buna örnek gösterilebilir. Her iki ülkede de devlet aygıtı, gücün etnik ve dinsel kimliklere göre dağıtılması üzerine örgütlenmişlerdir. Bu tercihi belirleyen ise emperyalizmin çıkarlarıdır.
Irak özgülünde neoliberal dönüşüm politikalarının başarısı, uygulanabilirliği bölgenin kültürel zenginliklerinin birer fay hattına dönüştürülüp sınıf mücadelesinin gizlenmesi/silikleştirilmesiyle sağlanabilmiştir.
Irak ve Lübnan’daki halk hareketlerini farklı ülkelerdeki direnişlerle buluşturan, benzeştiren özelliğin tüm bu hareketlerin neoliberal yıkım politikalarına karşı çıkmalarıdır. Bununla birlikte her iki ülkedeki görkemli direnişleri diğerlerinden ayıran ise sınıf mücadelesinin gelişimine ket vuran, adeta onu gizleyerek bir örtü işlevi gören kimlik siyasetini de hedefe koymalarıdır. Lübnan’nın en önemli figürlerinden biri olan Nasrallah ve lideri olduğu Hizbullah’ın da hedefe konulması, sistemin uzantısı olarak görülmeleri kimlik siyasetinin tıkanmışlığını ifade eder. Var olan idari örgütlenmeye ve ondan beslenen hakim sınıflara yönelen bu karşı çıkış özünde bölgesel gerici güçlere, emperyalistlere dönüktür.
Irak ve Lübnan’daki halk hareketleri bir bütün olarak sisteme ve dolayısıyla onunla ilişkili olan güçlere yönelip yönetim organlarının kendilerinden olmadığını ilan etmişlerdir. Bu şekilde kimlik siyasetine sırtlarını dönmüşlerdir. Sokaklardaki öfkeyi besleyen de geniş halk yığınlarının “kendi heves ve arzuları”nın hakim sınıfların “heves ve arzuları”yla bir ve aynı olmadığını, çeliştiğini fark etmeleridir.
Halk kitlelere Lübnan’da ya da Irak’ta “çürümüş bir şeyler” olduğunu haykırmak için sokakları yangın yerine çevirdiklerinde esasta emperyalist sistemin çürümüşlüğünü gözler önüne sermişlerdir. İlgili direnişlerin açığa çıkardığı gerçeklerin başında, neoliberal politikaların geniş halk yığınların için yıkımla eş anlamlı olduğu, dahası bu politikaların son sınıra dayandığı, hatta iflas ettiği yani emperyalist sistemin çürümüşlüğü gelmektedir. Kitlelerin öfkesi eskinin ölmekte olduğunun işaretidir. Eskinin ölümünü kesinleştirecek şey ise yeninin doğumudur. Yeninin doğumu zorlu ama zorunludur!
HALK HAREKETLERİNİN ZAAFİYETİ: KENDİLİĞİNDENLİK
Farklı ülkelerdeki hareketlerin ortak noktalarından biri ilgili hareketlerin kendinden karakterleridir. Halihazırda vuku bulan direnişler göstermiştir ki önümüzdeki süreçte kendiliğinden hareketler yoğunlaşacaktır. Emperyalist sistemin eseri olan yıkım ve sefalet bu hareketlerin farklı yerlerde farklı zamanlarda açığa çıkmasının koşullarını olgunlaştırıyor.
Kendiliğinden hareketlerin kısıtlı ufku yıkıcı potansiyellerine rağmen, sürekli ve güçlü hareketler yaratamamaları bu değişim isteğinin sınırlarını bir kez daha göstermiştir. Bununla birlikte ilgili hareketlerin eski ilişkilerin sürdürülmesine rıza göstermediği kesindir. Bu yönelim ve eylemler iktidarla olan bağları koparmanın yani eskisi gibi yönetilmek istememenin dışavurumudur. Eskiye, çürümüş olana rıza göstermemekle birlikte ilgili hareketlerin yeni olana dair bir fikirlerinin olmaması hareketlerin ufkunu kısıtlıyor onları “değişim”in dar ufkuna hapsediyor.
Kendiliğinden hareketlerin zayıf ve güçlü yanlarını kavramak önemlidir. Hangi sınıfların, hangi taleplerle harekete dahil oldukları, harekete yön veren sınıfın hangisi olduğu gibi temel sorunlar dikkatle incelenmelidir. Kendiliğinden hareketlerin çok kısa sürede yayılıp büyümesine, kitleselleşmesine övgüler yağdırarak bu hareketlere vakıf olamayız. Çok farklı coğrafyalarda vuku bulan ilgili hareketlerin yıkıcı potansiyellerine rağmen neden benzer sonu yaşadıkları sorusu cevaplanmaya muhtaçtır. Kendiliğinden hareketlerin büyüklüğüne, yoğunluğuna odaklananlar için sorunun cevabı çoğunlukla yerleşik düzenlerin bu hareketlere acımasızca yönelimi olacaktır. Böylece ilgili hareketlerin zafiyetleri gözardı edilecektir.
Kendiliğinden hareketlerin dar ufku emperyalist sistemin yapısal krizini aşacak yani onun çöküşünü mümkün kılacak iradeye sahip değildir; ama onun yarattığı yıkımı, sefaleti ve çürümüşlüğünü teşhir edecek niteliğe sahiptir.
Öfke bir bütün olarak sisteme yöneldiği durumlarda dahi kendiliğinden hareketlerin yeteneği sınırlıdır. Halihazırda yaşanan halk hareketleri örnek gösterilebilir. Kitleler eskisi gibi yönetilmek istemiyorlar; fakat halk hareketleri de nasıl yönetilmek istediğini daha doğrusu nasıl yöneteceğini somutlaştıracak örgütlenmeler yaratamıyorlar. Neyi, nasıl yöneteceğini bilmek bir yana; neyi, nasıl yıkacağını da kavramamışlardır. Bu bağlamda bir perspektifleri yoktur. Amaç birliğinin ifadesi olan bir programları yoktur. Dağınıklık, örgütsüzlük, amaç birliğinden yoksunluk iktidarlaşma iradesini, iddiasını reddeder. Kendiliğinden hareketlerin “değişim”le yetinmeleri iktidarlaşma iradesi sergileyememeleri bu hareketlerin zafiyetlerini ifade eder. İnsiyaki (içgüdüsel) olarak yıkmaya yönelmiş olsalar da değişimin sınırlarını aşamamaları hareketlerin amaçlarını muğlaklığıyla olduğu kadar yeniye dair örgütlenme modelleri yaratacak yetenekten uzak olmalarıyla da alakalıdır.
Kendiliğinden hareketlerin zafiyetlerine dair vurgularımız, ilgili hareketleri değersizleştirdiğimiz şeklinde yorumlanmamalıdır. Bilakis kendiliğinden hareketlerin sınırlarını, yeteneklerini kavrayarak harekete hak ettiği değeri verirsek bu hareketleri iktidar mücadelesiyle ilişkilendirebiliriz.
Kendiliğinden hareketlerin zafiyetleri kitlelerin örgütlü gücünü harekete geçiren geçmiş devrimlerin deneyimlerinin incelenmesi, öğrenilmesi ve kavranması ile aşılabilir. Ekim Devrimi’ni, Çin Devrimi’ni, BPKD’yi ve diğer devrimleri başarılı kılan dönemin hareketlerinin halk kitlelerini ülkenin özgünlüğüne göre harekete geçirmeleri, onların savaşma ve yönetme yeteneğini açığa çıkarmaları, örgütlemeleridir.
Lenin’in ayaklanma çağrısı; Mao’nun Halk Savaşı stratejisi; BPKD’nin “burjuva karargahlar”a yönelen iradesi halk kitlelerinin yıkıcı öfkesini maddi güce dönüştürmüştür. Devrimleri mümkün kılan da hem savaş iradesinin maddi güce dönüştürülmesi hem de yönetebilecek örgüt modellerinin hayata geçirilmeleridir. Sovyetler, Kızıl Siyasi İktidar örnekleri hatırlanabilir.
Kısacası, “devrim bir iktidar sorunudur” kendiliğinden hareketler de iktidar için gerçekleştirilebilir stratejilerden yoksundurlar. Kendiliğinden hareketleri el yordamıyla ilerlemekten kurtaracak olan; devrimci hareketlerin müdahale yetenekleri yani onunla ilişkilenme, onu örgütleme ve yönetme yeteneğidir. İlgili hareketlerin eskiye, çürümüş, dağılmaya başlamış olana yönelimleri, bu hareketlerle buluşmanın, onlara nüfuz etmenin imkanlarını içermektedir.
Sophokles “zorunluluğun karşısında durmak anlamsız” diyordu. Emperyalizm yapısal krizini aşmak için çaresizce çırpınmaktadır; fakat emperyalizmin bu çırpınışı, karşısında durduğu “zorunluluk”u yani onun çöküşünü mümkün kılmak için her ülkenin devrimcilerine ama mutlaka komünistlerine tarihsel rollerini oynamalarını, enternasyonal görevlerini yerine getirmelerini hatırlatıyor.
Lenin, “tarihte hiçbir sınıf, hareketi örgütleme ve yönetme yeteneğine sahip siyasal önderlerini, ileri temsilcilerini yaratmadan egemen olamamıştır” diyerek komünistlere tarih rollerini hatırlatmaktadır. Halk kitlelerinin öfkesini örgütleyip proletaryanın ideolojisini kitlelerin bilincinde maddi güce dönüştürmek önümüzdeki görev olarak durmaktadır. Başkan Mao’nun isabetli sözleriyle bitirecek olursak: “Gökkubbenin altında kaos var, öyleyse durum iyidir.”
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 12 Aralık 2019 tarihli 50. sayısından alınmıştır.