Çok değil bir kaç on yıl önce Türkiye ekonomisi denildiğinde akıllara tarımsal üretim gelirdi. Hatta bu durum egemenler nezdinde olumlu anlamda “kendi kendine yetebilen” tanımlamalar yapmaya ve buna benzer algılarla kitlelere ülkenin tarımsal üretimde dünya sıralamasında ilklerde olduğu yalanı söylenmiştir. Kuşkusuz tarımsal üretimde Türkiye ile ilgili söylenenler abartıdan ibaret, fakat tarımsal üretimde ülkenin belli bir hacim yakaladığı gerçektir. Geçmişte yakalanan bu hacimle Türkiye vb. yarı-sömürge ülkeler kendi dayanaklarını kısmi de olsa oluşturabiliyordu. Bu nedenle dayatılan neo-liberal politikaların hayata geçirilmesi ve pratikte işlevli olmasının bir ayağı da tarımın tasfiyesi/parçalanmasıdır. Ayrıca “bu demek değildir ki emperyalist iktidarlar kendilerinin ki gibi kapitalist ekonomilerin gelişmesini her yerde destekleyecektir. Bunun anlamı tabi ekonomilerin belirli toplumsal dönüşümler aracılığıyla kapitalist piyasanın emirleri karşısında savunmasız hale getirilmesi gerektiğidir. Bu dönüşümler arasında köylülerin piyasaya bağlı çiftçilere dönüşmesi de yer alır.” (Kapitalizme Reddiye, Alfredo Saad-Filho, S.166, Yordam Kitap) Bunun anlamı emperyalist-kapitalist sistem tarafından özellikle Türkiye gibi yarı-sömürge ülkelere dayatılan neo-liberal politikalar ile birlikte, sermayenin sömürüsünü genişletmesi ve kâr marjlarını artırma güdüsüdür.
Bu doğrultuda yarı-sömürgelere; merkezi sisteme tam riayet ve entegre olma, gümrük duvarlarının kaldırılması ve vergilendirmelerin düşürülmesi, gerçekçi kâr sistemine geçilmesi gibi; “Ekonomiyi yabancı sermayeye açan yurtiçi üretimi ihracat piyasasına göre yeniden yönlendiren devlet iktisadi teşekküllerini özelleştiren, sosyal harcamaları ve işçi haklarını gerileten, servet ve sermaye kazançları üzerinden alınan vergileri kaldıran, emek hareketini sistemli bir biçimde bastırmaya” (Neoliberalizm: Muhalif Bir Seçki, Alfredo Saad-Filho, S. 133, Yordam Kitap) çabalayan uygulamalara imza atılır. Bununla birlikte bu ülkelerin tarımsal üretiminin tasfiyesinin planlaması amacıyla, ilgili devletlerden tarım sübvansiyonlarının kesilmesi ve tarımda ithalata dayalı politikalar yürütülmesi dayatılmıştır.
Türkiye nezdinde neo-liberal politikaların tam olarak hayata geçirilmesi ve mevcut tarımsal üretiminin geriletilmesi ise AKP dönemi ile at başı ilerlemiştir. Bir kaç istatistiki rakam tarımdaki gerilemenin gelmiş olduğu boyutu göstermektedir.
Örneğin AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında toplam çalışan nüfus 21 milyon 354 bin kişi iken, tarım sektöründe çalışanların sayısı 7 milyon 4538 kişi olarak kayıtlara yansımaktadır. 2002’de 2017 yılı sonu itibariyle nüfus 17 milyon artışla 80.8 milyon iken; toplam çalışan sayısı 28 milyon 189 bin kişi, tarımda çalışan kişi sayısı ise 5 milyon 464 bin kişi ve bu tarımın toplam istihdamdaki payı ise %19.3 olarak gözükmektedir. 2002 yılında ise tarımın istihdamdaki payı %35’dir.
Tarımsal üretimde Türkiye denildiğinde akla ilk gelen ürün olan buğdayda ise üretim rekoltesinin yıldan yıla azalarak ithalata bağımlı hale gelinmiştir. Ziraat Odası’nın 2018 yılı buğday raporunu göre Türkiye’de 2000 yılı itibariyle 9.2 milyon hektar alanda buğday ekimi yapılırken, 2017 yılında bu rakam 1.5 milyon hektar azalarak 7.7 milyon hektara inmiştir. Çiftçi-Sen’e göre ise buğday alanı 10 yılda 9.3 milyon hektardan 7.5 milyon hektara gerilemiştir. Bölgeler bazında Akdeniz Bölgesi’nde %10, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde %15 ve Ege Bölgesi’nde %10 daha azalacağı ön görülmektedir. Bunun yanında son 10 yılda 27 milyon dekar tarım arazisini çiftçi ekmekten vazgeçmiştir. Buğday üretiminde 2002’den bu yana buğdayın dövize bağlı girdilerinden mazotta %404, ürede %510, besi yeminde %539’luk artış yaşanmıştır. Yine son 15 yılda çiftçi kayıt sisteminde kayıtlı çiftçi sayısı 2.8 milyondan 2.1 milyona gerilemiştir. 633 bin çiftçinin çiftçiliği terk ettiğini raporlarda görülmektedir.
Türkiye’nin tarımsal üretime uygun ekilebilen arazi ve coğrafi koşullara sahip olmasına rağmen bugün geniş bir toprak yüzeyinde üretim yapılamamaktadır. Yukarıdaki rakamlarda gösteriyor ki ekilemeyen toprak alanı zaman geçtikçe artmaktadır. Zira üreticiler özellikle mazot, tohum vb. girdilerinin dövize bağlı olmasından dolayı çoğu zaman maliyetlerinin bile karşılığını alamamaktadır. Günümüzde kendi hesabına çalışanların, bankalara olan kredi borcunun en fazla tarım sektöründe olması şaşırtıcı olmasa gerek. Üretimde daima borçlanma girdabında olan, pazarda tüccarın kıskacında olan üretici direnebilme koşullarını yitirdiği anda üretimden çekilmektedir. Tarımsal üretimden vazgeçen ve şehirlere yığılan bu nüfus sanayinin emebileceği potansiyelinin olmamasından kaynaklı enformel ya da hizmet sektöründe çalışmaktadırlar.
Emperyalist kapitalist sistemin neo-liberal politikalarının yarı-sömürge ülkelerde ağırlığının hissedilmesiyle birlikte, bu bağımlı ülkelerde mevcut tarımsal üretimin gerilemesi ve şehirlerde yığılı halde biriken işsizler ordusunun büyüdüğü görülmektedir. Bugün Türkiye’de saman ithalatı gerçekliği ile karşı karşıya olmamız, tarım sektöründeki tahribat ve yıkıcılığı gözler önüne sermektedir.
Özetle egemenler cephesinden yürütülen bu politikalar devam ettikçe tarım sektöründe yaşanan çelişkiler ivme kaybetmeden devam edecektir. Bu durumda komünistler ise geleceğin teorisini değil, anın görevlerini ve ihtiyaçlarını bedeli ne olursa olsun sahiplenmelidir. Çelişkileri ele almak ve doğru yöne kanalize etmek bizlerin görevi olduğunu unutmamalıyız. Aynı zamanda teorinin griliğine değil yaşamın altın ağacının rengine odaklanılmalıdır.
*Bu makale Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 21. sayısından alınmıştır.