‘Nehrin Bir Devinimi’: Çiçek Ana…*

Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Çiçek Ana’nın anısına, TKP/ML TİKKO dava tutsağı oğlu Eyüphan Başar’ın hapishanede kaleme aldığı ‘Nehrin Bir Devinimi’ öykü dizisinin bir parçası olan ‘Çiçek Ana’ öyküsünün ilk bölümünü yayınlıyoruz.

Eyüphan Başar

Alacakaranlıkta gelmiş, ekin biçmeye başlamıştı Kişağ’ın oradaki tarlada. Şimdi gün aydınlanmış, ortalık sarı sıcağa kesmişti. Güneş, kavurucu mu, kavurucu… Bunalmış, yorulmuş; terden sırılsıklamdı. Ağır adımlarla yürüyerek, çalının gölgesine bıraktığı beşiğinin yanına geldi.

Su testisini alıp, dikti kafasına. Tarlanın ortasında, destelerin arasında, iki büklüm çalışan ablasına, su içmek isteyip-istemediğini sordu işaretle. Orak tıkırtısı eşliğinde bol suyla yüzünü yıkadı, saçlarını, ensesini ıslattı. Biraz soluklanmak için çalının serin gölgesinde, beşiğin yanına uzandı. Yorgunluğun eritişiyle içi geçti, daldı bir an. Dalar dalmaz tozun, toprağın gözlerine dolması, ekin saplarının yüzüne batarak yakmasıyla fırladı yerinden. Bir rüzgar, bir rüzgar… sanırsın kıyamet kopmuş. Ekin desteleri, dağılmış fırtınadan. Abla, ekin biçmeye devam ediyor fırtınaya aldırmadan. İki büklüm, saçları uçuşuyor rüzgarda, eşarbı boynuna kaymış.

Koca bir çakır dikeni vınlayarak yuvarlanıyor yanından. Arkaya dönüyor, dehşet dolu bakışlarla. Çakır dikeni; uğursuzluk!… Çalılar savruluyor, kopacak sanki köklerinden. Beşiğin yerine bakmasıyla yüreği dağlandı, acıyla, harlandı. Yuvasından fırlayan gözlerle, çığlık çığlığa bağırmaya başladı:

“Wuyyy… Wuyyy… Xange!.. Xange! Xweli lı seremin be xwange!… Ka tu here! Qey kurremin tuneye!.. Xwade!…”**

Yüreği patlamanın eşiğinde burkuluyordu. Burkulmanın yarattığı acı yüreğini dağlıyordu. Beşik kaybolmuştu. Rüzgar mı alıp gitmişti bebeğini? Neredeydi beşik, beşiğe ne olmuştu? Beşik… Beşiği… Oğlu… Oğlu?!

“Çiçek Ana… Çiçek Ana… Uyan, uyan… Çiçek Ana… ne oldu?” sesiyle ayağa fırladı. Korku, dehşet, şaşkınlık dolu gözlerle çevresine baktı. Faltaşı gibi açılmış gözlerinin dinginleşmesi zaman aldı. Bakışları donuk, boş… soğuk ter aktı bedeninden tepeden tırnağa ıslattı, her yanını buza kesti.

Gerçek-rüya arasında bir noktada gülümseyerek baktı çevresindekilere. Yüzüne acı ile kavrulmuş, zor bir gülümseme yayıldı. Taşmaya yol arayan göz pınarlarının boşalmasını engellemek için yutkundu derinden. Acıyı düğümledi boğazına, üstüne endişeyi, üstüne kaygıyı ekledi. Buza kesmiş tüm volkan yürekler, eylemleri sokaklara taşmanın kıvancıyla yüklüydü. Yorulmadan her gün eylem şenliğinde sokaklardaydılar. Analar, babalar, yoldaşlar, kardeşler, eşleri içerdeki kadınlar-erkekler,duyarlılıklarını, sahip çıkışlarını eylemlere katılarak sokaklara taşıran güzel insanlar… Gelen her ölüm haberi, çığlıklara meydan vermeyen direngenliğin, düşmana inat kararlılığın, cesaretin harlandırıcısı oluyor, burkuyordu diğer yandan yürekleri. Ölüm Orucu’ndaki müfrezeden her gün bir, iki, üç kişi, volkan patlayışlarıyla zulmün kalelerine gedik açıyordu.İradeleri çelikten, ölümü sigara külü hafifliğine çevirip, bir üflemeyle havaya savuran güçlü bombalardı. Yakınlarına, ağlamak, sızlanmak yakışmazdı. Granitten kaleler olarak, dimdik ayaktalardı. Dostlar arasında, yürek yangınlarını hafifletmeye akan yaşları saymamak gerekirdi. Dostlara, dost yüreklere her şeyi anlatmak çok kolaydı. Kudurganların kafalarını, kollarını kırmalarının, yerlerde sürüklemelerinin acısı dostların sarmalayışında eriyip yok oluyordu. Ölümü, korkuyu yenmek, alaya almak görevleriydi o anda. Onu yapıyorlardı… Radyodan yükselen ezgi Çiçek Ana’nın yüreğini daha bir alazladı, ateşe verdi iyiden iyiye;

Bin yıl yatarım sevdana

Onurumsun susmam oğul

Yüreğim kopmuş geliyor

Devrime kadar düşmem oğul

Elindeki elini okşayarak döndü yakındakine;

“Kızım, Pınar’ın nerede olduğunu biliyor musun?”

Pınar’ı görüp söylemeliydi hemen İstanbul’a gitmek istediğini. “Hemen gitmeli… hemen. Beşik ne oldu acaba? Eğer bulduysam bir şey olmaz oğluma… Ya bulamadıysam?! Ölür de cenazesini göremem… Hemen gitmeli…”

Diğer odalara bakmak üzere, yanındakinden destek alarak, ayağa kalktı. Feri gitmişti bacaklarının. Ayaklarının altından kayıyordu yer sanki. Adımlarını, yüreğini saran ateşin yakıcılığında, sendeleyerek atıyordu… Yakıcı bir telaşla, endişeli…

“Ahh… Kahrolası şehir, beton yığını… Köyde olsaydım şimdi. Bir koşu ırmağa inip, anlatsaydım gördüklerimi. Duru su alıp götürseydi kötülükleri, iyiye yorsaydım gördüklerimi. Bir göze olsaydı ya da yanı başımda, hemen dökseydim içimi… Kızım Çiçek, delirdin mi sen? Düşündüklerine bak… Hadi bir soluk bul Pınar’ı… Musluğu açıp anlatsam? Olur mu ki? Kim bilir ne pislik akıyordur Ankara’nın suyunda şimdi…”

Soluk soluğa daldı odaya. Güzel, Nadire, Ali Rıza kardeş uzanmış yatıyorlardı. Pınar ıslak bezle alınlarını siliyordu, nemlendirmek için. Selam verip geldi yanlarına. Buruk saygı dolu bakışlarla, soluk yüzlerini okşadı sevgi seliyle.

“Pınar kızım gelir misin? Biraz konuşalım seninle…”

“Anacım ne oldu? Benzin sararmış senin?”

Koridora çıkıp, kapıyı kapattılar.

“Pınar… çok kötü bir…”

Anlatsa olmazdı. Uğursuzluk getirirdi. “En iyisi anlatmamak” dedi içinden.

“Vallaha meraktan çatlatacaksın beni ana, rahat ol ana…”

“Hiç… Yarın görüş günü ya… İstanbul’a gideyim ben… Yarın orada olur, çocuğu görür, ertesi gün dönerim hemen… Olmaz mı?” derken doldu gözleri…

“Biraz soluklan istersen anacığım. Daha dün geldi ya oğlunun mektubu. İyi olduğunu yazıyordu ya. ‘Orada kal, eylemlere katılman bizim için daha iyi olur’diyordu, hatırlarsın”

“Orada da eylem var canım. Sabah konuşuyordunuz ya… Gider ona katılırım… Ama gidip bir göreyim. Bak kaç yavrumuz koptu yüreklerimizden? Kaç can parçamız… Gidip göreyim bir… Çok zaman oldu görmeyeli…”

Biraz soluklansın diye lafa tutuyordu anayı. Bir gün önceden konuşmuşlardı zaten göndermeyi. Ananın gitmesi iyi olacaktı, onun için. Daha rahat olacaktı, en azından, ölümler etkilemişti onu… Oğlundan da korkuyordu… Görmek istediğini biliyordu Pınar da.

“Anacım sen şöyle biraz oturup soluklan, ben Güzel Ana’nın başını nemlendirip geleyim. Selvi Ana da gelir birazdan zaten. Kalır o yanlarında, gelmese bile başka bir arkadaş kalır… Hazırlanır çıkarız hemen…”

Gece yarısına yakındı, otobüse bindiğinde. Yol boyunca yorgunluğuna rağmen uyuyamadı. Gözünü her kapatışında, beşiği düşünüyor, irkiliyordu, “Ya bulamadıysam” diye. Burukluğun yakıcılığı geçmiyordu hiç, daha derinleşiyor gibiydi gitgide… Yol, bitmek bilmiyordu.

Eve vardığında güneşin ilk ışıkları tepedeki ağaçların üstüne yeni vuruyordu. Alacakaranlıktı daha. Kapıyı küçük oğlu açtı. Uykusuz kalmanın sersemliği vardı üzerinde. O da kaygılanmakta annesinden aşağı değildi, ağabeyi için. Ağabeyden çok can dostuydu onun. Beklemiyor olmanın kısa şaşkınlığını yaşadıktan sonra sarıldı anasına:

“Anam hoş geldin…”

Bir çocuğunu sarmak kadar güzel ne olabilirdi ki? Hepsinin yeri ayrıydı elbette, zindandakini aklından çıkarmadan sımsıkı sarıldı küçüğe… Sağanak boşaldı gözlerinden yanarken içi…

Zindanın önüne erkenden geldi. Sabırsızlanıyordu oğlunu görmek için. Sıra, erken olmasına rağmen uzamıştı şimdiden. Hüzünlü yüzlerle, telaşlı koşturuyordu insanlar kapı önünde. Hepsinin yüreğinde şehitlerin yangısı; yoldaşların, çocukların, eşlerin, ana-baba, kardeşlerin bir an önce görme, hallerini sorma arzusu. Bugün sıra beklemek, Çiçek Ana’ya daha bir zor geliyordu. Beşiği bulup bulmadığı düşüncesinden kurtulamaması, boğazında acı düğümlere dönüşüyor, ağlamamak için kendini çok zorluyordu. “Aman ha anacan, düşmanımız karşısında boyun büküp ağlama sakın. Düşman karşısında ağlamak değil; direnmek, karşı koymak, savaşmak gerek” demişti oğul. Ağlamıyordu… Asker vardı kapıda, subay vardı, her yan polis kaynıyordu. Direnişçi bir oğul anasına, onun dediği gibi yapmak yakışırdı. Bunu yeni öğrenmişti. Devletin zalimliğini biliyordu, ama ilk defa bu kadar iğreniyordu yaptıklarından… Yaşlıları, çocukları bile joptan, dayaktan geçiriyorlardı… Boğazındaki düğümler arttıkça artıyor, hıçkırıklarını oğlunun yoldaşlarının yanına boşaltmaya bırakıyordu. Onların yanında ağlamak kötü değildi. Onlar dosttu ve hepsini çok seviyordu. İyi insanlardı… Düğümler giderek artıyor; yutkunuyordu acıyla durmadan…

“Nasılsın Çiçek Bacım?”

“Sağool… Sen de mi geldin İsmail kardeş?”

“Tahsin ağırlaşmış… Hemen atlayıp geldim, sen çıktıktan biraz sonra”

“Ben, bizimkine de bir şey olur da bir daha göremem diye çıkıp geldim. Altı canımız koptu yüreğimizden… Sizin çocuklar nasılmış? diye sordu dalgın buğulu gözlerle; acı-merak dolu…”

“Büyük yeğenimle gelin iyi, küçük yeğenimle kızım Buca’da iyiyiz diyorlar. Şimdilik Tahsin dışındakilerde kötü bir şey yok ama nasıl olacaklar… İşte… İnadı bırakmıyor, ama kazanan çocuklarımız olacak, kazanan biz olacağız… Kuşkum yok… Kardeşim ellerimde büyüdü sayılır. Çocuğum sayılır o da… Canımdır o benim… Devrimimizin yiğit emekçisidir, bacım…”

“Altı can” dedi, içinden bir şeyler koparak Çiçek Ana. “Altı güzel insan, yavrularımız, canlarımız… yürek parçamız… Gülnaz duydu mu acaba? Duyduysa… ne yapar?… Dayanır… dayanır bacım… Devrimci yiğit kadındır… dayanılır mı ki buna… kardeş acısına?!.. Burada ağlama sakın Çiçek, burada ağlama… içerde… dostların yanında…”

Soluk alışları durmuştu sanki, kalbinin hızlı çarpışlarının daraltıcı, iç burkucu hızına yetişemiyordu soluğu. “Dayanılır… Dayanır Gülnaz bacım da yiğit kadındır… ‘Devrim emekçisi’ der kardeşine, ‘devrim ölümsüz olmaz, kan istemesek de durmaz’der… ‘Azgın bunlar, faşist… faşist demek kan demek, bizden koparılan can demek’ der dayanır… İçine gömer acısını, kinlenir… dayanır…”

Birkaç gün önce oğlundan mektup aldığında dayanamayıp ağladığında Gülnaz yanına oturup;

“Üzülme Çiçek bacım, iyiyim diyorsa, bil ki iyidir. Doğruları söyler onlar hep… Ölmezler, öldürtmeyiz… Yaşatırız sonsuza kadar onları… Üzülme, çocuklarımız devrimcidir, bir ölürse bin doğarlar,ağlama sakın, bak… etrafına bak biraz… bak ne kadar çoğuz, hepsi yerini alacak onların… Olmaz mı? Biz doğururuz yeniden…İyidir o… ağlama artık…” deyip kendisini teskin ettiğini hatırladı. Kararlı, dik bakışları geldi gözü önüne “Dayanır… dayanırız… acımızı içimize saklar dayanırız… Oğlum, oğullarım, oğullarımız… kardeşi, kardeşim… kardeşlerimiz… yiğit insanlar… dayanırlar, dayanırız…”

Bir yandan bunları düşünürken bir yandan da şaşıyordu son iki ayda olup bitene. Eskiden anlatılanların uzak gelişine, onları dinlememek istemesine, şimdi ise yanı başında, içinde duymasına şaşırdı. Tam anlamını bilmediği, çocuklarından, yeğenlerinden duyduğu bir sürü sözcük şimdi anlam kazanıyordu sanki. Daha duyarak hak veriyordu çocuklarına, daha duyarak içten bağlanıyordu onlara. Neden bu denli çok sevildiklerini, neden kimseyi üzmediklerini, neden insanları bu kadar çok sevdiklerini, neden onun yanında kalmadıklarını daha iyi anlıyordu. Anaları, babaları, kardeşleri ne kadar da çoktu. Yürekleri sevdalı, yürekleri büyüktü çocuklarının.Ona da yeterdi sevgileri, diğerlerine de…

Birkaç düğüm daha atıldı boğazına, sağanakları bastırmak için biraz daha zorlandı içten. Bereketlenen bulutlarının sağanağını engellemek için gökyüzüne çevirdi bakışlarını, yutkundu yeniden. Şah İsmail’İn buğulu gözlerinde, iç çekerek bekleyenlere dikti bakışlarını:

“Sıra ne uzun, ne kadar kalabalık değil mi?… Bitmek bilmiyor sıra…”

Bitmek bilmeyen bir zaman sonra girdi içeriye. Koşarcasına görüş kabinlerine daldı. Oğlunu sordu hemen. Yoldaşları “gelemez” dediler, “yürümelerine izin vermiyoruz”

“İçeri alın beni; Nergiz, kızım, içeri alın”

“Ana çok zor… Uğraşıyoruz ama alamayacağız herhalde”

“Yanında olsam da saçını başını yolsam şu kızın” diye geçirdi içinden:

“Savcıya giderim almazsanız!” Hiç çıkar mıydı? Oğlunun düşmanlarına yalvarır mıydı? Belki Nergiz’i korkutur da içeri aldırtır kendini diye söylüyordu. Tehditti. “Bunlar da savcıdan korkmazlar ki” diye geçirirken içinden Tuncay daldı kabine:

“Hoş geldin anaların anası, fethedip geldin Ankara’yı…”

“Ne fethi be gülüm, beni içeri alın… Göreyim onu… sarılayım bir…” der demez hıçkırıklara boğuldu. İçinden patlayarak, köpüren isyanla betonları yumruklamaya başladı”

“O benim can yoldaşım… dostum… canım…” diyordu gözyaşları sağanak gibi boşalırken. Ona bir şey olursa ben ne yaparım? Dert ortağım o, her şeyimi paylaşırım onunla… Ne yaparım ben… Ne yaparım? Canımın içi o benim… ciğerimin, yüreğimin içi…”

Oğlu onu hiç yalnız bırakmadı. Çok uzaklardayken bile bir biçimde ulaşır, ne sıkıntısı, ne derdi varsa çözer, çare bulurdu. Haber aldığında, zorluklarla dolu olsa da gördüğünde dünyalar onun olurdu. Yeterdi görmek bile, ona sarılmak bile, oğlu… emeği… canı…

“Ne yapayım ben ne yapayım?” derken giderek artan bir hınçla vuruyordu yumruklarını, canının yanmasına aldırmadan. Yüreği yanıyordu, can acısı ne ki?

Kesilmeyen hıçkırıklarını gözlerinden boşalan sağanak tamamlıyordu. Bir volkan vardı yüreğinde, patlıyor, yanıyordu…

Tuncay, günlerdir taşıdığı yükün altında bu olanlarla birlikte daha bir eriyordu. Eziliyordu adeta yüreği. Kendini, Ana’nın hıçkırıkları arasında kaybolmamak için zor tutuyordu. Kabaran yüreği kabına sığmıyordu “Senin oğlun benim yoldaşım… ya ben ne yapayım?”diye geçirirken içinden kendini toparladı. Sıktı yumruklarını, gülümsedi karşısında ana hissetmesin diye kaygısını, içten, gülümsedi. Boğdu volkan patlamalarına duran yüreğinin buruk, acı yangınını, dindirdi büyük bir çabayla. Kalakaldı öylece, buruk, isyan yüklü yüreğiyle… Kararlı, savaş hareli gözlerle, alazladı Ana’nın gözlerini, Ana donmuş, boşluğa, uzaklara bakıyor gibiydi…

Çiçek Ana yolculuğa çıkmıştı geçmişe; kardeşi genç yaşta işyerinde vincin altında can verdiğinde, durmadan ağladığı günlerde; etrafında dolanıp, eteğine yapışarak çekiştirirken, “Kile megıre”*** diyerek önüne serilen Gıllorık’ı düşündü. Ufacık boyu, kocaman yuvarlak kafası, kömür karası saçlarıyla bir kor parçası. Canı, ciğeri, oğlu. Dolu dolu yaş dökerken onunla birlikte, hüzünlü, yakıcı bakışlarla yalvarır, bakışları yüreğini alazlardı… kocaman yuvarlak kafasından dolayı “Gıllorık” diye severdi eltisi İpek. Sevimli, yakıcı dik bakışlı oğlu, meraklı, hüzünlü gözlerle çok sevimli bir çocuktu. Kabına sığmayan, her şeyi bilmek, öğrenmek isteyen canı. Şimdi… şimdi… Hıçkırıkları kesilmiyor, damlalar yüzünde iz bırakırcasına aralıksız kayıp gidiyordu.

Tuncay, uzaklara dalan gözlerinde neler gördüğünü tam bilmese de bir ara dinen, gülümseme yayılan yüzünde, oğluyla ilgili şeyler hatırladığını düşünerek, söyleyecek söz aradı bir süre… Konuşacakları, onu teskin etmekten öte giden şeyler değildi. Yetmediğini, acısını dindiremediğini çok iyi biliyordu. “Ara vermek iyi olur” diye geçirdi içinden ve hıçkıran Ana’ya bakarak:

“Ana, Mehmet uğraşıyor. Seni içeri alacağız. Biraz ara verelim de başkaları da görüşsün, olur mu?” diyerek çıktı kabinden.

Bu sözlerle içine biraz su serpilen Ana, toparladı kendini birazcık da olsa. Buruk bir sevinçle çıkacaktı ki, geri döndü Tuncay’ın kendine seslenmesiyle:

“Anacığım onun yanında ağlama olur mu?”

“Canım, ağlar mıyım hiç? Sen içeri al yeter ki beni”

İstediği kadar ağlayabilirdi oğlunun, yoldaşlarının yanında. Dostların arasındaydı çünkü. Ne kadar da çoklardı, ne kadar da bağlıydılar birbirlerine,kıskanacak kadar. “Ağlar mıyım hiç onun yanında?… Hiç ağlar mıyım?” diye içten içe söylenerek çıktı görüş kabininden, gözyaşlarına boğularak…

*Çiçek Ana öyküsü 1 Ekim 1998 tarihinde MKM Jüri özel ödülünü aldı.

**-Uyy…Uyy.. Bacı… Bacı… Toprak başıma bacı… Kız gel! Kız, oğlum yok!… Allahım…

***Anne ağlama

Dipnot: ‘Nehrin Bir Devinimi’ isimli öykü dizisinde yer alan ‘Çiçek Ana’ öyküsünün ilk bölümüdür. Bu öykü Özgür Gelecek Gazetesi’nin 1999 tarihli 137. sayısından alınmıştır.

‘Nehrin Bir Devinimi’: Çiçek Ana…* (2):  https://www.yenidemokrasi33.net/nehrin-bir-devinimi-cicek-ana-2.html