Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Çiçek Ana’nın anısına, TKP/ML TİKKO dava tutsağı oğlu Eyüphan Başar’ın hapishanede kaleme aldığı ‘Nehrin Bir Devinimi’ öykü dizisinin bir parçası olan ‘Çiçek Ana’ öyküsünün ikinci bölümünü yayınlıyoruz.
…
Eyüphan Başar
Adı okunduğunda fırladı yerinden. Elindeki şişeden su alarak gözlerini sildi, kuruladı. Telaşlı, uçar gibi atıyordu ağırlaşan adımlarını. İşte birazdan görecekti canını.
Diğer ana, baba, kardeş, eşlerle birlikte girdiler içeriye. Duvarlar… demir kapılar… duvarlar… duvarlar… Açılıp aceleyle kapanan demir kapılar… duvarlar… karanlık… soğuk… Gri mi? Mavi mi?… Karanlık… koyu karanlık… renk yok… Soğuk duvarlar… Duvarları eriten oğlunun, genç yoldaşının sıcak gülümseyişi,anlayamadığı… çok uzaktan gelir gibi konuşmaları, yanı başında, birlikte yürüyorlar… Diğerleri tanıdık, diğerleri de aceleci… Belirgin değil ama tedirgin, endişeli yüzler yanında, yürüyorlar… aceleci, hızlı adımlarla.
Oğlunun genç yoldaşı:
-Anacım, burası bizim koğuş. Dönüşte girer bakarsın dediğinde;
-Hııı?! diyebildi sadece.
Şuursuz bir merakla, aceleci yürüyordu. Bitmek bilmiyordu yol. Akıp gidiyordu duvarlar fark ettirmeden…
-Çok var mı daha canım? diyebildi titreyen sesiyle, derinden soluklanarak, iç çekerek.
-Hemen şurası ana, elli metre kadar ancak var.
“şurası… elli metre… iki adımlık yol… Neden uzak bu kadar? Çok uzak… Ne bitmek bilmeyen bir yol… Ağlamayacağım yanında… ağlamayacağım…tutacağım kendimi, sıkacağım dişimi… ağlamayacağım.” Yol uzadıkça uzadı…
-Geç ana, burası dediler.
Bir demir kapıdan girdiler. Bambaşka bir dünya sanırsın. Duvarlar yok sanırsın. Gülen yüzler, saygıyla eline sarılan güzel insanlar…Ağızlarından dökülen, sıcak “hoşgeldiniz”ler. “Sağol” deyip demediğinin ayırdında değildi Çiçek Ana. Başka bir ananın derinden, yürekten gelen, metanetli, dingin sesiyle:
–Yiğitlerim… Burası yiğitler yatağı, kızıl yiğitler yatağı”deyişini duydu. Onayladı içinden. Gözleri oğlunu aradı.
-Anacığım, yukarıda O, dediler.
Koğuş kapısının hemen yanındaki merdivenlere yöneldiler, çıktılar merdivenlerden. Kızıl bantları alınlarında, gülüşler asılı yüzlerle direnişçiler yatıyordu ranzalarda. Hepsi gülerek sesleniyordu:
-Hoş geldin anacığım, hoş geldin.
-Sağol, nasılsın?” diyerek kısık sesiyle, dolan göz pınarlarının boşalmasını engellemek için zorlayarak kendini, başıyla selamladı çoğunu sadece. Titriyor muydu, ona mı öyle geliyordu, ayırdına varmadan, koşar adım yürümeye zorluyordu kendini, içten içe hızlanamayan, çözülen diz bağlarına serzeniyordu. Hepsi oğlu, hepsi can parçası…Soluk alamaz oldu yeniden, kabaran yüreği izin vermiyordu. Güç yetiremedi diz bağlarına, engelleyemedi çözülüşünü. Durdu, soluklandı derinden. Dikkatle baktığı yüzleri tam seçemiyordu. Bembeyaz, kirece kesmiş yüzlerde oğlu yoktu. “Yoksa… yoksa!?…” daha bir telaşla daha bir dikkatli baktı yüzlere, her hızla atmaya çalıştığı adımda… Kör mü olmuştu yoksa neredeydi oğlu… Hıçkırıklara boğulmamak için zor tutarak kendini, bir daha soluklandı yavaşlayarak… İşte… İşte orada… Sırtını yastığa dayamış, dimdik duruyordu. Kızıl bantlı alnı, aydınlık yüzünde ışıyordu.Gülümseyerek, bekliyordu. Dolu doluydu gülüşü. “Ömrümü ona versin Allah da ona bir şey olmasın” dedi buruk bir ferahlama yayılan içinden. “Sanki hiç bir şey olmamış, sanki günlerdir aç olan o değilmiş gibi… Ne zaman rahatsızlığını belli etti ki bana şimdi etsin… Beşiği buldum… Beşiği buldum…” düşüncesi geçerken aklından, iyice yaklaşmıştı oğluna. Tüm gücünü içindeki kabarışa; buruk, sevinç dalgalanmalarına karşı durmaya kullanarak dizlerine verdi. “Haydi bir adım… bir adım daha…”
Annesini görür görmez coşkulanan oğlu ayağa kalkmış bekliyordu. Ellerine öne uzanmış, kollarını kucaklaşmaya hazırlıyordu. Granitten bir kale, yürek yumuşaklığında ısısıyla, yüreğini alazlayan anası, içindeki kabarışı zorlamalarında hissettiriyordu, titrek atıyordu ayaklarını. Ağlamaklı, titreyen dudaklarıyla ağlamamak için zorlanıyordu. Rahatlaması, kaygılarından, korkularından kurtulması gerekiyordu. Ranzaya yaslanmadan dimdik durmalıydı. Bulutların yoğunluğunu dağıtmak gerekiyordu. Coşkusunu, sevinçle harmanlayarak gülümsemelere aktarmak gerekiyordu. Vücudunun eriyen ihanetine inat, dipdiri bilincini, kavganın sıcağında; kararlılığı kalsın anasının aklında istiyordu. Adım atmadı anasına doğru, sendelemesin, anasına belli etmesin diye; bekledi, ağır adımlarla gelişini… Adımları aceleci, ileri fırlamak ister gibi ama ağırlığı taşıyamadığı besbelli… Anasının güçlülüğüne hayran kalarak duyduğu sevgi ve gururun alazlamalarının yayıldığı yüzünde, daha içten gülümsedi anasına…
Dünyayı kucaklarcasına açılan kollarla, sabırsızlıkla beklenen son adım da atıldı. Sımsıkı sarıldılar, asırların özlemini çeken, ama hiç uzak olmayan insanların özlemiyle buluşmalarıydı yaşanan. Ateşlerden yükselen hare sıcaklığında, patlamaya durmuş yürek gümbürtülerinde, patlayan bir dalgalanma, bir duygu seli…
-Hoş geldin güzeller güzeli!
-Canım…
Çiçek Ana’nın titreyişlerle sarsılan vücudu ele veriyordu kendini. Sımsıkı kucaklaşma tüm titreyişlerini duyuruyordu oğluna. Boğazına atılmış düğümlerin, bulutları engellemeye harcanan gücün durdurduğu patlayışları algılayarak, buruk bir kahkaha ile şakaya vurdu, rahatlatmak için annesini:
-Bayağı iyi çalışmışsınız kız! Yapımı sağlam kurmuşsunuz. Canavar gibiyim bak. Kapıdan girdiğinde uzandığıma bakıp aldanma sen. Fazla enerji kaybetmeyelim diye uzanıyoruz. İnanmıyorsan, yarışalım seninle havalandırmada, bakalım kim hızlı koşacak.
-Salak… döküldü dudaklarından, zorlanan titrek, sıcak bir sesle, utangaç bir gülümseyişle.
-Formundasın yine anacan… Özlemişim seni, kız… Hiç çaktırmıyorum özlediğimi, değil mi ama?..
-Ben… ben de çok özledim seni boğazının düğümleri çözülsün istemeyen kısık bir sesle erimişçesine konuşuyor, derinden geliyordu sesi.
Ama öylesine güzel dökülüyordu ki bu sözler, meltem sıcaklığında harlayıp geçti yüreğini oğlunun. Öylesine güzel, bir o kadar yabancı. “Vay Çiçek güzeli anam vay, demek özlemini sıkılmadan anlatabilecek durumdasın. Demek bu kadar çok etkilendin” diye geçirdi içinden, ılık bir burukluk, anlamsız bir yangıyla. “Neler görecekmişiz meğer; Çiçek Ana, oğluna özlediğini söyleyecek?! Vay be, demek bir şeyleri yaşamak gerekiyormuş; görmek için diyebilmek için. Farklı boyutları yaşamak, duyumsamak, sınayarak öğrenmek gerek. Onca yıl anlattıklarının iki aylık pratik kadar etkisi olmamıştı… Ne güzel, bir ulu çınarla, yıkılmaz bir granite dönüşen, aynı yerde, farklı boyutlarda birlikte olabilmek ne güzel! Bunu bir kez daha duymak için bile olsa, bir bu kadar yaşamak… karşısında öylece kalmak… güzel, gerçekten çok güzel…”Mücadelenin öğreticiliğini, pratiğin yakıcı sıcağının, çelikleştirdiği bilinçlerin, doyumsuz tadını yaşadıbir anlamda annesinde.
Tüm çabalarına rağmen annesinde değiştiremediği, ona dinletemediği birçok şey geçti kafasından. Çevresinin etkisinden koparamadığı yönleri dizildi ardarda. Geleneklerini tüm yönleriyle olmasa da önemli oranda koruyan, yaşatan çevresinden koparamamıştı. Yaşadığı ortamın koşullarına göre oluşan düşüncelerini, belli oranlarda kırmışlar, yeni olumlu yönler oluşturmuşlarsa da tam olarak sağlayamamışlardı kopuşu. Bunlar hissedilir, hisler söylenmezdi. Duygularını anlatmak en ayıp şeydi. Hele hele, büyüklerinin yanında böyle bir şey yapmak en kötüsü sayılır; saygısızlığa yorulurdu… Oğluna “oğlum” demek, “seni seviyorum” demek, “özledim” demek çok ayıptı. Söylenmesine de gerek yoktu zaten. Gizliden, belli etmeden yapmak lazımdı. Şehre gitmiş, oğluna “oğlum”, kızına “kızım” ya da “yavrum” dediği için dedikoduları yapılan, evlerinden kovulan genç kadınlar, genç adamlar geçti gözünün önünden.
Nenesinin, anasının anlattığı, kendinin tanık olduğu. Tılsımlı sözcüklerdi bunlar, söylenince tılsımı bozulur, kötü şeyler olurdu. Çarpılırdı insan. Annesindeki bu düşüncelerin ne denli yerleşik olduğu geçti birkaç saniye içinde oğulun kafasından. Doya doya öptü anasını, alnından, yanaklarından… Aldı karşılığını da aynı sıcaklık, aynı doygunlukla.
-Ne o kız, hiç itiraz etmiyorsun bakıyorum; seni öpmek için az uğraşmazdım…
-Yalancı… Seni sevmem ki hiç, ben zaten…
-Bilirim hiç sevmezsin… hiç… Ellinden sonra militan olman da o yüzden zaten (!).
-Tabi değil… Ben diğer çocuklarım, kardeşlerim için yapıyorum. Bir sürü çocuğum, kardeşim var… Dostlarımın da… Hepsi benim parçam oldu… Sen aklıma bile gelmiyorsun ki…
Devamı gelmedi. Düğümler artıyordu boğazında gittikçe, içinde kaynayan bir volkan, çığlıklara dönüşmek istiyordu. Parçalamak, atmak istiyordu düğümleri; ağlamayacaktı… Dayanacaktı… Gözlerini çevirdi oğlundan, çevreye bakınmaya başladı bastırmak için yüreğinin zorlanmalarını.
-Nasıl? Cennetimizi beğendin mi anacan?
-Heee (!)… Çok beğendim (!)… Çok güzel (!)…
-Bak akşama kadar böyle ense yapıyoruz, tembel tembel yatıyoruz.
-Sen… tembel tembel yatacaksın?… Görülmüş şey mi?… Sen hasta yatağındayken bile yerinde durmazsın ki, burada yatasın… bilirim ben seni… Sesinin titremelerini oğlu hisseder korkusuyla uzatmıyor, kesik, kısa konuşuyor, belli etmeden yutkunuyordu.
Oğlu, halini sevgi dolu anasının, iç yangınlarıyla duyumsuyordu, konuyu değiştirdi anasının zorlanmalarını hafifletebilmek için:
-Televizyonda seni gördüm… Başbakanlıktan dönerken izledim seni… Ayakkabıyı kapmış koşuyordun… Dostlara, yoldaşlara “Anam fena gidiyor, fena yakacak bir faşistin canını” diye bağırdım… Kahkahalarla güldük… Adam mı dövdün yoksa kız?
Utangaç, sıkıntısını azıcık rahatlamanın belli olduğu alçak sesli bir kahkahayla;
-Bak anlatayım; hani bir bacım bayıldı ya… yol ortasında… Biz onunla uğraşırken yol tıkandı ya… Yolu tıkadık diye polisler geldi, adamlarda insanlık yok ki, anlatamadık kadının fenalaştığını. Siz de görmüşsünüz ya polisler yine saldırdı bize “eylem yapıyorsunuz” diye. Sanki yapsak ne olacaksa… Bizden nasıl da korkuyorlar görsen, şaşarsın, ben şaştım. Onların tabancası, jopu, panzır mı diyorlar, hani tank gibi ama tekerlekli olan, işte osu… her şeyleri var…Karşımızda nasıl titriyorlar, nasıl titriyorlar… Bilsen, korktukları için vuruyorlar…Güzel bacım“Onların topu, tüfeği var, bizim yüreğimiz, pimi çekilmiş bomba yüreğimiz var. Çocuklarımız bıraksa silah alır dağa çıkarız”diyor… Vallaha doğru diyor… Ödü kopuyor sizden, bizden, onların… İşte orada, baktım bizim kızlarımızdan birini iki polis çekmiş götürüyor… Sen de görmüşsün ya… İki polis tutmuş kollarından birbirine inat çeke çeke götürüyor… Kızın kolları kopacak, bacakları ayrılacak gibi… Ben de terliği alıp koştum peşlerinden, kızımı kurtarayım diye. “Sivil daha köpektir” diye kafasına patlattım… Köpekler… Başkaları da geldi arabaya attılar kızımızı. Ben tam yere düşen bir anamı kaldırayım diye koşarken… Hani yaşlı kadın var ya Rıza’nın anası… Beni de alıp attılar başka arabaya… (Biraz soluklandı) Hani bizi götürüp kocaman bir salona bıraktılar ya spor yapılan… Milletin hal hatırını sorarken baktım, vıyyyy vurduğum adam da orda… Gülüyor, beni çağırıyor yanına… Bir utandım… bir utandım… Gittim hemen yanına;
“Canım seni polis sandım ben…”
“Biliyorum anacım… Üzülme… İyi yaptın. Polis olsaydı ağlatmıştın anasını vallaha. Ben arkadaşı bırakmayayım diye etkilenmedim fazla. Bak…” diye şakağını gösterdi. Aha… şöyle şişmiş; yumruğum kadar.
“Kusura bakma canım, oğul” dedim. Başladılar birlikte türkü söylemeye, senin söylediklerinden… Ben düşünmedim seni hiç… Hiç…” diyerek çevirdi başını yine. Gülümseyişleri kaldı yüzünde.
-Anacan bak karşımda Bayram yatıyor.
Çiçek Ana oğlunun gösterdiği yana baktı. Battaniye vardı sadece. Biraz dikkat kesilince battaniyenin kalkıp indiğini fark etti. Çok hafif bir kıpırdama vardı sadece. Demek biri vardı altında battaniyenin, soluk alıp veriyordu. Ama Bayram olamazdı ki bu. Tombulcaydı Bayram. Şaşkın, kaygılı bakışlarını ona dikerek kalkıp yanına gitti. Yüzü Bayram’ı andırıyordu ama incelmiş, erimiş… O muydu gerçekten acaba?! Soluk alıyordu sadece… Gülümsüyordu ona… Düğümler zorlandı yeniden, volkan patladı yüreğinde, yüreğinden başlayan bir titreme sardı her yanını, yükseldi dudaklarında, yankılandı, çıktı gözlerini yaktı… Kararlıydı, ağlamayacaktı… Bastırdı gerisin geriye tüm patlamaları, kapattı içine, çıkmalarına izin vermedi.
-Canım, Bayroo nasılsın?
-Canavar gibi ana, diye yanıtladı, sıkarak yumruğunu kaldırdı gülümseyerek.
Ne güzeldi çocukları. Ne güzel gülüyorlardı. En zor durumda bile bir kötü iz bırakmıyorlardı.İçi aydınlanıyordu insanın onlara bakarken… Ne güzel gülümsüyorlardı. İçinde kopan fırtına dalgalandı, titretti yine her yanı… Dalgalar görülmesin istiyordu, yüreğine kilitledi hepsini. Aldırmadı gözlerinin nemlenmesine, ama sağanağı bırakmadı… kararlıydı… ağlamayacaktı… titreme, yüreğini kavurarak sıkmaktaydı habire… Başını okşadı sıcak bir duyarlılıkla, tedirgin bir dokunulmazlıkla… Dokundu-dokunmadı arasında gezdirdi elini saçlarında, Bayram’ı incitir, canını yakar korkusuyla…
Tek tek dolaştı oğlunun yoldaşlarını, kendinden bile değerli güzel insanlarını… Öptü tek tek, alınlarından, yanaklarından… Ağır, sendeleyen adımlarını oğlu fark etmesin diye her adımını ölçülü, dikkatli atarak, ranzalardan tutarak yürüdü yavaşça. Tümü tanıdıktı yoldaşların. Yakıcı güzellikte gülümsüyorlardı. İşte Muzaffer gülümsüyordu. En köşede Cemal, gülümsüyordu. Yanında Mulla… Gülümsüyorlardı, ölüme, kahpeliğe inat gülümsüyorlardı. Güçlülerdi, güç veriyorlardı… İçini aydınlatıyorlardı “kaygılanma, korkma” diyordu gülüşleri… Boşalmasın diye bulutları, kaldırabilsin diye yüreğinin ağırlığını, başını kaldırıp dolaştı gözleriyle, tek tek selamlayarak; Ayhan, Mehmet Ali, Cahit, Aziz, Delil, Hasan, Birol, Cafer, Barış ve diğerleri… Ateş parçası kordan gözlerle gülümsüyorlardı… Tek tek sıkılı yumruklarla selamını yanıtlıyorlardı; direnişin kızıl gülleri, hepsi oğlu, hepsi yüreği…
-Mulla?!… Fadime’nin oğlu…Canım… Çok iyiydi anan, merak etme sen… Çok sevdim Fadime bacımı… Yiğit, cesur, hanım bir kadın… Çok iyi, hiç ağlamıyordu…
Gözlerinden kaçırdı gözlerini, açık veririm de Mulla anlar, üzülür diye gülümsedi sadece… Koca, kara gözleri annesine benziyordu… Fadime bacısının eylemdeki bağırışı yankılandı kafasında; “Halil’imi verdim, Mehmet Ali’mi verdim, Mulla’mı size vermeyeceğim. Onun bokunu yiyin… Alçak köpekler!” kin doldu içi yeniden, yakarak geçti bir ince sızı. Yiğit ananın, yiğit oğluna, şahanına gülümsedi yeniden.
-Biz çok iyiyiz ana, sağol, merak etmeyin bizi… köpeklere vurmaya bakın siz…” dedi Mulla gülümseyerek, sıcacık güzel bir gülümseme…
Oğlunun yanına otururken yeniden “Ne güzel insanlar” diye geçirdi içinden. “Kötü şeyler hep iyi insanlara olur zaten… Ama değer mi bu salak millet için? Ölünür mü bunlar için” diye düşünürken, akrabaları geçti gözlerinin önünden. O kadar zaman geçmiş, kardeşleri dışında, eltileri dışında, kaynı dışındakilerinden hiçbiri kıçlarını kaldırmamışlardı yerinden. Oğluna küfredip “deli” demekten başka, yakınmaktan başka bir şey yapmamışlardı. Korkaklar… Ödlekler… Ankara’ya bile onlardan gizli gitmişti, öğrenip engel olsunlar, önüne durup canını bir de öyle sıkmasınlar istedi. Dinlemeyecekti hiçbirini çünkü; kırılsınlar istemedi yine de, gizliden gitti. Oğlu onların da çocuğu sayılırdı. Hepsini sever sayardı, yardımlarına koşardı hemen sıkıştıklarında… “Kendi etti, bizi dinlemedi, kendi buldu, bulsun” diyorlar, kıllarını kıpırdatmıyorlardı… Korkaklar… “Okusa avukat olsa onu da onları da kurtarırdı, kafasına anarşik şeyleri sıkıştırmamış olsa büyük adam olur, onlar da önünü düğmelemeden girerlerdi devlet dairesinin içine, her işleri görülürdü hemen… Akıllı çocuktu, kafası çalışırdı… Kötü arkadaşların, anarşik arkadaşların peşine takılmasa milletvekili bile olurdu… O kadar malı mülkü eller yiyordu… Çocukları akılsızdı her hal, malda mülkte gözleri yoktu, varsa yoksa anarşik şeyler… Her şeyleri bunlardı… Ama o biliyordu ki oğlu, çocukları iyi insanlardı. Saygılı, sevgi dolu insanlardı… Sevmedikleri insan yoktu… İt adamları sevmezlerdi, başkasının sırtından para kazananları sevmezlerdi, tembelliği, tembelleri sevmezlerdi, haksızlığı sevmezlerdi… İyi çocuklardı, haksızlık etmezler, çalışkanlardı… Gururuydu onun, oğlu, oğulları, kızı canıydı… yiğit, yürekliydi… Çocuklarının sevmediği şeyleri kendi de sevmemişti hiç… İnsan insan olsun yeterdi, mal-mülk para… huzur getirmezdi ki… Oğlunu, çocuklarını daha iyi anlıyordu şimdi… Hep anlamıştı aslında ama yitip gitsinler, ondan kopsunlar istemedi hiç… İbrahim’e de ağlamıştı, Deniz’e de, Mahir’e de… Her ölene, her gece çok ağlamıştı… İyi olmayan; çıkarsızca, insanlar için ölür müydü hiç? Feda eder miydi canını?… İyice sıkıştı yüreği, patladı derinden “Değmez… Bu millet için değmez… Değmez bu adamlara” İrkilerek kala kaldı öylece… Sesi çıkmış mıydı, kendi kendine mi konuşuyordu? Oğlu duymuş muydu bunları? Gözlerine dikti bakışlarını oğlunun, ölüm halkasının karartısıyla çevrelenmiş, ateş saçan zeytin karalığına… Hayranlıkla bakıyordu kendisine… İçi gülüyordu gözlerinin, titredi, sevgi dolu akan bakışlarla… Duymamıştı… Ohhh… Duymamıştı… Duysa yine böyle güler, ama atılırdı hemen, iyice dinledikten sonra “Öyle deme anacan, biz sadece onlar için değil, tüm insanlar için, kendimiz için, yaşayan her şey için, onların kurtuluşu, yaşamın güzelleşmesi için çalışıyoruz.Onlar farkında değil ama bıkmadan usanmadan anlatacağız, gerçeği göstereceğiz, öğreteceğiz. Her şey değer insana, insanlığa, insan olana. Sen üzülme olanlara, kızma da. Yüzbinlerce anacan var senin gibi acı çeken, çocuklarından kopan, koparılan. Sizlerin gözyaşları akmasın diye uğraşımız, çalışmamız… Ama o güne kadar çok ananın yüreği yanacak daha biz istemediğimiz halde yanacak… Daha çok anamız katledilecek, gencecik gelinlerimiz koparılacak içimizden, gencecik analarımız… Yerinden yurdundan sürülenler de… Bak komşuların var… Senin gibi… Kürtçe düşünüp Türkçe konuşmak zor geliyor değil mi onlara? Herkes onlara gülecek sanıp ağızlarını bıçak açmıyor, kimseyle konuşmuyorlar senden başka… Sen de öyle değil misin? Hem de Türkçeyi iyi konuştuğun halde ezilmiyor mu yüreğin kendi dilinde konuşamadığına rahatça? Neden anacan? Neden?… Senin gibi anacanlarımızın tümünün yüreği yanmasın istemez misin? Yüreğinin yangını sönsün istemez misin? Senin bir oğlun, üç oğlun, bir kızın ölmüş çok mu? Mücadele etmeyen insanlar ölmüyor mu? İstediği yaşamı kurmak için ölmek bunlardan güzel bir ölüm değil mi,ne dersin anacan? Anaların kaygısız yaşadığı, “çocuğum gelecekte ne olur, ne yapar? diye düşünmeyeceği, herkesin istediği gibi yaşadığı bir dünya istemez misin?” derdi. Demediğine göre duymamıştı. Rahatladı biraz. Öyle güzel öyle içten gülümseyerek bakıyordu ki oğlu, sevgisi akıyordu gözlerinden “haklısın oğul, değer… ben istemem seni kaybetmeyi” düşüncesinden sıyrıldı hemen;
-Ne güzel ne iyi arkadaşların var dedi gülümseyişleri yüzünden silinmeden.
-Kız Çiçek, sana bir şeyler olmuş. Hani benim arkadaşlarım ipsiz, sapsız, kopuk, kötü adamlardı hani beni de yakarlardı?!
-Yok lan… Ben öyle derdim ama içten içe severdim hepsini. Sen iyi bir oğulsun, arkadaşların kötü olur mu? Ben başına bir şey gelmesin diye belki soğursun diye derdim… ama bilirim inatçısındır sen. Verdiğin karardan dönmezsin, mutlaka yaparsın istediğini de… Ne bileyim işte… Öyle…
-Oooo, dök bakalım sırları tek tek.
-Ne sırrı, sanki sen bilmiyor musun? Hangi arkadaşını azarladım şimdiye kadar?
Gerçekten öyleydi, bunları biliyordu oğlu. Anasına takılıyor, kasvetini dağıtmaya çalışıyordu. Sımsıkı tuttu elini oğlunun, sıcacık. Tüm gücü oğluna gitsin, ona bir şey olmasın istiyordu. Akar mıydı ki gücü, alır mıydı ki oğlu?…
Annesinin elini tutuşuyla, içine akan sıcak titreyişleri yayıldı oğlunun yüreğine de. Emeğine sahip çıkışın bu onurlu çınarı daha bir büyümüştü bilincinde, yüreğinde. Onu her seyredişinde; eylemlerdeki kararlılığını, yılmazlığını, en ön saflarda olup geri durmamasını gördüğünde daha bir güçlenmişti, dirileşmişti. Yüreği kabına sığmaz olmuştu sevinçten. Anacanı, eylemlerde; anacanı sokaklarda; anacanı alanlarda, tükürüyor faşizmin korkak suratına, direniyor, kavga ediyor iğrenç vahşet karşısında…yüzüne yayılan her kan kızıllığı, öfkelendiriyor; faşizme kinini biliyordu… Analar, anaları… Emeğin içten sahiplenicileri… Çifte sömürü karşısında yılmayan ulu çınarları…Yüreği, canı… Anacanı… Esen rüzgarlara, fırtınaya karşı yıkılmamak için iç dalgalarını yayıyordu oğluna. Sıcak, eriten el tutuşuyla dalları kıpırdıyor, yaprakları titriyor, ulaşıyordu her şeyiyle oğluna. Çınar daha bir uluydu şimdi, daha bir sağlamdı, pişiyordu kavga da… Yılların pişmişliğinin acısıyla yüceliyordu daha da… Ulu çınar titriyordu, yayılıyordu, tüm titreyişleri ulaşıyordu oğluna… Gülüş takılı yüzlerle; ses çıkarmadan bakışarak konuştular bir süre… Sevgi seli içinde kayboldular…
-Ana çıkmanız gerekiyor, zaman doldu. Sizden sonra doktorlar heyeti içeri girecek…
Gelsinler ne olacak, ben burada kalır beklerim, ses çıkarmadan dururum şöyle… demek geçti içinden, diyemedi. Oğluyla birlikte kalktı ayağa. Titreyişlerine, yürek doluluğuna aldırmadan sımsıkı sarıldı oğluna, kopmasın istiyordu ondan, ona sarılı öylece kalsın…
-Güle güle anacan, feleğini şaşırtın faşizmin. Biz iyiyiz gördüğün gibi merak etmeyin sakın.
–Merak etme sen oğul, yem etmeyeceğiz sizi onlara, azmış köpeklere…
Zorla ayrıldı oğlundan bir güç kollarını açmak yerine sıkıştırıyordu. Gücü ona aksın istiyordu. Bırakmıyordu, gitmesine izin vermiyordu. Koparılırcasına gevşetti kollarını, indirdi zorla. Kopuştan yüreği sıkıştı, zorladı adımlarını, bulutları bereketli, sağanağa hazır… Engel olamadı birkaç damlaya…
Nasıl indi merdivenleri nasıl çıktı kapıya bilemedi. İçinde patlayan volkan hıçkırıklarda patladı, içte yankılanan gök gürültülerine dayanamadı bulutlar, sağanak gözlerinden boşaldı… Bıraktı engel olmadı akışına gerekte yoktu engel olmasına. Oğlunun genç yoldaşının sesi çınlayarak derinlerinde yitip gidiyordu, kafasında yankılanan dalgalarla… duymuyordu, anlamıyordu dediklerini… tüm gülüşüne, gülüşünün aydınlığına rağmen gözlerindeki ölüm halkaları gitmiyordu gözlerinin önünden… Ne yapabilirdi?… Ne yapabilirdi?! Adımları ağırlaştı, soluksuz kaldı yeniden. Sendeleyerek attığı adımlarla ilerledikçe yanından hızla geçen endişe, hayranlık, çocuklarının direnişine, morallerinin yüksekliğine, kendilerinin dayanamamalarına ilişkin sözcükler uçuşurken bir yandan beyninde diğer yandan geçen gölgelerin hızlı rüzgarı yüreğini ürpertiyordu. Daraltısı geçmiyordu yüreğinin…
Güneşin kavurucu sıcaklığını hissettiğinde anladı dışarıya çıktığını… Nereden çıkmıştı, nasıl çıkmıştı, ne kadar yürümüştü bilemedi. Bir, adımlarını atamadığını biliyordu artık bir de oğlunun ölümünün yakın olduğunu… Dayanılır mı?… Dayanır… Onun yerini alır… İstediklerini yapar onun için yapar… Dayanırdı, yapardı… Beşiğini bulmuştu… Bir şey olmazdı oğluna… İzin vermezdi bir şey olmasına, vermezlerdi diğer analarla, diğer dostlarla… Yine de yürek yangınını durduramadı, içi kavruldu ha kavruldu…
Ağır adımlarını atmaya zorlarken; diz bağlarını toparlamaya çalışırken, iç kavgalarla, yanından hızla birinin geçtiğini algıladı soluklanışından. Görmedi kim olduğunu… Bir dalgalanma oldu bekleşen kalabalıkta. Dalga ulaştı ona da, taşıyamadı ayaklarını, çöktü olduğu yere, donup kaldı öylece… Dondu yangın içinde, ateş alazladı, burktu yüreğini koparıp alırcasına…
-Tahsin** şehit düştü… Tahsin yoldaş ölümsüzdür!… Tahsin… Dalgalar yürek yangınında yitip gitti yeniden, duyulmaz oldu…
Tahsin; Gülnaz’ın, Şah İsmail’in kardeşi… Gülnaz’ı, İsmail’i aradı gözleri boş bakışlarla… kalabalık dalgalanmakta dalgalar büyüyerek yayılmakta… “Gülnaz dayanır mısın kardeş acısına?… Dayanırsın, dayanırız… Kardeşlerimiz, çocuklarımız bir ölür bin dirilirler. Haklısın bacım, haklısın… Yediveren yiğitler onlar… Bire bin çoğalırlar… Alırlar yanlarına bizi de…
Tüyleri diken diken ürperdi soğudu her yanı birden… sanki kış ayazında… Sanki buzlar içinde… Teri gözyaşlarına karıştı… Oğlu… oğlunun gözleri… ölüm… yakın ama dipdiri… inatçı, kararlı yine… başı dik… onurlu yine… “Ölmez o, öldürtmem onu, öldürtmeyiz kalanları…” direnişçi, tüm kızıl güllerini basarak göğsüne, karşısında oğlunun gülüş takılı, içten, kıvılcım saçan kara gözleriyle oğlu… sıktı yumruklarını, şimdi yürümeliydi yine üstüne vahşetin. Ne yapabilirse yapacaktı eksiksiz… ne düşerse üzerine… yapacaktı isterse ölüm olsun ucunda, yapacaktı… kudurganları alt edecekti çocukları… gülüşleri bile yeterdi onları yok etmeye…onlardan korkuyorlardı…
Kazanmalarından kopuyordu ödleri… çocukları kazanacaktı… tüm kinini kattı gücüne, ayağa kalktı… katıldı diğer dostlara, büyüdü dalgayla kaynaşarak diğerleriyle…vahşeti yok etmeye yürüyen, ateş topuna dönüştü dalga…büyüyerek yayıldı daha da… dimdik duruşuyla sıklaştırdı adımlarını… adımları kararlı… iç yangınını bastıramadan ateşe kattı yüreğini.Durdurdu sağanağı… şimdi oğullarını, kızlarını kudurgana yem etmemek için koşmak zamanıydı…yer yoktu aciz gözyaşlarına… kaldırdı başını “derin bulutsuz maviliğe, kıvılcım saçan kararlı gözlerini dikti gün aydınlığına… bastıramadığı iç yangını, haykıran insanların dilinde beynine asıldı kaldı, mırıltıyla dudağından dökülen iç patlamaları… derinlikte kaybolmadı sözleri, mavilikte asılı kaldı, kendi duydu sadece:
-Beşiği buldum… beşiği bul… (!?)… beşiği buldum mu?…
*Çiçek Ana öyküsü 1 Ekim 1998 tarihinde MKM Jüri özel ödülünü aldı.
**Tahsin Yılmaz
Dipnot: ‘Nehrin Bir Devinimi’ isimli öykü dizisinde yer alan ‘Çiçek Ana’ öyküsünün ikinci bölümüdür. Bu öykü Özgür Gelecek Gazetesi’nin 1999 tarihli 138. sayısından alınmıştır.