“Dünyada en korkunç şey ümidini kaybetmektir”
(Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan)
Cumhurbaşkanı ve meclis için yapılan seçimin üzerinden yaklaşık iki ay geçti; seçimler geride kaldı ama ortaya çıkan sonuçlar üzerinden tartışmalar sürüyor. 29 Temmuz 2018 tarihli “Birgün Pazar”da yayımlanan “Ne ile Cebelleştiğini Bilmek” başlıklı yazıda Fikret Başkaya süreci değerlendirip bazı önerilerde bulunuyor. Başkaya’nın yazısında birçok kesimin duygu ve düşüncelerinin izini bulmak mümkün; ama bu satırlarda Marksist yaklaşım ve ilkelere rastlamak değildir.
Evet, ilgili yazıda Başkaya yönetme krizinden bahsediyor-herkes/her kesim gibi. Evet, Başkaya sınıf mücadelesini kabul ediyor-çoğunlukla kabul edildiği gibi; ama sınıf mücadelesini proletarya diktatörlüğüne vardırma esprisinden ısrarla uzak durarak. Bu noktanın Lenin yoldaş tarafından Marksist olmanın kriteri olarak ifade edildiğini hatırlatmakla yetinelim.
Söz konusu yazıya dair değerlendirmemize geçmeden önce 24 Haziran Genel Seçimi’ne ilişkin kısaca bir şeyler söylemek, hatırlatmalarda bulunmak faydalı olacaktır.
Her şeyden önce bu genel seçimin koşulların bir dayatması, egemenler için bir zorunluluk olduğu söylenmelidir. “Baskın seçim” kararı özünde yönetememe halinin ilanıydı. Bu bağlamda Bahçeli’nin seçim önerisini gerekçelendirirken kullandığı argümanlar hatırlanabilir. Bu noktada yönetme krizine dikkat çekmek kimse için bir ayrıcalık oluşturmuyor; “kör kör parmağım gözüne” bir durumdan bahsediyoruz. Bununla birlikte, seçime götüren koşulların görülmüş olması genel seçimin işlevinin kavrandığına işaret etmiyor. Komünistler genel seçime ilişkin tavrını açıklarken içinde bulunduğumuz süreci yani verili anı, sınıfların konumlanışı, ilişkileri, güç dengeleri, hareketin biçimleri vb. etkenleri göz önünde bulundurarak bunun derinleşen kriz koşullarında başvurulacak saldırılar öncesi idari bir hazırlık ve bu anlamda genel saldırının bir parçası olduğuna dikkat çekmiş, zamana/amaca en uygun taktiğin “boykot” olduğunu söylemişlerdir.
Seçime katılım çağrısı yapan küçük burjuva devrimci örgütler, reformist hareketler ise seçim aracılığıyla, devlet gerçekliğine dokunmadan, onun temellerini dinamitlemeden “öz”e ilişkin değişikliklerin mümkün olduğuna inanmış ve bu inançlarını kitlelere taşımak için sandığı işaret etmişlerdir; seçimi genel saldırının bir parçası olarak değil, burjuvazi tarafından sahnelenen oyunda kendilerine tanınan bir şans olarak görmüşlerdir. Egemenler cephesindeki gelişmeleri ve bariz hazırlıkları ihmal edip olmayacak dua için avuç açanlar mümkünmüş gibi seçim propagandası yapmaktan geri durmamışlardır.
İlgili örgüt ya da hareketlerin parlamenter yanılsamalarına neden olan şey proleter bilinçten yoksun olmalıdır. Devlet aygıtının gerçek niteliğine dair kafalarının karışık olması yanılgılara yol açmaktadır. Bu yanılgılar bugün ilgili tüm kesimlerin devletin niteliğine dair vurgularında da, faşizme dair ifadelerinde de, mevcut durumda rejimin niteliğinin değiştiğine dair iddialarında da görülmektedir.
Devletin niteliğini kavramaktan uzak bu anlayışlar, faşizmin bizim gibi ülkelerde burjuvazinin zayıf/güçsüz karakterinin sonucu olarak en gerici sınıfların ittifakı olduğunu göz ardı ederler. Onu bir yönetim biçimi, süreğen bir olgu olarak değil, bir tercih- kişisel ya da partisel bir tercih-yöntem, dahası dönemsel bir “olay” olarak kavramaktadırlar. Yanılgılar birbirini besleyerek savrulmaların zeminin oluşturmaktadır.
24 Haziran öncesi ve sonrası devlet aynı “öz”e sahiptir. “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” ya da “Başkanlık Modeli” devletin niteliğine dair bir değişiklik içermemektedir. Bu model, krizi aşma arayışı içindeki hakim sınıfların -küçük bir kesim dışında- ortaklaşmasını ifade etmektedir. Bu değişimi emperyalizmin yapısal krizin beslediği siyasal yetmezliklerden bağımsız düşünmemek gerekir. Ülkemizde cereyan eden yönetme krizini aşma arayışı emperyalizmin ihtiyaçlarını karşılamaya dönüktür. “Başkanlık Modeli”de bu ihtiyaçlara göre şekillenmeyi içerir. Devletin onarılması, aksaklıklarının giderilmesi, merkezileşme eğilimi gibi. Model hayata geçirilirken araya kişisel hırsların serpiştirilmesi öze ilişkin bir değişikliği, kopuşu ifade etmez. Bu yenilenme hamlesinin önemli bir ayağı da “rıza” üretmek, kitleleri, yapılandırma sürecinde rol almaya davet ederek, kitlelerin, kendilerine dönük saldırılara kayıtsız kalmalarının zeminin hazırlamaktır.
Başkaya, başka şeylerin yanı sıra, “zaten işlevsiz olan, içi boş bir midye kabuğu olan parlamento (TBMM) dahilinde siyaset yapmanın artık bir kıymeti harbiyesi yok… Şimdilerde parlamento, despotik rejimin, ‘tek adam rejiminin’ ayak işlerine koşulmuş durumda” diyerek 24 Haziran sonrasına dair yaklaşımını sunuyor. Bu tepki nasıl okunmalı, genel seçimi ve cumhurbaşkanlığı seçimini boykot eden komünistler tarafından nasıl değerlendirilmelidir?
Bu ifadelerdeki “artık” sözcüğü kritik bir işleve sahiptir. Çünkü bu sözcük “yeni durum” tespitini içeriyor ve “yeni durum”a yaklaşımın da farklı olması gerektiğini bildiriyor. Bu sonuca olgulardan hareket edilerek değil, beklentilerin karşılanmamasından hareketle varılıyor. 24 Haziran öncesinde dair parlamentodan beklentilerin olduğu, seçimin “kazanılması” durumunda “despotik rejimin”, “tek adam rejiminin” ya da onun adıyla anılan faşizmin engellenebileceği sanısının, kısacası parlamenter yanılsamaların itirafıdır dikkat çektiğimiz vurgu. “Yeni durum”la birlikte parlamentonun “artık” gereksizleştiği vurgusu yanılgılardan kopuş, ileriye doğru atılan bir adımı değil ama farklı yanılgılara savrulmayı, yalpalamayı anlatmaktadır.
Bu ifadelerin diğer karşılığı da mücadele araçları, bunların niteliği ve işleyişini kavramamaktadır. Yine bununla bağlantılı olarak taktik politikayı önemsizleştirmektir.
Parlamento kürsüsünden faydalanıp faydalanmamanın ölçütü onun niteliği değildir. Seçime katılım ya da boykot tavrı belirlenirken hangi tavrın verili anda amaca ve zamana uygun mücadele yöntemi olduğundan hareket edilir. Seçime katılım parlamentonun işlevli, nitelikli olduğuna işaret etmediği gibi boykot tavrı da işlevsiz, niteliksiz olduğundan hareketle belirlenmez.
Parlamento tarihsel işlevini yitirmiş olsa da politik işlevini hala korumaktadır. Politik işlevini hala koruyor olması onu bizler için kimi koşullarda kullanılabilir kılmaktadır.
Bir sonraki seçimin hangi koşullarda gerçekleşeceğine vakıf olmadan, bugünden o ana ilişkin tavır salık vermek, parlamento kürsüsünden faydalanmanın gereksizliğinden dem vurmak subjektivizme işaret eder. Ayrıca bu yaklaşım tarzı komünistlerin olay ve olguları ele alış biçimini yansıtmaz. Komünistler için taktik politika verili anda somut duruma, amaca en uygun mücadele yöntem ve araçlarının saptanmasıdır. Elbette taktik politikanın bütüne; esas amaca tabi olması, hizmet etmesi zorunluluğu vardır.
Seçimlere katılım somut duruma en uygun tavır, parlamento kürsüsünden faydalanmak genel amaca en uygun araç olduğu dönemlerde bu yöntem ve araçlar komünistlerin gündeminde olacaktır.
Başkaya, “aynı şekilde artık verili ‘yasal çerçevede’ hak arama imkanı da yok, zira, ortada adalet, hukuk diye bir şey yok” dedikten sonra, “şeylerin seyrini değiştirmek gibi kaygısı” olanlara meclisi terk etme çağrısı yaparak, mücadeleyi “asıl bulunmaları gereken zemine taşımaları” gerektiğini salık veriyor, ardından da “TBMM’nin alternatifi de Halk Meclisleri, Halk Konseyleri vb. olabilir” diye ekliyor.
Başkaya, reformlar için mücadelenin niteliğini kavramadığı gibi, birbirinden farklı işleve sahip araçları birebirleştirmekte, parlamentoda olmanın diğer alanlarda olmayı dıştaladığını düşünmekte, dahası iktidar sorununu önemsizleştirmektedir.
Marksistler hiçbir mücadele biçimini mutlaklaştırmadıkları gibi reddetmezler de. Burjuva parlamentosunun sorunlara çözüm üretme yeri olmadığını bilirler ama somut duruma, amaca uygun düşüyorsa ondan faydalanmayı ihmal etmezler. Demokrasinin nihayetinde bir devrim sorunu olduğunu bilirler ama bu taleple kitlelerin karşısında çıkmaktan geri durmazlar. Tabi ki, yanılsamalara kapılmadan, yanılgılara izin vermeden. Lenin yoldaş “amaca uygun olması koşuluyla bütün mücadele araçlarının, bütün plan ve yöntemlerin ilke olarak kabul edilmesiyle, taktikten söz edilmek istendiğinde verili politik anda şaşmazlıkla yürütülen bir plan tarafından yönetilme talebini birbirine karıştırmak, tıp tarafından çeşitli tedavi yöntemlerinin kabul edilmesiyle, belirli bir hastalığın tedavisinde belirli bir sistemi uygulama talebini birbirine karıştırmak aynı anlama gelir” (Ne Yapmalı, s.54) diyordu kafa karışıklığına dikkat çekerken.
Başkaya, birbirinden farklı işleve sahip araçları birbirinin alternatifiymiş gibi sunarken iktidar sorununun alanında top çeviriyor sonra da böyle bir sorun yokmuş gibi davranarak amorf araçlar öneriyor. Bu önerilerinin mevcut devlet iktidarının araçlarına tahammül göstererek, onunla yan yana varlığını sürdürebileceğini sanarak sunuyor. Sen tahammül göstersen de devlet tahammül göstermeyecektir, diye hatırlatmış olalım.
Bu çözüm önerisi iktidar sorununu kavramaktan uzaktır. Parlamentonun alternatifi olarak “Halk Meclisleri/Konseyler” önermek ama mevcut devlet gerçekliğine dair tek söz etmemek başka bir anlam ifade etmez. Çünkü sorunun tam da iktidar sorunu olduğu noktada Başkaya hiçbir şey söylemiyor.
Örgütlenme aracını -Halk Meclisleri, Konseyler- denetleme, yasama organının alternatifi olarak önerip gerçek sorunu göz ardı etmek, iktidar için mücadele zorunluluğunu kavramamaktır. Kurtuluşu hedeflemeden, kurtuluş için harekete geçmeden yönetime talip olmak ciddiye alınacak bir davranış değildir. Devlet göz ardı edildiğinde o “mış gibi” yapmaz, kendini hatırlatır hem de acımasızca! Yakın zamanımızda bunun örneklerini yaşadık.
“Şeylerin seyrini değiştirmek” önerisinde içerili olan reformizmdir. Bu kavrayışta olanlar 24 Haziran öncesi parlamentarizmle mevcut saldırıları engelleyebileceklerine karşı çıktıkları şeyleri değiştirebileceklerine inanıyorlardı. 24 Haziran sonrası için bu hayaller yıkılmamıştır, bir kopuş söz konusu değildir; çünkü hala yeni araçlarla bunun mümkün olduğu propaganda ediliyor.
“Şeylerin seyrini değiştirmek” yazıya edebi bir içerik kazandırmak için tercih edilmemiştir; sınıfsal konumlanışın, kişinin temsil ettiği siyasal anlayışın ufkunun sınırları bu tercihi belirlemiştir.
Başkaya, “mücadelenin başarısı için üzerinde önemle ve ısrarla durulması gereken bir şey de ‘geleneksel örgüt modellerinin’ ve ‘mücadele tarzlarının’ artık bir işe yaramadığını açıkça, ikircikli olmayan bir tarzda kabul etmektir… Örgütlerin kendilerinin kurtuluşunun önünde bir engel oluşturdukları gözden kaçıyor… Asıl önemli olan kitlelerin öz hareketleridir…” diye buyuruyor.
Başkaya’nın meftun olduğu Troçki’nin sözlerinin içeriksizliğine dikkat çekmek için Lenin yoldaş, “parlayan her şey altın değildir” diyordu. Yukarıdaki sözlerin içeriksizliğine dair de aynı şey söylenebilir.
Parlamentoya dair beklentilerin karşılanmaması akabinde, Başkaya, faturayı örgüt modellerine, mücadele tarzlarına kesiyor. –Buna pek hevesli olduğuna dikkat çekelim. Örgütlü mücadelenin alternatifi olarak da kendiliğindenciliği öneriyor. Öncünün değersizleştirilmesi dahası gereksizleştirilmesi, onun karşısına kendiliğindenciliğin konulması oportünizmin yaklaşımıdır. Proletaryanın iktidar mücadelesinde süreklilik gösteren örgütlere ihtiyacı vardır; çünkü onun “iktidar uğruna mücadelede örgütten başka hiçbir silahı yoktur.” (Lenin) Bu gerçekliği önemsizleştirip onu -proletaryayı- burjuvazi karşısında savunmasız bırakmak, yenilik adına kendiliğindenciliği salık vermek, onun kurtuluş mücadelesi önünde engel olmak için kafa yormak olarak da yorumlanabilir.
Stalin yoldaş konuyla alakalı olarak, “kendiliğindencilik teorisi oportünizmin teorisidir, işçi hareketinin kendiliğindenliğe tapma teorisidir, işçi sınıfının partisinin önder rolünü gerçekte yadsıma teorisidir” diyordu.
Kendiliğindencilik “şeylerin seyrini değiştirmek”le ilgilenir, yetinmecidir, ufku sınırlıdır, iktidarı hedeflemez, nihai amacı hiçleştirirken hareketi kutsar, “hareket her şeydir” diye vaaz verir.
Öncünün tarihsel rolünü yadsımak, hiçleştirmek Marksistlerin tavrını yansıtmaz. “Marksizm, yalnızca işçi sınıfının politik partisinin, komünist partinin, proletaryanın öncüsünü ve emekçi yığınların bütünün birleştirme, yetiştirme ve eğitme yeteneğinde olduğunu yine yalnızca bu partinin söz konusu yığınlar içerisinde kaçınılmaz olarak bulunan küçük burjuva dalgalanmalara, proletarya içerisindeki dar mesleki birlik anlayışı geleneklerine ve ön yargılara karşı durabileceğini, onları politik olarak yönlendirip bu yoldan emekçi halkın tüm kitlesini harekete geçirebileceğini öğretir” (Lenin, Halkın Devlet Yönetimine Katılımı Üzerine, Yordam, s. 267) derken Lenin yoldaş Marksizm’in tahrifatından ibaret bu türden akıl hocalığı karşısında bizi uyarma görevini yerine getirmişti. “Yeni”yi arayanların bilindik devlet aygıtını bu derecede ihmal etmeleri, kitlelerin kendiliğinden hareketinden veya çeşitli oportünist akımların birliğinden medet ummaları sadece “açmaz”larını gösterir, başka bir şeyi göstermez!