Emperyalistler arası dalaş derinleşiyor. Bir tarafta ABD-AB’nin belli başlı devletleri, öteki tarafta Rusya ve Çin Ortadoğu’dan L. Amerika’ya, D. Avrupa’dan Asya-Pasifik bölgesine kadar acımasız bir hâkimiyet mücadelesine tutuşmuş durumdalar.
Haziran ayında gerçekleşen NATO ve G-7 zirveleri ile sonrasındaki Biden-Putin görüşmesinden çıkan sonuçlar emperyalist rekabetin keskinleşmeye devam edeceğini, yer yer blok halinde hareket eden emperyalist güçler arasındaki gerginliğin büyüyeceğini göstermektedir. Trump sonrası, yeni Başkan Biden ile birlikte ABD NATO ve G-7’yi daha aktif kullanmak, bu kurumlar aracılığıyla AB ve Japonya’yı Rusya ve Çin’e karşı arkasına almak niyetinde olduğunu ortaya koymuştu. Zirvelerden çıkan sonuçlar ABD’nin bu amaç doğrultusunda hareket ettiğini somutlaştırdı. Örneğin NATO strateji belgesinde Çin ilk defa “tehdit” olarak görüldü. Bu ABD’nin istediği bir sonuçtu. G-7’de de Çin’in “Kuşak-Yol” projesine karşı alternatif bir proje konusunda anlaşıldı. Böylece ABD’nin Biden ile birlikte dağılmaya yüz tutmuş Batı bloğunu tahkim etmeye başladığı, bunun için somut adımlar da attığı ortaya konmuş oldu.
TC açısından ise NATO zirvesi ABD’ye bağlılığın yinelendiği, dış politikada başlayan “dönüş”ün Biden döneminde alenileşerek devam ettiğini gösterdi. Hiç de şaşırtıcı olmayan bir biçimde, emperyalistlerin çıkar dalaşına sahne olan arenada “dans ettiği” ileri sürülen TC’nin aslında ve özellikle ABD politikalarının açmazlarına yaslandığı, safların görece netleşmesiyle bağlı olduğu efendisinden yana pek gönüllü uşaklık rolü üstlendiğine tanık olduk.
NATO VE G-7 ABD’NİN DENETİMİNDE MİDİR?
Bu zirveler ABD’de Biden’ın Başkan seçilmesinin ardından gerçekleşen ilk zirvelerdi. Başkan Trump’ın aksine Biden, yeni dönemde NATO ve G-7 gibi oluşumları Rusya ve Çin ile girişilen rekabette etkin kılmayı amaçladığını ifade etmişti. 2008 yılından itibaren ABD ekonomisinin itibar kaybetmesi dünya üzerindeki hegemonya dalaşında dengeleri önemli derecede sarsmış ve Trump da dengenin ABD lehine yeniden kurulması için “önce ABD” ve “yeniden güçlü ABD” söylemleriyle simgeleşen, NATO ve G-7’nin zararına politikalar izlemişti. Aynı süreçte hem Çin hem Rusya ise uluslararası politika ve ekonomi alanında çeşitli devletlerle ilişkilerini ABD aleyhine geliştirdiler. Rusya ekonomik olarak yetersiz de olsa askeri ve siyasi manevralarla Ortadoğu’dan D. Avrupa’ya geniş bir coğrafyada etkinliğini artırdı. Çin ise ekonomik olarak ABD’yi yakalayacak derecede gelişme gösterip, aynı zamanda askeri ve siyasi gücünü de önemli bir seviyeye çıkarmayı başardı. Bugün Çin’in etkin olmadığı, ABD ile rekabete girişmediği bir alan veya bölge yok gibidir.
ABD’nin güç yitirmesi özellikle Fransa ve Almanya ile ilişkilerini yıpratmış ve NATO da G-7 de bundan önemli derecede zarar görmüştür. Biden bu durumu da düzeltmek için seçilen bir başkandır. Sözü edilen ortakların seçim sürecinde Biden’ı açık bir biçimde desteklemiş olmalarında ona biçilen bu misyon belirleyici bir rol oynamıştır.
SONUÇLAR ABD’NİN LEHİNE
Nitekim 14 Haziran’da Brüksel’de gerçekleşen NATO zirvesinden çıkan sonuçlar ABD’nin, istediğini büyük oranda aldığını göstermiştir. Zirvenin en önemli sonucu “NATO 2030 strateji belgesi”nin kabul edilmiş olmasıdır. En son 2010’da kabul edilen bir önceki strateji belgesi Rusya ve Çin’in yükselişini yeteri kadar dikkate almadığı için artık ABD’nin ihtiyacını karşılamıyordu. Yeni belgede ise öncelik “Rusya tehdidine” verilmektedir. Belgede D. Avrupa ve Karadeniz’de NATO varlığının güçlendirilmesi, böylece Rusya üzerindeki kuşatmanın sıkılaştırılması planlanmaktadır. Bununla birlikte, net bir tarih belirtilmemiş de olsa Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO üyesi yapılmasına yeşil ışık yakılmıştır. Ukrayna ve Gürcistan’ın olası NATO üyeliği Rusya için çok önemli bir olgudur. Zira bu ülkelerin NATO’ya üye olmaları halinde Karadeniz bir NATO gölüne dönüşecektir. Dahası NATO Rusya sınırına dayanacaktır! Rusya, arka bahçesi olarak gördüğü bölgedeki olası bu NATO üyeliklerini topraklarına yönelik bir saldırı girişimi olarak görmektedir. Demek oluyor ki ABD önümüzdeki süreçte Gürcistan ve Ukrayna’nın üyeliğini sık sık gündeme getirecek ve Rusya’yı kışkırtmaya devam edecek, böylece Rusya’yı ödünler vermeye zorlayacaktır.
NATO’nun açıkladığı strateji belgesinin bir diğer önemli tespiti artık Çin’in de bir tehdit unsuru olduğudur. NATO belgelerinde Çin’in “tehdit” olarak gösterilmesi bir ilktir. ABD uzun zamandır kendi hegemonyasına yönelik esas tehdidin Çin olduğu iddiasındadır. Çin’in ekonomik gücünü artırmasını, etkinlik sahasını genişletmesini önlemek adına yoğun bir çaba içinde olduğu bilinen ABD Çin’in iç sorunlarını kaşımak da dahil olmak üzere birçok alanda etkin bir çalışma yürütmektedir. Bu kapsamda Obama döneminden itibaren askeri gücünü Asya-Pasifik bölgesinde yoğunlaştırmaya başlamıştı. Japonya, Avustralya, G. Kore, Hindistan gibi ülkeleri bir araya getirerek bölgede Çin’e karşı bir cephe yaratmaya çalışmaktadır. NATO’yu ve onun aracılığıyla Almanya, Fransa ve İngiltere’yi bölgeye çekerek Çin’in çevresine ördüğü kuşatmayı çok daha sıkı hale getirmeyi düşünmektedir. Aynı zamanda Ortadoğu’da, Afrika’da ve D. Avrupa’da yayılmaya çalışan Çin’in karşısına NATO’yu çıkararak, onun etki alanını daraltmak niyetindedir. NATO’nun 2030 strateji belgesinde Çin’in tehdit olarak gösterilmesi bu hedefler doğrultusunda atılmış bir adımdır. Önümüzdeki süreçte NATO’nun Asya-Pasifik hattında daha çok görüneceği söylenebilir.
Özetle, ABD NATO’yu odağına Rusya ve özellikle de Çin’i alacak biçimde yeniden yapılandırmaktadır. Değişen güç dengeleri, Çin’in hızlı yükselişi ABD’yi buna mecbur kılmaktadır.
Bununla birlikte NATO, ABD’nin dünya haklarına karşı başlatacağı yeni saldırı ve gerçekleşecek işgallerde merkezi bir rol oynamaya devam edecektir.
KUŞAK-YOL’A ALTERNATİF ÇİN’E YÖNELİK BİR HAMLEDİR
İngiltere’de gerçekleşen G-7 zirvesinin de odağında Çin’in yükselişi vardı. Nitekim zirveden çıkan en önemli sonuç üye ülkelerin Çin’in Kuşak-Yol projesine alternatif olabilecek bir projenin devreye konması konusunda anlaşılmış olmasıdır. Kuşak-Yol Çin’in Orta Asya’dan Afrika’ya, Ortadoğu’dan Avrupa’ya kadar geniş bir coğrafyadaki pazarlarda hâkim güç haline gelmesini amaçlayan bir projedir. Çin yaklaşın 4 trilyon dolarlık bir kaynak ayırdığı bu proje kapsamında gerek denizden gerek karadan yeni ticaret yolları inşa ederek meta ihracını büyük oranda artırmayı amaçlamaktadır. Ayrıca Çin bu proje kapsamında birçok yarı-sömürge ülkeye doğrudan altyapı yatırımı yapma veya bunun için kredi sağlama yoluyla devasa miktarlarda sermaye ihracı gerçekleştirmeyi, böylece bu ülkeleri kendine bağımlı hale getirmeyi hedeflemektedir.
Görüldüğü gibi Kuşak Yol projesinin önlenmesi ABD açısından stratejik bir önemdedir. Bu projenin gerçekleşmesi ABD’nin hegemon güç iddiasının altının iyice boşalması anlamına gelecektir. ABD bugüne kadar bu projeyi sabote etmek için siyasi, askeri birçok hamle yapmıştır. Nitekim Çin’in çevrelenmesinin nedenlerinden biri bu projenin engellenmesidir. Şimdi de ABD Avrupalı emperyalistler ve Japonya’nın desteği ile devreye alternatif bir proje sokarak Çin’in projesini akamete uğratmayı hedeflemiştir. G-7 ‘de kabul edilen proje yarı-sömürge ülkelere doğrudan altyapı yatırımı veya krediler yoluyla ABD ve müttefiklerinin daha çok sermaye ihraç etmesini, böylece bu ülkeler üzerindeki Çin etkisini yok etmeyi amaçlamaktadır. ABD şimdiye kadar Çin’in ekonomik yayılmacılığına karşı koymakta zorlandı. Çin bol ve ucuz kredilerle ABD’nin avucundaki birçok yarı-sömürgede önemli yatırımlar gerçekleştirdi. Ancak G-7 zirvesinde de gördüğümüz üzere ABD müttefiklerinin de desteği ile ekonomik alanda Çin’i sıkıştıracak hamleler tasarlamaktadır. ABD Çin’e karşı daha kapsamlı bir strateji izlemeye başlamıştır.
PUTİN SIRTINI ABD’YE YASLAMAMAKTADIR
NATO ve G-7 zirvelerinin ardından 15 Haziran’da İsviçre’de ABD başkanı Biden ile Rusya başkanı Putin arasında önemli bir görüşme gerçekleşti. Bu iki rakip emperyalist gücün liderlerinin hem de dört saat gibi uzun bir süre görüşmeleri bazı kesimleri şaşırttı. Zira Biden’ın göreve gelmesinin ardından ABD ile Rusya arasındaki gerilim sürekli tırmanmıştı. ABD ve Rusya daha yakın bir geçmişte Ukrayna üzerinden karşı karşıya gelmiş, savaş tehditleri havada uçuşmuştu. Biden Putin’e “katil” demiş, Rusya’ya karşı yeni ekonomik yaptırımları devreye koymuştu. Dahası Biden neredeyse yaptığı her konuşmada “Rusya tehdidi”ne vurgu yapmıştı. Son olarak da NATO’nun yeni strateji belgesinde Rusya “baş tehdit” olarak tanımlanmış ve bu ülkenin kuşatılması ve sıkıştırılmasına yönelik yeni adımlar atılacağı ilan edilmiştir. Elbette ABD, Ortadoğu’dan D. Avrupa’ya Kafkaslardan Afrika’ya kadar etki alanını genişleten Rusya’yı hegemonyasına yönelik önemli bir tehdit olarak görmektedir. ABD açısından Rusya’nın yayıldığı alanlardan püskürtülmesi, etkisinin kırılması küresel hâkimiyetini yeniden tesis edebilmesi için bir zorunluluktur. Ancak ABD’nin “Rusya tehdidi”ni bu kadar öne çıkartmasının ve bu devletle gerginliği tırmandırmasındaki temel amacı NATO’yu yeniden etkin hale getirmek ve AB’yi arkasına almaktır. Biden görece zayıf olan AB’nin nihayet ABD’ye muhtaç olduğunu düşünmektedir. Rusya bu nedenle öncelikli tehdit unsuru ilan edilmiştir. Ancak ABD hegemonyasına yönelik esas tehdidin Çin’den geldiğini düşünmektedir. Çünkü Rusya her ne kadar askeri ve siyasi olarak büyük bir rakip olsa da ekonomik olarak görece zayıf olması nedeniyle ABD açısından nispeten daha kolay bir rakiptir. Oysa Çin git gide yükselen ekonomik gücü ile ABD’nin doğrudan sistem içindeki “küresel liderlik” konumunu tehdit etmektedir. Bu sebeple ABD orta ve uzun vadede güçlerini esas olarak Çin’le mücadeleye yoğunlaştırmayı planlamaktadır. Dolayısıyla Çin’i mümkün olduğu kadar çok yalnızlaştırıp, tecrit etmek ABD’nin stratejik hedeflerinden biridir. Bu doğrultuda en azından uzun vadede Rusya’yı Çin’den uzaklaştırmayı amaçlamaktadır. Bunu sağlayabilmek için Rusya ile pazarlıklar da yapabilir, birtakım tavizler de verebilir.
En son İsviçre’de gerçekleşen Bide-Putin görüşmesini de bu minvalde okumak gerekir. ABD her ne kadar gerginliği tırmandırsa da aklının bir köşesinde Rusya’yı Çin’den koparmak hayali vardır. Altını çizmek gerekir ki Rusya ve Çin’in pürüzsüz bir ilişkisi yoktur. Bu iki devlet arasında geçmişten bu yana toprak ve sınır anlaşmazlıkları dahil birçok sorun yaşanmış ve bu sorunların önemli bir kısmı bugüne kadar varlığını korumuştur. Bunun yanında Rusya ve Kafkaslar, Orta Asya, D. Avrupa gibi kendi arka bahçesi olarak gördüğü bölgelerde Çin’in etkisini artırmasından rahatsızdır. Kuşkusuz ABD de bu çelişkilerin farkındadır ve önümüzdeki süreçte bu çelişkileri daha çok kaşıyacaktır. Ancak yakın veya orta vadede ABD’nin Rusya’yı Çin’den koparabilmesi mümkün görünmemektedir. Rusya ABD’nin ittifak içinde olduğu AB’li emperyalistleri ve Japonya’yı nasıl itaate zorladığını görmektedir. Rusya ABD ile yakınlaşması halinde kendi yayılmacı hayallerini hayata geçirme konusunda sıkıntı yaşayacağını, ABD’nin pastadan kendisine bıraktığı kırıntılarla yetinmek zorunda kalacağını bilir. Dolayısıyla şu aşamada ABD ile yakınlaşmayacak, Çin’le ilişkilerini bozmayacaktır. Uzun vadede ise güçler dengesindeki değişime bağlı olarak emperyalistler arasındaki ittifaklarda da çeşitli değişimlerin yaşanabileceğini tarihsel deneyimlerden biliyoruz. Düne kadar birbirine “düşman” olan emperyalistler çıkarlarını uyuşması durumunda “dost” haline gelmekte, “dost” olanlar da çıkar çatışmaları yaşadıklarında birbirinin “düşman”ı olabilmektedir. Dolayısıyla emperyalistler arasındaki bloklaşmayı katı, değişmez bir olgu olarak ele almamak gerekir.
BİR HİLKAT GARİBESİ POLİTİKANIN ÇARESİZLİĞİ
Son olarak TC’nin NATO zirvesinde takındığı tavra ve zirve kapsamında gerçekleşen Biden-Erdoğan görüşmesine değinmek gerekir. Bir cümle ile özetlemek gerekirse bu zirvede TC ABD ve AB’ye yeniden sadakat yemini etmiştir. Bilindiği üzere TC ABD ve AB ile birçok başlıkta sözde gerilim yaşamaktaydı. Bu gerilimin temelinde Türk hâkim sınıflarının kendilerine Ortadoğu’da alan açabilmek adına Rusya’ya yakınlaşması, emperyalistler arasındaki çatışmalarda görece denge unsuru gibi davranması yatıyordu. TC özellikle Suriye’de var olabilmek adına Rusya’ya birçok taviz vermişti. ABD ve AB ise temel politikalarda kendine biat eden TC’ye bu ilişkileri nedeniyle baskı uygulamış, ekonomik yaptırımlarla bu ilişkiyi bitirmesini istemişti. Türk devleti özel çıkarlarını bahane ederek ve emperyalist politikalarla uyumunu da özellikle vurgulayarak bu politikasını sürdürdü.
Bu ilişkinin koşulunun kalmadığını artık TC de kabul etmiş görünmektedir. Biden’ın Başkan seçilmesiyle ABD’nin ilk işi yarı-sömürgelerin iplerini yeniden sıkılaştırmak olmuştur. Bu kapsamda Biden uşaklarının Rusya ve Çin’le ilişkilerini geliştirme ve izin vermeyeceğini açıkça ilan etmişti.
Nitekim Türk hâkim sınıflarının temsilcileri de bu durumu görüp dış politikada ABD-AB’ci çizgide durduğunu göstermek zorunda kaldılar. Bu doğrultuda son dönemde Mısır, S. Arabistan, İsrail gibi ülkelerle ilişkilerin düzeltilmeye çalışılması, İhvan’a verilen desteğin çekileceğine ilişkin işretler verilmesi ve Yunanistan’la masaya oturmak gibi ABD ve bazı AB devletlerinin talep ettiği birçok adım da atıldı. Aynı süreçte RTE-AKP’nin söylemleri değişmeye başlamış, sahte anti-Amerikancı söylemlere son verilerek ABD ve AB’ye sıcak mesajlar verilmeye başlanmıştı. NATO zirvesi kapsamında gerçekleşen Erdoğan Biden görüşmesinden çıkan sonuçlar TC’nin dış politikadaki U dönüşüne tam gaz devam edeceğinin açık bir göstergesidir. Zaten RTE ABD ve AB’nin güvenini yeniden kazanmak adına zirve boyunca ne kadar NATO’cu olduğunu ispatlamaya çalışmış, ittifakı Karadeniz’den Ortadoğu’ya geniş bir bölgede daha aktif olmaya çağırmıştır. Aynı amaçla Biden ile görüşmesinde Rusya ve Çin’den uzaklaşacağının ve iyi bir uşak olacağının da garantisini verdiği anlaşılmaktadır. ABD ve AB’nin çekilmek zorunda kaldığı Afganistan’da NATO’nun jandarması olarak kalmak istemesinin başka bir anlamı yoktur. ABD de bu gönüllü taşeronluk istemini memnuniyetle karşılamıştır. Bu doğrultuda ABD’nin TC’yi Ukrayna gibi NATO’nun Rusya ile karşı karşıya geldiği alanlarda daha aktif olmaya teşvik edeceği söylenebilir.
Bununla birlikte TC her ne kadar NATO adına Afganistan’da kalmaya niyetlense de Taliban bunu kabul etmediğini açıklamıştır. Dolayısıyla ABD ve Rusya gibi emperyalist güçlerin dahi işgal etmekte zorlandığı, büyük kayıplar vererek geri çekildiği Afganistan’ın TC için büyük bir cehennem olma potansiyeli taşıdığı açıktır. Diğer yandan Erdoğan’ın tekrar güçlü bir şekilde ABD’ye biat etmesi iç politikaya da etki edecektir. Bu balı başına farklı analiz edilmesi gerekli kıldığı işçin girmiyoruz.
SALDIRIYA HAZIRLANANLARA KARŞI DİRENİŞE HAZIRLANALIM
ABD emperyalizmi küresel hegemonyasını yeniden tesis etmek için elindeki tüm imkânları seferber ederek yeni bir saldırı dalgası başlatmaya niyetlenmektedir. Bu yeni saldırı konseptinde dünya halklarının baş düşmanı NATO yine başrolde olacaktır. Ancak ABD emperyalizmi ne kadar çabalarsa çabalasın sistem içindeki üstün konumunu kısa ve orta vadede korusa da uzun vadede hegemonyasını sürdürebilmesi mümkün görünmemektedir. Kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası nedeniyle ABD güç kaybederken rakipleri güçlenmektedir. Ne var ki ABD’nin bu hamlelerini en belirgin sonucu yeni bir emperyalist paylaşım savaşı olasılığını hızla yakınlaştırmış olmasıdır. Bu sistemde emperyalistler arası güçler dengesi bir kere bozulduğunda paylaşım savaşları da kaçınılmaz hale gelmektedir. Kimse emperyalist iki tarafta da nükleer silah varken savaş olmaz söylemlerine kanmamalıdır. Şu ya da bu emperyalist kazanacağını düşündüğü an nükleer bir savaş başlatmaktan geri durmaz. Bu olasılığı ortadan kaldırabilecek yegâne güç proletaryanın önderliğinde savaşacak dünya halklarıdır. Dünya halkları örgütlenip emperyalist-kapitalist sistemi yıkmadığı sürece halkların yaşamını cehenneme çevirecek emperyalist paylaşım savaşlarını önlemek mümkün değildir.