[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından 2022 yılı 2. çeyrek büyüme rakamları paylaşıldı. Paylaşılan bu büyüme rakamları, Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’nın (GSYİH) yani belirtilen süreç içerisindeki hizmet ve üretim miktarının finansal açıdan değerlendirilmesini ifade etmektedir. Bu büyüme rakamları genellikle geçmiş yılların veya yılın bir bölümünün GSYİH’si baz alınarak, bu hacmin ne oranda gelişim veya gerileme sergilendiğini belirtmektedir. Bu büyüme rakamları ülkenin ekonomik politikalarının ne yönde ilerlediği ve gelecekte nasıl bir ekonomik görünüm sergileyeceğini ele vermesi açısından önemlidir. Ancak ekonomik büyüme rakamları tek başına olumlu veya olumsuz bir gelişimi ifade etmemektedir. Büyümenin niteliği, dengesi veya bir başka deyişle GSYİH’nin gelişim veya gerilemesine etki eden faktörlerin kendisi incelenmeye muhtaçtır. Ayrıca ekonomik gelişimin niteliği sorunu ülkelere göre de farklı göstergelere işaret etmektedir. Bir emperyalist ülkenin elde ettiği ekonomik büyümenin niteliği ile bağımlı bir ülkenin ekonomik büyüme rakamlarının işaret ettiği olgular farklı olmaktadır.
EKONOMİK BÜYÜMEYE ETKİ EDEN ALANLAR
2022’nin 2. çeyreğine ait ekonomik büyüme rakamları yüzde 7,6 olarak açıklanmıştır. Bu büyümenin baz etkisi denen yani bir önceki yıl yaşanan küçülmeden kaynaklandığını belirtmek gerekmektedir. Büyümeye etki eden alanların başında yüzde 26,6 ile finans sektörü yer almaktadır. Bu durum yeni değildir, geçmiş süreçte de aynı biçimde finans ve sigortacılık sektörü ekonomik büyümenin temel dayanağı olan faaliyetler olmuştur. Birinci çeyrekte yüzde 24,4 civarı bir büyüme sergileyen finans ve sigortacılık alanı bu artış eğilimini sürdürmektedir. Sanayi alanı ise çok küçük bir katkı ile birinci çeyreğe göre yüzde 0,4’lük bir artış ile, yüzde 7,8 oranında ekonomik büyümeye katkı sağlamıştır. Bilgi ve iletişim alanı 1. çeyrekte aldığı ivmeyi kaybederek yüzde 5,3’lük bir büyüme gerçekleştirebilmiştir. Tarım ve inşaat sektörlerinde ise bir gerileme söz konusudur. Tarım, ormancılık ve balıkçılık alanında yüzde 2,9 oranında bir azalma söz konusu iken inşaat alanında ise yüzde 10,9 oranında bir küçülme söz konusudur. Bu rakamsal değerlerin ne anlama geldiği ve ne biçimde bir ekonomik büyümenin söz konusu olduğunu ayrıntılı bir biçimde incelemek gerekmektedir.
EKONOMİ POLİTİKALARININ ŞEKİLLENİŞİ
Türkiye ekonomi politikaları, son yıllarda yüksek oranlı ekonomik büyüme üzerine kuruludur. Bu durumun birden fazla sebebi bulunmaktadır. Birincisi yarı feodal, yarı sömürge bir devlet olarak ekonomisi emperyalizme göbekten bağımlıdır. Ekonomisinin bel kemiğini emperyalizmin sermaye ihracı yolu ile ülke kaynaklarını talanı oluştururken, bu bağlamda ekonomik gelişim için sürekli olarak finans ithal edilmek durumundadır yani sıcak paraya ihtiyaç duymaktadır. Doğrudan Yabancı Sermaye Yatırımları (DYSY), ekonomik gelişimdeki pozitif artışa katkıda bulunmaktadır. Bu sıcak para akışının sağlanabilmesi için ise birkaç parametrenin oluşması gerekmektedir. Bunların başında ise “uluslararası yatırımcılara güven ortamı yaratmak” yani emperyalist sermayenin ülke kaynaklarını talan edebilmesi için uygun ortamın sağlanması ve korunması gelmektedir. Uluslararası likiditenin, fonların ve sermaye akışının yani sermaye ihracının azaldığı, borçlanma olanağının sınırlandığı durumlarda ise bu gibi ülkeler için kuvvetli resesyon ihtimali ve ağır kriz riskleri baş göstermektedir. Ayrıca ekonomik büyümenin finansal yollardan sağlanması, finans hareketliliği için ise düşük faiz yoluna gidilmesi yani arz yönlü ekonomik bir gelişim izlendiği görüntüsünü oluşturmaktadır. Bu şekilde sermaye girdisinin ve DYSY’de artışın da sağlanacağı belirtilmektedir. Ancak reel görünüm bu şekilde gerçekleşmemekte, düşük faiz oranları finans kurumlarının devlet fonlarından ve hazineden daha düşük faiz ile borçlanmasına ve yüksek kârlar elde etmesine yol açmaktadır. Borsa şirketleri, sigorta şirketleri ve bankalar ciddi kârlar elde ederek gelişmeye devam etmektedir. Bunun bilinçli bir politikanın ürünü olduğu açıktır. Düşük faiz üretimde ciddi bir yükseliş sağlayamamakta, bununla birlikte hane halkına düşen tüketim payı artmaktadır. Ayrıca düşük faiz politikasının genişleyen para politikası ile birlikte enflasyona sebep olduğu ve alım gücünü ciddi oranda zayıflattığı görülmektedir. Bu durum da tüketim harcamalarının GSYİH içindeki payının büyük bir yer kaplamasına yol açmaktadır. Ayrıca Türkiye’de son yıllarda finans ve sigortacılık kurumları büyük ölçüde büyümenin temel dinamosu olmakla birlikte herhangi bir sermaye birikimine yol açmamakta, yani sermaye yoğunlaşması yaratılarak üretimin gelişmesi de sağlanamamaktadır.
CARİ AÇIK VE ENFLASYON, “BÜYÜYEN” TÜKETİM HARCAMALARI
Ekonomik büyüme hedefi ile uygulanan Merkez Bankası para politikaları, büyüme hedefini yerine getirmekte, ancak planlanan risk azaltıcı faktörlerin hiçbiri karşılık bulmamaktadır. Bunların ilki, yaz ayları ile birlikte kur farkında yaşanan artışın rekabetçi yönü geliştireceği ve bunun da DYSY artışına sebep olacağı, bu durumun da dolayısı ile üretime doğrudan katkı yaparak ihracatı artıracağı var sayılmaktaydı. Artan ihracat ile de uygulanan para politikası kaynaklı artan cari açığın dizginlenmesi öngörülmekteydi. Ancak sadece temmuz ayı itibari ile cari açık 32,4 milyar dolara ulaşmıştır. Bir diğer öngörü ise yatırımların ve üretimin artışı ile birlikte enflasyonun da düşme eğilimi göstereceğiydi. Ancak enflasyon yangını da durdurulamamış, aksine kış ayları ile birlikte daha yıkıcı rakamlara ulaşacağı varsayılmaktadır. Yükselen enflasyon ve satın alma gücünün erimesine karşın öngörülen üretim ve istihdam artışı gerçekleşmemiş aksine, toplumun geniş kesimlerinde enflasyon ve hayat pahalılığının artacağı izlenimi iç tüketimi artırmaktadır. Bu artış da büyüme rakamlarının içerisinde yer alan kalemlerden biridir. Büyüme rakamları hesaplanırken tüketim kalemi önemli bir yer tutmaktadır. Burada zaman zaman ülkelerin tüketimi ve talebi artırmak için uyguladıkları düşük faiz politikaları ile fazla para piyasaya sürme yöntemi yani niceliksel gevşeme uygulandığı düşünülmektedir. Ancak bu tüketim, iç talebi kışkırtarak üretimi artırmak bir yana borçlanmayı da arttırmaktadır. İhracatta görünen yüzde 13,2 dolayında artışa rağmen, ithalat yüzde 40,8 civarı bir artış ile cari açığın devasa oranda artışına sebep olmuştur.
Enflasyonun da etkisi ile ileriki süreçte bu tüketim artışının ciddi sonuçlara yol açacağı öngörülmektedir. Tüketim harcamalarındaki artışta birincil faktörün artan fiyatlar olduğu ve hayat pahalılığı korkusunun hane halkında tüketine yönelimi geliştirdiği saptanırken, ayrıca marjinal harcama ve borçlanmada geri dönüşlerin gerçekleşmeyeceğine dair güçlü göstergeler bulunmaktadır.
ÜRETİMİN BÜYÜME İÇERİSİNDEKİ YERİ
2. çeyrek verilerine göre sanayi yüzde 7,8 oranında bir büyüme kaydetmiştir. Bu büyüme genel büyüme rakamlarının ortalamasının çok üzerinde olmasa da bir gelişmeye işaret ettiği açıktır. Ancak özelikle imalat sanayiinde oluşan bu gelişim seyrinde iç ve dış talebin yeri, yatırım alan sanayi alanları ve tedarik-borçlanma sorunlarının ileriki süreçte yaşanabilecek olumsuz etkilerine karşın nasıl bir önlem alınabileceği konuları ise tartışmalıdır. Sanayi gelişiminin yine büyük bir kısmının iç talebe yönelik olduğu ve ihracata çok küçük katkılar sağlayabildiği belirtilmektedir. Kur oynaklığının dış yatırımı olumsuz yönde etkilediği ve beklenen büyük çaplı krizler sebebi ile uluslararası likiditenin azalması ise bu büyümenin devamına dair kuşkuları büyütmüştür.
Tüketimde görülen artış, üretime henüz yansımamış, ithalatı artırmış, bununla birlikte yıl sonu verilerinin esasta yönelimin ne biçimde seyredeceğini ortaya çıkaracaktır.
Sanayi alanındaki büyüme, iç tüketimin artması ve kuşkusuz ihracat-ithalat girdilerindeki yoğunlaşmış artışla ilgilidir. Bunun sebeplerinden birisi yüksek enflasyonu karşılayacak faiz oranlarının olmaması ve tüketicilerin parayı elde tutmak istememesidir. Bu durum eldeki paranın değer kaybetmesini engelleyecek tüketime yönelmeyi getirmektedir. Geleceğe dair ihtiyaçların şimdiden karşılanması eğilimi oluşmaktadır. Bu bir büyüme yaratmaktadır. İkincisi ise emperyalizmin uluslararası iş bölümünde ucuz iş gücü ve sonucu olarak ucuz üretimden dolayı mal tedarikinde oluşturduğu yeni durumdur. Bunda kuşkusuz Çin ile yaşanan ticari kapışmanın ve Uzak Asya’da maliyetlerin daha fazla olmasının etkisi vardır. İhracata dayalı büyüme aynı zamanda ham madde tedarikinin yoğunlaşması ve ithalatın da artmasını getirmektedir. Nihayetinde bu durum bir üretim genişlemesi ve büyümeyi getirmektedir.
EMEKÇİ HALKIN PAYI
Yüksek oranlı büyüme, dizginlenemez düzeyde enflasyonu, tüketimi artırmaktayken üretime benzer ölçüde etki etmemektedir. Bu durum istihdama olumsuz olarak yansımakta ve borçlanarak yoksullaşmayı artırmaktadır. Yükselen cari açık ve tüketimle büyüme oranı artarken bu büyüme hane halkına büyüyen faturalar ve artan sömürü oranları biçiminde yansımaktadır. İşçi ve emekçilerin bu büyümeye yoksullaşarak katkı verdiği, büyüyenin gerici egemen sınıfların kazançları olduğu da rakamlara da yansımaktadır. 2. çeyrek büyüme rakamlarında işgücü harcamalarının yüzde 36,8’den yüzde 25,4’e gerilediği, karşılığında ise ters orantılı olarak sermayenin kazancının yüzde 42,9’dan yüzde 54’e yükseldiği görülmektedir. Yani büyüme ile birlikte büyüyen, egemen sınıfların kârıdır. Düşen emek ücreti ve istihdam, yükselen enflasyon, hayat pahalılığı ve yoksullaşma açıklanan büyüme rakamlarının tam karşılığı olmaktadır.
Kış süreci ve sonrasının sarsıcı krizlere gebe olması ise yoksullaşan halkın daha zor koşullar ile karşılaşacağı ve artan borçlanmanın ise tamir edilemeyecek sonuçlarının olacağı görülmektedir. Cari açığın bu oranda büyümesi ve yüksek borçlanma sıcak para akışının azalması veya dünya çapında bir kriz durumunda çöküş anlamına gelecektir. Bunun faturası ise yine yoksul emekçi halka çıkacaktır. Büyüme rakamları ve ekonomi politikalarından çıkan sonuç, yoksullaşmanın artacağı ve emekçi halkın, gerici egemen sınıflara karşı örgütlü mücadeleye olan ihtiyacının daha da fazla hissedildiği bir sürecin geleceği olduğunu ifade etmektedir.