20. yüzyılda kapitalizmin doğası gereği açığa çıkan muazzam gelişme, emperyalist aşamaya erişmesiyle doruk noktasına ulaşmıştı. Sanayideki teknik gelişmeler her ne kadar üretime hız kazandırsa da kapitalizmin açgözlülüğü, hırs, rekabet ve dünyaya egemen olma tutkusu aşırı üretime yol açmış, emperyalist aşamaya gelindiğinde -bu yeni çağ- kapitalizmi içerisinde bulunduğu buhrandan kurtulmak için yeni arayışlara sevk etmişti. Böylesi bir atmosferde kuzey yarımküre dipten gelen devrimci dalgalarla sarsılıyordu. Burjuva demokratik devrimler hegemonyayı içinden çıkılmaz bir krize sokuyor, ardından tüm dünyayı kasıp kavuran sosyalist Ekim Devrimi yükseliyordu. Son aşamasına ulaşan kapitalizm, yalnızca emperyalizm çağını değil, aynı zamanda proleter devrimler çağını da başlatmış oluyordu. Sınıf mücadelesinin kapsama alanı gittikçe genişliyordu. Çin Komünist Devrimi sınıf mücadelesinin Asya’dan yükselen ikinci dalgası olmuştu. Tüm bu gelişmelerle birlikte, ulus-devletleşmeyi de beraberinde getiren kapitalizm, özellikle sömürge ve yarı sömürgelerde ezen-ezilen uluslar çelişkisine yol açıyor, ezilen ulusların işgale, ilhaka ve sömürüye karşı anti emperyalist kurtuluş mücadelesi ivme kazanıyordu.
Ezilen uluslar Avrupa’da, Güney Amerika’da ve Asya’da olduğu kadar Ortadoğu coğrafyasında da Filistin ve Kürdistan özgülünde emperyalizme karşı isyanı kuşanıyordu. Emperyalistlerin Filistin’e yönelimi “Yahudi sorunu” konsepti ile bölgedeki zenginliklerin kotarılması doğrultusunda dizayn ediliyordu. Arap yarımadası ile Doğu Akdeniz’i birbirine bağlamasıyla son derece stratejik bir konuma sahip olan Filistin toprakları, emperyalist güçler için hedef tahtasında yerini almıştı.
İngiltere, ABD ve AB emperyalistleri, Ortadoğu’nun zenginliklerini sömürebilmek, yükselen “kızıl tehlike” Sovyetler ve Çin’e karşı bölgede baş aktör olabilmek için Filistin topraklarında bir kukla devlete, daha doğrusu karakola ihtiyaç duyarak İsrail’i fonlamış, siyonizmi palazlandırmış, haksız savaşlarla kuruluşunu teşvik etmiştir. Bir açık hava hapishanesine dönüştürülen Filistin’de kan ve göz yaşı durmaksızın akmaya devam etmiştir. Siyonistlerin 76 yıldır sürdürdüğü imha savaşı (Nakba) Filistinlilerin muazzam direnişlerine sahne olmuş, İsrail, sahip olduğu tüm olanaklara, emperyalistlerin desteğine ve suni “zaferlerine” rağmen savaşta insan faktörünün belirleyiciliğinin defalarca kez somutlandığı direnişi kırmayı başaramamıştır.
Nakba’nın Anlattıkları
Filistin ulusal direnişi hiç kuşku yok ki tarihsel olarak ilerici ve haklıdır. Nakba, günümüzden 76 yıl önce siyonist İsrail’in Filistin topraklarında başlattığı büyük yıkımı, imhayı, soykırımı ifade etmektedir. Joseph Massad’ın ifadesiyle “bir halkın bilinçli olarak yıkımı, bir halkı bilinçli olarak felakete uğratmak, bir ülkenin ve vatandaşlarının iyi bir plan üzerinden yakılıp yıkılması anlamına geliyor.” Başka bir ifadeyle Nakba’nın mantığı ırkçılığa ve sömürgeciliğe dayanmaktadır.
Nakba, 76. yılında uluslararası çapta protesto edildi ve dünya halkları bir kez daha Filistin halkının meşru kavgasının yanında olduğunu gösterdi. Öte yandan demokrasi ve özgürlük güzellemeleri yapan emperyalistler, siyonizmi ve emperyalizmi lanetleyen kendi ülkelerindeki halklara ardında saklı tuttuğu faşizm sopasını pratikte göstermiş oldu. Nakba’nın 76. yılında emperyalist devletlerin mutlak bir şekilde liberal tandanslı olmadığını, yani çelişkiler ve koşullar değiştiğinde faşist yöntemlere başvurabileceğini bir kez daha görmüş olduk. Dolayısıyla emperyalist blokun Filistin topraklarında Siyonizmi tam bir destekle palazlandırması tuhaf değil, aksine, kendine içkin olarak uygunluk halindedir. Bununla birlikte ‘öğrenci intifadası’ olarak yayılan protestolar Avrupa’da ve Amerika’da siyasi polisin sert müdahaleleriyle karşılaşmasına rağmen emperyalizm ve siyonizm karşıtı protestolar ısrarla devam etmektedir.
Filistin direnişinin yeni aşaması olan Aksa Tufanı, Nakba’nın olmuş-bitmiş bir olay olmadığını, hâlâ sürmekte olan bir olgu olduğunu 21. yüzyılda bir kez daha gözler önüne sermiş oldu. “Nakba Sürüyor!” sloganı somut, güncel bir durumu ifade etmektedir. Zira Nakba Filistinliler için “büyük yıkım”, “imha” anlamına gelirken yalnızca fiziksel boyutuyla bir yıkımı değil, demografik, kültürel, sosyolojik bir yıkımı ve imhayı da karşılamaktadır. Siyonist İsrail’in tarih yazımında kaydettiği sahte “zaferler”in Filistinliler nezdinde bir karşılığı olmaması, 76 yılda siyonistlerin kalıcı “zaferler” elde edememiş olması ve en önemlisi de Filistinlilerin örgütlü ve bilinçli bir şekilde Nakba’ya direniyor olması; tüm bu gerçekler, Nakba’nın sürdüğünü ve kabul edilmediğini net şekilde ortaya koymaktadır. “Başlangıçtan beri Filistin halkı, Nekbe’nin ırkçı ve sömürgeci mantığına karşı mücadele etmiştir. 1880’ler, 90’lar, 1910’lar, 20’ler, 30’lar, 40’lar, 50’ler ve 60’lardan bugüne dek sömürgecilerle dövüşmüştür.” (J. Massad) Siyonist İsrail’in Nakba ile amaçladığı en önemli emellerinden birisi de Filistinlilerin toplumsal hafızasını tahribata, felce uğratmaktır. Bir dizi masalımsı-destansı anlatımla -tıpkı TC faşizminin yaptığı gibi- Filistinlilerin tarihini yok etmek, kendi yalancı-kurgu tarihini yazmak ve dayatmaktır; Filistinlilere boyun eğdirmek ve Nakba’yı kabul ettirmektir. Özetle siyonistlerin Nakba’sı, esasında Filistinlilere sömürge ulus olmayı dayatmaktır. Sömürge ulus olmayı kabul etmeyen ve Nakba’ya karşı 76 yıldır direnen Filistinliler, tüm dünyaya müşkül koşullara karşı halkın pratik aklının ve birliğinin önemini gösterebilmiştir. Bununla birlikte bölgede emperyalistlerin pazar çıkarları uğruna asimilasyonu örgütlemeye çalışmaları Filistinlilerin cüretkâr direnişi karşısında sonuçsuz kalmıştır; “‘İsrail bağımsızlık savaşı’ yerine ‘Nekbe’ diyoruz. ‘Yahudi egemenliği’ yerine ‘ırk ayrımcılığı’, ‘Dalet Planı’ ya da ‘Yahudilerin atalarının topraklarına dönmeleri’ yerine ise ‘Filistinlilerin sürülmesi’ diyoruz. ‘İsrail demokrasisi’ yerine ‘İsrail’in kurumsallaşmış ve hukuki ırkçılığı’; ‘İsrail Arapları’ yerine ‘İsrail’in Filistinli vatandaşları’, Balfour Deklarasyonu’nda tanımlandığı biçimiyle, ‘Filistin’de Yahudi olmayan topluluklar’ yerine ‘Filistin halkı’ diyoruz. Bu ülkede Filistinlilerin karşı koymadığı ve direnmediği tek bir siyonist zaferden söz edilemez.” (J. Massad)
TC’nin Nakbası; Kürt Katliamları: Filistin ve Kürdistan Meselesinde Benzerlikler
Milli baskının ortaya çıktığı çok uluslu ülkelerin egemen ulusları, ezdikleri uluslara ve azınlık milliyetlere karşı kendi Nakba’larını organize etmiştir. Ezen-ezilen ulusların tarihi sayısız Nakba’larla ve sayısız İntifada’larla doludur. İrlanda, Brezilya, Yeni Kaledonya, Kolombiya, Cezayir, Şili, Meksika vd. birçok ülke milli baskının en kanlı ve en bariz örneklerinden bazılarıdır. Haritamızı biraz daha daralttığımızda hemen yanı başımızda Kürt ulusal sorunu gerçeği durmaktadır. Lozan Antlaşması ile dört parçaya bölünen Kürdistan’da Kürtlere uygulanan milli baskı, 1923’ten, yani TC’nin kuruluşundan -ve Lozan’dan- önce de varlığını sürdürmüştür. Osmanlı İmparatorluğu, 19. yüzyılın başlarında son Kürt otonomi örgütlenmelerini de ortadan kaldırmak için kolları sıvamıştı. “Bu merkezi baskı ve ezme hareketlerine karşı, Kürt halkı, prenslerinin ya da aşiret şeflerinin idaresinde durmadan silaha sarılmak zorunda kalmıştır: 1805’te Abdurrahman Paşa Baban Süleymaniye’de, 1830’da Mehmud Paşa (Mirekor) Rewanduz’da ve 1842-1846’da ünlü Bedirxanlılar Cizre’de ayaklandılar. Dersim Sancağı’nın yakın zamanlara kadar devam edebilen dahili milli otonomilerini (ki bu otonomi, Dersimlilerin fiilen yaşattıkları ve fakat resmen tanınmamış bir ‘de facto’ durumu olarak da nitelenebilinir) saymazsak, Bedirxanlıların da yenilmesiyle birlikte, Osmanlı sınırları içerisinde bulunan en son bağımsız Kürt prensliği de ortadan kalkmış oluyordu.” (Dr. Şivan) Yine İbrahim yoldaşın ezilen uluslar ve azınlık milliyetlerin Osmanlı’daki ayaklanmalarına dair yaptığı çeperi geniş değerlendirmeleri dikkatle incelemek gerekmektedir: “Türkiye’de milli hareketler henüz yeni ve sadece Kürt hareketinden ibaret de değildir. Daha Osmanlı toplumu çökmeden önce başlamış ve bugüne kadar devam edegelmiştir. Bulgarlar, Yunanlılar, Macarlar, Arnavutlar, Kürtler, Ermeniler, Araplar, Yugoslavlar, Romenler… Osmanlı devletinde hâkim ulus olan Türk ulusuna karşı defalarca ayaklanmışlar, tarih, Kürt hareketinin dışındaki milli hareketleri belli bir çözüme bağlamıştır. Bugün Türkiye sınırları içinde hala bir çözüme bağlanmamış olan milli hareket, Kürt hareketidir.”
1923’te TC’nin kuruluşundan yalnızca birkaç ay önce Lozan’da Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etme hakkı çiğnenerek yeni sınırlar belirlenmiştir. Lozan antlaşması aynı zamanda daha önceden Sevr antlaşmasında ‘tanınan’ Kürt milli haklarının inkârı anlamına da geliyordu. Tabii Sevr’de ‘tanınan’ Kürt milli hakları, egemenlerin öncülüğünde, doğal olarak tam bir kendi kaderini tayin hakkı olmaksızın, burjuva bürokrasisinin zehirli kılıcıyla gündemleşiyor, süreci kontrol edebilmek için bir komisyon kuruluyor ve bu komisyon emperyalist-sömürgeci İngiltere, Fransa ve İtalya’nın temsilcilerinden oluşuyordu. Bu durum, emperyalistlerin bölgedeki çıkarlarını garanti altına alıyordu; komisyonda Kürtler ve Acemler de yer almasına rağmen belirleyici bir konumda değillerdi. Esasında komisyonun amacı emperyalistlerin bölgedeki garantörlüğünü yapmaktı. Zira o sıralar dünya çapında patlak veren emperyalist paylaşım savaşlarının, ulusal kurtuluş savaşlarının ve sınıf mücadelelerinin yarattığı ihtilaflı atmosferde koşulların ve çıkarların değişmesi halinde Kürtlere ‘tanınan’ milli hakların gasbedilebilmesinin ve yeni Kürt ayaklanmalarının önüne geçilmesinin zemini yaratılmalıydı! Yeni Türk hükümeti Kürtler üzerindeki milli baskıyı derinleştirdikçe Türkiye Kürdistan’ında isyanlar baş gösterdi. İsyanlara karşı TC’nin “çözümü” kitlesel katliamlara girişmek oldu. Şeyh Sait, Ağrı, Zilan ve Dersim İsyanları Lozan sonrasında TC’nin ilk 15 senesinde zuhur eden patlamalardan bazılarıdır. Bu haklı isyanlar sonucunda TC’nin histeri haline gelen Kürt düşmanlığı-şovenizmi sonucunda on binlerce Kürt katledilmiştir. “Sadece Dersim ayaklanmasından sonra katledilen Kürt köylülerinin sayısı 60.000’in üstündedir. Lozan’da Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı alçakça çiğnendi. Kemalistlerle emperyalistler, Kürt ulusunun kendi istek ve eğilimini hiçe sayarak, pazarlıkla, Kürdistan bölgesini çeşitli devletler arasında böldüler. Azınlık milliyetlere ve özellikle Kürtlere, son derece aşağılayıcı muamele yapılıyordu, onlara her türlü hakaret mubah görülüyordu.” (İ. Kaypakkaya)
Osmanlı’dan TC’ye kalan miras, başta Kürt ulusu olmak üzere azınlık milliyetlere vahşice uygulanan milli baskı, Türk şovenizmi ve katliamlar olmuştur. Özellikle 1923’ten sonra saldırıların kapsamı her alanı tesiri altına almıştır. Kürtçe yayınlar yasaklanmış, bu yayınları çıkaran Kürt aydınları istiklal mahkemelerinde yargılanmıştır. Yüz yıllık bir inkâr günümüze dek süregelmiştir: “Kürtçe diye bir dil yoktur.” 1923’ten sonra yeni Türk devleti sınırları içerisinde Kürdün ve Kürtçenin inkarının yalın ve bariz örnekleri mevcuttur. 1958’de Amed’de çıkarılan, politik muhtevası daha güçlü olan İleri Yurt gazetesinde Musa Anter’in Kürtçe olarak yazdığı “Kımıl” isimli şiiri nedeniyle yargılanıp tutsak edilmesi, TC faşizminin Kürtlerin en ufak bir gelişimine dahi tahammülsüzlüğünün ilk örneklerinden yalnızca birisidir.
devam edecek..