Özellikle 2015 yılından bu yana Kürt Ulusal Hareketi’nin legal siyaset yapma koşulları neredeyse tamamen ortadan kaldırılmış, binlerce HDP’li siyasetçi tutuklanmıştır. Ulusal hareketin yerel seçimlerde kazandığı 65 belediyenin 45’i gasp edilerek kayyum atanmış, belediye başkanları keyfi gerekçelerle tutuklanmıştır. Kayyum atanmayan belediyelerle ilgili de soruşturma ve davalar ise halen devam etmektedir.
Son olarak Leyla Güven ve Musa Farisoğulları’nın vekillikleri düşürülerek tutuklanmasını Bahçeli’nin, “Meclisin ayıklanması” olarak değerlendirmesi, faşist devletin tarih boyunca gelen Kürt düşmanlığını özetlemektedir. Bu son tutuklamaları, bir darbe olarak değerlendirerek üç aylık demokratik mücadele programı hazırladıklarını açıklayan HDP’nin, 15 Haziran’da Edirne ve Hakkari’den “demokrasi ve adalet” talepleriyle başlattıkları milletvekillerinin yürüyüşü, egemenleri rahatsız etmiş, “gezi ruhunun canlanması” korkusuyla birçok kente giriş çıkışlar kapatılmıştır. Karşılama yapılan her kente halk ve vekillere pervasızca saldırılmış, halkın HDP milletvekillerini sahiplenmesi engellenmeye çalışılmıştır. Yürüyüş “Demokrasi ve Adalet” talebiyle 20 Haziran’da Ankara’da Meclis Parkı’nda yapılan basın açıklamasıyla ve “mutlaka kazanacağız” sloganlarıyla sonlandırılmıştır.
Tam da “Demokrasi ve Adalet” yürüyüşünün başladığı 15 Haziran’da faşist TC ordusu Maxmur’da bulunan sivil halkın yaşadığı mülteci kampına ve sonrasında gerilla alanları Şengal ve Kandil’in bir kısmına yönelik hava harekatı başlatmış, ardından Heftanin’e yaptığı kara harekatıyla (gerçeklik ise zaten var olan bir operasyonun sınırlarını genişleterek Heftanin’e girdik (!) çığırtkanlığından başka bir şey değildir) bu saldırıların sadece “Meclis’i ayıklama” operasyonu değil topyekün saldırının bir ayağını oluşturduğunu yeniden gözler önüne sermiştir.
Ülkemizde legal demokratik siyaset alanının sınırları, faşist sistemin dönemsel politikalarına göre çizilmektedir. Demokratikleşme söylemi ve pratiklerinin en küçük siyasi ve ekonomik krizde kırıntılarının dahi geri alınmaya çalışıldığı, bunun için azgınca saldırıldığı, kuruluşundan bu yana TC faşizminin karakteri gereğidir. Elbette ekonomik ve demokratik hak mücadelesi, sınıf mücadelesinin bir parçasıdır ama gerçek demokrasinin devrimle sağlanabileceği de akıllardan çıkarılmamalıdır. Bu anlamda, kayyum atamaları ve milletvekilliklerinin düşürülmesini “siyasi bir darbe” değil, sonrasında yaşananlarla birlikte faşizmin bir rutini olarak görmek gereklidir.
Yaşanan gelişmeleri tek başına AKP-MHP egemen bloğunun güç kaybı ve ömrünü uzatma hamleleri olarak değerlendirmek eksik kalacaktır. Böylesi bir değerlendirme bir yandan faşist Kemalist diktatörlüğün tarihsel Kürt düşmanlığını ve şovenist politikalarını gölgede bırakırken diğer yandan faşizmi AKP-MHP egemen bloğunun yönetim biçimine sıkıştırmak olacaktır ki, bu durum sisteme karşı mücadele hattını, araç ve yöntemlerini de silikleştirecek özelliğe sahiptir.
Büyük fotoğrafa bakıldığında, özellikle son yerel seçimlerde güç kaybı yaşayan Cumhur İttifakı bloğunun bir hamlesi gibi görülse de saldırıların temelini egemen sistemin yaşadığı siyasi kriz oluşturmakta ve saldırılar bu temelde şekillenmektedir. Bilhassa Türk egemenlerinin Ortadoğu politikası ve ona bağlı olarak şekillenen bir Kürt politikası vardır. Kürt meselesinde faşizmin ideolojik ve ilkesel yaklaşımı Kürt ulusal haklarının ne pahasına olursa olsun tam hak eşitliğine kavuşmamasıdır. Kürt ulusunun ezilen bağımlı yapısının devam ettirilmesidir. Bu ilkesel tutumunun yanında Kürt ulusal haklarına yönelik kırıntılar ise bölgesel politikalara ve Kürt ulusal mücadelesinin boyutuna bağlıdır. Bugün bölgesel yönelimi ve çıkarları, Kürt ulusal mücadelesinin çökertilmesi ve topyekün ablukaya alınmasını içermektedir. Ancak yarın aynı bölgesel çıkarlar ve hesaplar onun “havuç” politikasına dönmesini getirebilecektir. İşte tam bu dengesizlik, ihtiyaçlar ve bölgesel çelişkilerden kaynaklı saldırı politikası aynı zamanda bir krizinde sonucudur.
Yoksulluk ve açlığın tıpkı pandemi gibi hızla yayıldığı ülkemizde, faşist Kemalist diktatörlük, halka yönelik topyekün saldırganlığını gözaltılar, tutuklamalar, işkenceler, katliamlar, askeri operasyonlarla her cephede sürdürerek emekçi halka teslimiyeti, biat etmeyi dayatmaktadır. Elbette her kriz döneminde ilk başvurduğu çıkış noktalarından olan ırkçılık ve şovenizm, faşist diktatörlüğün yine en büyük dayanaklarından olmuştur.
Ekonomik krizle beraber iç ve dış politikada da ciddi kriz yaşayan Türk hakim sınıfları için süreç kriz yönetme sürecidir ve bu süreç saldırıların daha da azgınlaşacağının belirtileriyle yüklüdür.
LİBYA’DA İŞLER PEK DE İYİ GİTMİYOR
İç politika kadar dış politikada da çıkmazda olan Türk hakim sınıfları, özellikle Libya’da son yaşanan gelişmelerle köşeye sıkışmaktan kurtulma hamleleri içerisindedir. Taraflar açısında taşların yerine oturtulamadığı Libya’da son olarak TC’nin desteklediği Serrac Hükümeti’nin Sirte çıkışıyla sular yeniden ısınmıştır. Hemen tüm taraflar açısından Sirte, kırmızı çizgi ilan edilmiş ve kozlar masaya serilmiştir. Süreci mutabakat çerçevesinde sürdürmeye çalışan TC ile Rusya’nın karşı karşıya gelmesinin ardından Fransa’da Hafter’i destekleyen çıkışıyla, TC ve desteklediği Serrac’a bir anlamda nota verirken, bir başka çıkış da Mısır’dan gelmiş ve “gerekirse olası bir operasyona hazırız” açıklaması yapılmıştır. Öte yandan İtalya’nın “sürecin siyasi diyalogla çözülmesi için uğraşıyoruz” açıklamasına rağmen Hafter karşıtı konumlanmasını sürdürmesi Libya’da bölünmenin ve çatışmanın daha uzun bir dönem süreceğinin işaretlerindendir.
Burada esas olan özellikle Akdeniz’deki yeraltı kaynaklarını etkileyecek kritik noktaların hakimiyeti meselesidir. Bu anlamda İtalya ve Fransa arasındaki çelişkileri arttıracak hamleler, Türkiye ile Rusya ve Fransa arasındaki ilişkileri de etkileyecek pozisyondadır. Özellikle Rusya ile yaşanacak önemli ayrışmaların İdlib Mutabakatı’nı doğrudan etkileyeceği hesaba katıldığında Türk hakim sınıflarının ciddi bir sıkışma içerisinde olduğunu görmek gerekiyor. Serrac’a destek amacıyla gönderdiği kiralık askerleri Milli Suriye Ordusu ve TC ordusunun da kayıplar verdiği bir süreçte TC, mümkün mertebe sorunları masada çözmek istemektedir ancak kural belirleyen olarak. Bunu belirleyecek olan ise kısa vadede Serrac’ın Sirte hamlesi olacaktır. Özellikle Rusya’nın Curfa’yı askeri üs, Sirte’yi de deniz üssü yapma planlarının tartışıldığı bir süreçte Serrac’ın Sirte hamlesi, sadece Libya’yı etkilemeyecektir. ABD için tüm bölgede daha kullanışlı bir uşak olma uğraşı TC’nin diplomatik alanda ve sahada elde ettiği kazanımlarla ilintilidir. Bu eksende Rusya ile olan ilişkileri güç dengeleri hesap edildiğinde oldukça tehlikeli bir ısınmaya işaret etmektedir. ABD’nin Türk devletine verdiği destek, ön açıcı konumlanış hatta kimi söylemlere göz kapamasının nedeni TC’nin her riski göze alan çelişki ve çatışma ortamının göbeğine oturma hevesidir. Bu da Rusya ile çatışma alanlarının sürekli genişlemesi şeklinde gerçekleşmektedir.
Yaşanan gelişmeler, bütün dünyada ve ülkemizde sokakların daha da ısınacağının sinyallerini vermektedir. Koronavirüs salgının da etkisiyle yaşanan ekonomik ve siyasal krizin sonuçlarının çok daha yıkıcı olacağı ve bunun en başta da işçi sınıfı ve emekçi halkı vuracağı gün gibi açıktır. “Nefes alamıyoruz” çığlıklarının hızla yayıldığı dünyanın sokakları yangın yerine dönmektedir. Bunun ivme kazanması gelişmelerin ve çelişkilerin seyrine bakıldığında görülebilir. Zira emperyalist-kapitalist sistem büyük çaplı ve çok katmanlı bir ekonomik-siyasi ve sosyal kriz içindedir. Bunun emekçilere faturası ise oldukça ağır olacaktır. Bu tabloda azıyla yetinmek, iyileştirmeyle tatmin olmak, sınırları belirlenmiş bir sistemiçiliğe mahkum kalmak ezilenlerin çelişki ve hareketine uyumsuz bir konumlanma demektir. Bu konumlanma reddedilmelidir ve devrimci iktidar perspektifi ile yönelim belirgin kılınmalıdır.
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 25 Haziran 2020 tarihli 64. sayısından alınmıştır.