“Kadın hareketi”, kapitalizm için tipik bir çelişkinin sonucuydu: kadınların üretim içinde büyüyen payı, onların toplum, evlilik ve devlet içinde süregiden ayrıma tabi tutulmalarına kesinlikle denk düşmüyordu.
Özel olarak bağımsız bir “kadın sorunu yoktur” der A. Kollontai. “Burjuva toplumda kadını baskı altında tutan güç, sermaye ile emek arasındaki büyük toplumsal çelişkinin bir parçasıdır. Bir yanda kadının üretime katılması ile diğer yanda onun genel hak yoksunluğu arasındaki çelişki, o zamana kadar hiç bilinmeyen bir görüngünün ortaya çıkmasına yol açtı: Bir kadın hareketi ortaya çıktı. Fakat bu hareket, başından itibaren taban tabana zıt iki akıma ayrılır: Fraksiyonlardan biri burjuva kadın hareketinin bayrağı altında örgütlenirken, diğeri işçi hareketinin bir parçasıdır” diyerek devam ettirir sözlerini.
Sosyalizme yabancı kalan bu burjuva kadın hakları savunucularının bir bölümünün 19. yüzyıl sonuna doğru sosyalistlerden alınmış talepleri öne sürmesinin biricik nedeni, kendi politik önlemlerini büyütmek için, proleter kadınların desteğini güvence altına almak, onların işbirliğini satın almak istemeleriydi. Kendisini sınıfsal olarak tarafsız görmesi ve taleplerini ve eylemlerini tüm kadınların taleplerini ve eylemlerini temsil ediyor olarak görmesi de, burjuva kadın hareketi açısından tipik bir özellikti. Gerçek elbette farklıydı, burjuva kadın hakları savunucuları, burjuva kadınların taleplerini ve çıkarlarını savunmaktan başka bir şey yapmıyorlardı; burada burjuva kadın hareketinin en çeşitli katmanlardan oluştuğunu kesinlikle dışlamak istemiyoruz.
Kuşkusuz proleter kadın hareketinin gelişmesi, sınıf mücadelesinin gelişimiyle ilintilidir, tüm bunlar ve burjuva kadın hareketinin gelişimi ve günümüzdeki seyri ayrı ve uzunca ele alınacak onlarca makale ile anlatılabilir, burada sadece kısaca değinerek sorunlara bakıştaki temel ayrım noktalarını koyduk. Burada vurgulanmak istenen kapitalizmle birlikte kadınların üretim sürecine katılmalarının, kimilerinin bilincinde kadının “modern” toplumdaki yerinin artık erkeklerle eşit hale geldiği gibi bir yanlışa, yanılsamaya yol açmasıdır. Ancak durum sınıfsal bir bakışla ele alındığında, eşitlenen kadın ve erkek değil, üretim araçları karşısında aynı konumu paylaşan kadın ve erkeklerin emeği olduğu görülür. Bu durumda bile, kadın ve erkek işgücü, tarihsel eşitsizliğin prizmasından geçerek belirlenmektedir.
Kapitalizmle birlikte kadınların hapsoldukları evden dışarı çıktıkları doğrudur; ama dışarısının ferah olduğu yalan, sokakların aydınlatılmasıyla daha da ferah olacağı ise bir aldatmacadır. Bunun sonucu olarak kadınların ekonomik bağımsızlık elde etmesinin kurtuluş olduğu da doğru değildir, çalışan kadın “koca” egemenliğinden kısmen çıkarak “patron” egemenliğine geçiş yapmaktadır. Kaldı ki, çalışan kadın çeşitli gerekçelerle sadece erkekler tarafından değil, erkek egemen ideolojinin tutsağı hemcinsleri tarafından da horlanıp denetlenmektedir..
Üstelik kadınların iş hayatına katılmaları, evdeki cinsiyetçi işbölümünün yükünden kurtuldukları anlamına da gelmiyor. Daha çok aile fertleri tarafından ezilen kadın, baba, koca, erkek çocuk tarafından uygulanan baskı, toplumsal yaşamın diğer alanlarında da artarak sürüyor. Çoğu zaman eşit işe eşit ücret gibi bir durum olmaksızın erkeklerden daha düşük ücretlerle çalışmak zorunda bırakılıyor.
Kapitalist ülkelerdeki kadının ikincil konumu, ülkemiz gibi yarı-feodal, yarı-sömürge ülkelere doğru gelindiğinde çok daha çarpıcı ve çelişkilerin yoğunlaştığı, eşitsizliğin daha bir arttığı bir tabloyu karşımıza çıkarmaktadır. Kapitalizmde kadının elde ettiği sınırlı hakların yerini, ülkemizde ağır bir feodal baskı, devlet baskısı kısacası ulusal, cinsel ve sınıfsal olarak ağır bir baskıya bırakır.
Ülkemizde yıllardan beri devrim mücadelesinin içerisinde yer alan kadınlar, kadınlara gerçek kurtuluşun yolunu göstermiştir. Bu baskıları aşıp sınıf mücadelesinin engin okyanusunda kulaç atan kadınlar da, yılların getirdiği ezilmişlik ve baskı sonucu daha yavaş ilerleyebilmekte, gelişimi oldukça zor ve sancılı olmaktadır. Ancak tarih göstermiştir ki, değişirken değiştirmenin pratiğine girenler, kısa sürede bu edilgen kişiliği üzerinden atabilmekte, mücadele içerisinde ön saflarda yer alabilmektedir. Kuşkusuz bunu sağlayacak olan, örgütlü yaşamdır, kolektif iradedir.
Proletarya Partisi’nin tarihine baktığımızda ilk kadın şehit Meral Yakar’dan, ilk kadın Ölüm Orucu şehidi Nergiz Gülmez’e ve ilk şehit kadın komutan Ayfer Celep’e ve son şehitleri Rosa ve Asmin’e kadar onlarca partili kadın militanın mücadeleyi her yerde ve her aşamada omuzladığını görüyoruz.
Ülkemiz gibi yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde kurtuluşun Halk Savaşıyla mümkün olduğunu bilen proleter kadınlar, dağlarda yoldaşlarıyla omuz omuza yer almış ve bu onurlu mücadelede ölümü birlikte kucaklamışlardır.
İşte 8 Mart 1999 tam da bunun en somut örneğidir. Gerilla birliği böylesi bir günde, birliği, dayanışmayı mücadele ruhunu, dağların doruklarına taşımıştır. Komutan Ayfer’in öncülüğünde toplanmıştı birlik. Kadının köleleştirilmesinin tarihini, özgürleşmenin yolunu anlatıyordu komutan Ayfer. Gerillalar, komutanlarını dinlerken “dağların kadını Ayfer gibi olmalı” diyordu. O gün akşam köye inildi. Birliğin komutanı Ayfer Celep, köyde 8 Mart vesilesiyle özellikle köylü kadınlarının sorunları üzerinde duracaklarını söyledi. Köylülerin yüreğinde taht kuran komutan Ayfer ve yoldaşları Münire Sağdıç, Kemal Tutuş ile birlikte 8 Mart’ta gittikleri bu köyde düşman pususuna düşerek sonuna kadar çatıştılar. 8 Mart’ı ölümleriyle daha da anlamlandıran Komutan Ayfer ve yoldaşları yaşamlarıyla olduğu gibi ölümleriyle de gerçek kurtuluşun yolunu işaret ediyorlardı giderken…
Evet, önümüzde sayısız örnek var ve biz Ayfer’in cesaretini, Münire’nin olgunluğunu, Nergiz’in sabrını, Asmin’in coşkusunu, Rosa’nın cüretini kuşanarak yürüyoruz, yürüyor ve onlara layık olmanın, kadınların gerçek kurtuluşunu sağlamanın proletaryanın bayrağını daha da yükseklere taşımakla olacağını biliyoruz…