Suriye’de, Esad’ın devrilmesinin ardından birçok tartışma yeniden ortaya çıkmıştır. Kimilerine göre artık Esad devrildiğine ve savaş da sona erdiğine göre “misafirlerimiz” evlerine dönebilirlerdi. Sanki 13 sene boyunca bu an beklenmiş gibi HTŞ’nin kontrolü ele geçirmesinin hemen ardından Suriyelilerin ülkelerine dönmeye başlamaları propaganda malzemesi haline dönüşmüştür. Hemen her medya organında ilk günlerde Suriyelilerin yoğun bir şekilde sınır kapılarında beklediği görseller yansıtılmıştır. Elbette bu kimi kesimlerde bir zafer sevinci yarattı. Onlara göre “misafirlik de bir yere kadar.” Ancak teyit edilen bilgilere göre geri dönüşler “yansıtılan” ölçüde olmamıştır.
İlk günlerde medyaya verilen görüntülerde oluşan kuyruklar sadece kısa süreliğineydi. Esad’ın devrilmesiyle savaşın bittiğini düşünmek yanıltıcı olacaktır. Orta Doğu bir savaş coğrafyasıdır. Hem Esad zulmü bitmiş olabilir ancak şu an iktidarı ele geçiren HTŞ’nin karakteri nedir ki? Farklı azınlıklara yaklaşımı nasıldır? 13 senelik savaşın ardından başka ülkelere sığınan insanların evleri yerinde duruyor mudur? Milyonlarca insan hangi eve dönecek? Suriye sadece Şam’dan ibaret değildir. “Şam normale döndü” haberlerine sıkça rastlamışızdır. Önce nasıldı ki şimdi nasıl oldu diye sormak gerekiyor. Daha önceki yazımızda belirttiğimiz gibi “Suriye şimdi eskisinden de beter.”
Sadece Türkiye’de değil Avrupa ülkelerinde de mültecilere benzer yaklaşım mevcuttur. Aşağıda Türkiye’deki yaklaşımları inceleyecek olsak da kısaca Avrupa ülkelerinin mültecilere ilişkin benzer tutumlarından bahsetmekte fayda var. Bazı Avrupa ülkeleri, Esad’ın devrilmesinin ardından Suriyelilerin iltica başvurularını bir sonraki duyuruya kadar askıya almıştır. Bu ülkeler arasında Almanya, İsviçre, İngiltere, Norveç, İtalya, Avusturya, Danimarka, İsveç, Belçika, Fransa ve Hollanda yer alıyor. Gerekçelerinin Suriye’de “istikrarın” sağlandığı, “savaşın sona erdiği” olduğunu söyleyebiliriz. Onlara göre savaş bitmiştir, istedikleri kukla iktidara yerleşmiştir ve Suriyeliler de artık rahatça ülkelerine dönebilir! Batılı ülkelere kısa bir parantez açmak gerekir. Özellikle İngiltere’ye. Esad’ın devrilmesinde neredeyse en büyük paya sahip olan İngiltere, şimdi de Suriyelilerin iltica başvurularını askıya almıştır. Sorunu kendileri yaratıp daha sonra da sorunu çözdüklerini ilan ediyorlar. İngiltere, mülteci sorununu kendi kafasında çözmüştür. Ne de olsa savaş bitti, sorun kalmadı, mültecilerin de gelmesi lüzumsuz mantığı ile hareket etmiştir. Ancak gerçek böyle midir? HTŞ iktidarında zulüm olmayacağı yaklaşımının bir gerçekliği var mıdır? Evlerine dönmek isteyen Suriyelilere mikrofon uzatıldığında çoğunda kaygı olduğunu görmekteyiz. “Ev yok, su yok, elektrik yok, nereye dönelim?” sözünü duymuş olmalıyız. Avrupa Birliği (AB) Komisyonu Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Sözcüsü Anouar El Anouni bile Suriye’ye güvenli, gönüllü ve onurlu dönüşler için koşulların henüz karşılanmadığını söylemiştir “Diasporadaki Suriyelilerin çoğunun ülkelerine geri dönmeyi hayal ettiğine inanıyoruz.” diyen El Anouni, şöyle demiştir: “Mevcut durum gerçekten büyük bir umut ancak aynı zamanda büyük bir belirsizlik sunuyor. Ne yapmak istediklerine karar vermek, her bireye ve her bir aileye kalmış. Ancak şimdilik Suriye’ye güvenli, gönüllü ve onurlu dönüşler için koşulların karşılanmadığını savunuyoruz.” Peki böyle bir açıklama varken neden şimdi iltica başvuruları askıya alınmıştır? Bunu ülkelerin çıkarları ve mülteci politikaları ile açıklayabiliriz. Özellikle Almanya ve Hollanda’da mülteci karşıtlığı üzerinden yoğun politikalar yürütülmüş, hatta Nazi artığı AfD’ye bile bazı kesimler tarafından sempati duyulmaya başlanmıştır. Bu gibi partiler söylemlerini sadece mülteci karşıtlığı üzerinden inşa etmiştir. Halk kesimlerine de benzer düşünceler propaganda edilmiştir. Farklı kesimler arasında düşmanlaştırma politikası izlenmiştir. Ekonomik kriz artarken de mülteciler bunun sorumlusuymuş gibi gösterilmiştir. Dolayısıyla hem sosyal hem de ekonomik sebeplerden dolayı AB ülkeleri daha fazla mülteci akışı istememektedir. İşte tam da bu noktada Türkiye gibi yarı sömürge ülkeler “kurtarıcı” pozisyonunda devreye girmektedir.
MİSAFİRLİĞİN KISASI MI MAKBUL?
Batılı ülkelere kısaca değindikten sonra Türkiye’ye ayrıca bir parantez açmak gerekiyor. Resmî açıklamalara göre Türkiye’de 3 milyonun üzerinde Suriyeli bulunuyor. Türkiye 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne coğrafi sınırlama ile taraf olmuş, Avrupa dışından gelenlere mülteci statüsü tanımamıştır. Suriyelileri kapsayan “Geçici Koruma Yönetmeliği” acil ihtiyaçların giderilmesi şeklinde düzenlenerek geçicilik üzerine inşa edilmiştir. Resmî olarak geçici koruma kapsamında yer alan Suriyelilere mülteci statüsü verilmediği için de egemen sınıf sözcüleri tarafından “misafir” gibi bir kavram ortaya atılmıştır. Misafir statüsünün hukukî bir karşılığı yoktur, bundan dolayı “geçici koruma” tedbirleri oluşturulmuştur. Geçici koruma tedbiri bir anlamda geleceğin bilinmezliğini de içeriyor.
Misafir söylemi “eve gelen misafir ve misafiri ağırlayan ev sahibi” gibi bir anlam da içeriyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “İhtiyaç sahibinin kimliğine bakmadık. İnsanlık sınavını başarıyla verdik. Suriyelileri 13 yıl misafir ettik. Kapımıza gelene Türk müsün, Arap mısın, Kürt müsün diye sormadık. Bizden yardım dileyene Müslüman mısın, Hristiyan mısın, Yahudi misin diye sormadık.” diyor. Gerçekler böyle midir? Örneğin Afgan madenci Mohammad Nourtani öldükten sonra yakılmıştır. Hatta önce öldüğü mü yoksa ilk yakıldığı mı bile muammadır. “Bu düzende göçmenlerin cenazeleri bile insanlık onurunu aşağılayacak şekilde muamele görüyor” denmişti bir eylemde. Bu ülke için çok doğru bir tespit. Patronları korumak için göçmen bir emekçi yakılmış, deliller saklanmıştır. Evet, burada ne kadar misafirperver olunduğunu görüyoruz. Öldükten sonra cenazenin olmasına bile izin verilmiyor. İşte sana misapirverlik! Başka bir örnekte Mersin’de Suriyeli işçi “Suriyeliden emir alacak değiliz” denilerek katledilmiştir. 15 yaşındaki bir çocuk da yine aynı şekilde faşistlerce katledilmiştir.
Söz konusu olan misafirlik söylemi içinde biz ve onlar ayrımını da barındırmaktadır ayrıca. “Biz” ev sahibini tanımlarken “onlar” ayrımı ev sahibinin iktidarını yabancının işgal ettiği algısını taşımaktadır. Buna benzer örneklere sıklıkla rastlarız. “Onlar yüzünden ekonomi kötü”, “ülkelerine dönsünler”, “niye savaşmamışlar”, “ülkemizi işgal ettiler” gibi söylemleri duymuşuzdur. CHP lideri Özgür Özel Suriyeliler üzerinden Erdoğan’ı eleştirmiştir. Erdoğan’ın “kalmak isteyenin başımız üstünde yeri var” sözlerinin üzerine Özel, “onlar senin başının üstünde değil bizim açlarımızın aşının üstünde oturuyor” demiştir. Yine sözde muhalefet partisinin liderinin sözlerinde ekonomik krizin sebebi sanki Suriyelilermiş gibi bir algı yaratılmıştır. Erdoğan ise görece ılımlı açıklamalar yaparak aslında Suriyelilerin dönüşünün sağlandığında yaşanacak ekonomik krizi bilmektedir. Suriyelilerin dönüşünden kim zarar görecek diye sorduğumuzda aklımıza ilkin patronlar gelir. Evet, ucuza sigortasız ve güvencesiz çalıştırılan da Suriyelilerdir. Patronların çıkarları Suriyelilerin hepsinin gitmesine terstir. Bunu bilen Erdoğan ekonomi ayakta dursun diye böyle açıklamalar yapmıştır. Yoksa çok misafirperver olduğu için değil!
Kısaca Türkiye’nin yüce gönüllü pozisyonu bir aldatmacadan ibarettir. Gerçekler aksini ispatlamıştır. Toplumda yaygınlaşan mülteci nefreti katliamlarla sonuç bulmuştur. Geçtiğimiz aylarda yaşanan da buna somut bir örnektir. Suriyelilerin evleri ve dükkanları yağmalanmıştır. Burada denmek istenen “misafirliğin kısası makbul”dür. Ancak Suriyelilerin dönüşü beklenildiği gibi olmayacaktır. Senelerdir kan dökülen coğrafya bir hafta gibi kısa bir sürede güllük gülistanlık hale dönmeyecektir.