Kapitalist-emperyalist sistemin en büyük krizlerinden olan ve çeşitli evrelerden geçmesine rağmen on yıldır hala etkileri görülen 2008 krizi bir kez daha emperyalizmin ve neo-liberal politikalarının miadını doldurduğunu göstermektedir. Tam da miadın dolmuşluğu, kendilerini korumak için birçok kapitalist-emperyalist ülkeyi daha fazla merkeziyetçi ve korumacı tedbirler almaya doğru itmektedir. Diğer taraftan krizin ağırlık merkezi “kırılgan ülkeler” diye de adlandırılan emperyalizme bağımlı yarı sömürgelere doğru kaymış durumdadır.
Türkiye de bu ülkelerden birisidir. Ve yaşanan ekonomik sarsıntı ülkenin kendi iç ve dış dinamikleriyle de birleşerek hızla derinleşmektedir. Türkiye hem OECD ülkeleri içinde hem de “gelişmekte olan ülkeler” içerisinde “en kırılgan” ülkelerden birisi durumundadır. Kuşkusuz Türkiye ekonomisi bu noktaya bir anda gelmedi. Adım adım işleyen emperyalizme bağımlılık ilişkilerinin bir ürünü olarak bu duruma geldi. Bütün bunlar üretime ve sanayinin gelişimine paralel büyümek yerine, dışa bağımlı, dış borç ve ithalata dayalı, sermaye akışı sürdükçe büyüyen, sermaye akışı yavaşlayıp ya da çekildiğinde küçülen, üretkenlik yerine, betona (inşaata) ve tüketime bağlı gelişen bağımlı ekonominin sonucudur diyebiliriz. Bundan dolayı kırılganlığın ve krizin yönünü belirleyen esas olarak uluslararası sermaye akımları olmaktadır. Dışarıdan gelen sermaye akışı iç talebi canlandırırken, ithalat ve ihracat gelirlerini de etkilemektedir.
Kimi ekonomistler tarafından yaşanan sürecin tüm verileriyle birlikte 2001 krizine benzetildiği ve 2001’deki gibi büyük bir yıkımın beklendiği bugünkü kriz koşulları; geri ödenemez noktaya ulaşan devasa iç ve dış borç stoku, makasın sürekli büyüdüğü cari açık, çift haneye demirleyen işsizlik, yükselişinin önüne geçilemeyen enflasyon, beraberinde zincirlerinden boşalmış gibi tırmanan döviz ve değersizleşerek artık dip noktayı gören Türk Lirası ile kendini açığa vurmaktadır. Tüm bunların sonucu olarak yansıyan ise açlık, yoksulluk, hayat pahalılığı, kazanılmış hakların daha da budanması ve siyasi çalkantıdır.
Ekonomideki tıkanmanın anlaşılmasının en iyi yolu emperyalizmin neoliberal saldırılarının 2000’ler sonrasında Türkiye ve Türkiye gibi ülkelerdeki uygulamalarına göz atmak olacaktır. Ülkemizde 24 Ocak 1980 kararlarıyla temelleri atılan neo-liberal politikaların 2000’li yıllara kadar bütünlüklü olarak uygulanıp, yaşama geçirilebildiğini söyleyemeyiz. Esas olarak 2000’lerden sonra ve AKP iktidarları eliyle hayata geçirildiğini söyleyebiliriz.
Bilindiği üzere neo-liberalizmin temeli özelleştirme, serbestleştirme ve devletin küçültülmesine dayanır. Bunların yaşama geçirilebilmesi ise öncelikle sınıf hareketinin ve toplumsal muhalefetin bastırılması ya da geriletilmesine bağlıdır. Türkiye’de de 1980 darbesiyle yaralanıp sindirilen sınıf hareketi ve toplumsal muhalefet 1990’larla birlikte yeniden toparlanıp ayağa kalkmıştı. Ve ülkedeki neo-liberal politikaların uygulanmasının önündeki en büyük engel durumundaydı.
1988’e kadar egemen sınıflar ve iktidarları tarafından sermaye hareketleri denetlenebiliyordu. Emperyalist sermaye temsilcileri tarafından 1989 yılında, Korkut Boratav’ın “neoliberalizmin bir ileri aşamasına geçildi” diye ifade ettiği, bu denetimin kaldırılması ve sermaye hareketleri üzerindeki kısıtlamalara son verilmesini sağlayan bir düzenlemeye gidildi. Türkiye’de ise bu düzenleme, tam da yukarı da bahsettiğimiz 1990’lardan itibaren yükselen toplumsal muhalefet ve emek hareketinin direnişinden kaynaklı ancak 2001 krizi yıllarında yaşama geçirilebildi.
Ne var ki bu saldırıların ikili bir ayağı vardı ve eş güdümlü yürütülmesi gerekiyordu, öyle de yapıldı. Bu saldırıların birinci ayağını uluslararası sermayenin isteği ve ihtiyaçlarına göre hazırlanan IMF ve DB patentli programın sıkı bir biçimde yaşama geçirilmesi oluşturuyordu. İkinci ayağını ise işçi sınıfı ve bir bütün emek hareketinin kazanılmış haklarının gaspı ve hareketin bastırılması oluşturuyordu. Bunun için sınıfının gücü bölünerek atomize edilecek, esnekleştirme, taşeronlaştırma, enformel ve yarı zamanlı, sözleşmeli vb. çalışmaları devreye sokulacaktı.
2001 krizi sonrası hem IMF ile yapılan anlaşmanın ve sıkı kemer sıkma politikalarının uygulanabilmesi hem de ülkeyi krizden çıkarması ve kriz yönetimi için, Dünya Bankası’ndaki görevi bıraktırılarak Türkiye’ye getirilen ve tarihe “Derviş Yasaları” diye geçen Kemal Derviş önderliğindeki yasal düzenlemelerle, Türkiye ekonomisi uluslararası finans kapitalin ihtiyaçlarına ve isteklerine paralel şekillendirildi. Kemal Derviş bu değişikliğin amacını “bu yapı değişikliğinin bir temeli var. O da şu: siyasi olan ile ekonomik olan arasındaki sınır. Etkileşim değişmelidir. Siyaset ile ekonomi birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de birbirine çok girmiş durumda. Bundan hem siyaset hem de ekonomi zarar görüyor. Siyasetin ekonomiyi kullanma süreci durmalıdır” diye açıklıyordu. Bu açıklamaya paralel en başta da ekonominin yönetimi ile siyasetin yönetimini ayrıştıracak olan Merkez Bankası ile hazinenin ilişkisini koparan Merkez Bankası’nın bağımsızlaştırılması ve enflasyonla mücadele için “fiyat istikrarını sağlamak” temel amaç olarak belirlendi. Bunun için de MB tarafından “enflasyon hedeflemesi” yapılacak, MB politika faizini enflasyonunun üstünde belirleyecek, döviz kurunu ise serbest bırakacaktır.
Emperyalizmin, sermayenin serbest ve sınırsız hareketini sağlayan bu neo-liberal politikaları, emperyalizme bağımlı yarı sömürgelerde ulusal sanayi ve üretimi geliştirmek bir yana, “tüketim ve yatırım” talebiyle ithalata ve emperyalizme daha fazla bağımlı hale getiriyor, yerli üretim ve sanayinin gelişimini de köstekleyen bir yerde duruyordu. Nitekim 2000’lerden sonra Türkiye ekonomisine baktığımızda; uluslararası sermaye hareketlerindeki dalgalanma ve bunalımların da etkisiyle ucuzlayan dövizli kredilerin şirketleri ve bankaları dış borçlanmaya yönlendirdiğini, dışarıdan gelen sermaye ile spekülatif olarak “büyüdüğü”nü görüyoruz. İthalata ve borca dayalı yatırımlara dayanamayan pek çok sanayi kolunun da daraltılıp tasfiye edildiğini, artan borçlarla ve ithalat-ihracat dengesizliği sonucu dış açıkların yükselip kronikleştiğini görüyoruz.
Bugünkü ekonomik tıkanmada, ABD’de başlayıp tüm dünyayı saran 2008 mali krizi sonrası başta ABD Merkez Bankası (FED) olmak üzere emperyalist ülkelerin merkez bankalarının krizden çıkabilmek ve ülkelerinde sıcak para akışını sağlayabilmek için faiz indirimine gitmeleri önemli bir yerde duruyor. Emperyalist ülkeler faiz indirimiyle paranın maliyetini ucuzlatarak ve nakit akışını, borç verme ve harcamayı artırmayı hedefliyorlardı. Bu hamle başta dolar olmak üzere dövizin değerini düşürürken piyasaya sürülmüş düşük ve bol döviz, borç ve “yatırım” olarak Türkiye gibi ülkelere akmış, bu ülkelerin ekonomilerini spekülatif olarak şişirmiş, üretime değil inşaata ve hizmetlere paralel genişleterek dış borçlarını da büyütmüştü.
Merkez bankalarının faiz indirimini durdurması, FED’in 2013’ten itibaren sinyallerini verdiği, 2015’ten itibaren ise faiz artırımı yapması “merkez”den (emperyalist ülkeler) “çevre”ye (yarı sömürgeler) giden sermayenin geri dönüşünü de hızlandırdı. Buna Türkiye’nin bölgesel risklerini, içte yaşadığı 15 Temmuz darbe girişimini, OHAL, KHK düzenlemelerini, baskıcı politikaların yarattığı riskleri de eklediğimizde Türkiye ekonomisinin kırılganlığını artırdığını, sermaye akışının gerilediğini, var olanların da kaçışının hızlandığını görüyoruz. Tüm bunların esas dinamiğini dışarıya, sermaye akışına borçlu olan Türkiye ekonomisini çöküşe doğru sürüklediğine tanıklık ediyoruz. Gelişmeler, artan enflasyon, işsizlik, cari açık, kapıya dayanan borç krizi ve beraberinde Türk Lirası değer kaybederken dövizin tırmanışının da durdurulamaması biçiminde seyrediyor.
AKP iktidarı yıkımın önüne geçebilmek için bir dizi tedbir almaya çalıştı. Kesilen sermaye akışını canlandırmak için 2016 “darbe girişimi”nin ardından kampanyalarla, devlet bankaları üzerinden müdahalelerle, kara para aklayarak, vergi indirimleriyle, iç talebi artıran hamlelerle, Kredi Garanti Fonu’nu devreye sokup batık şirketleri kurtararak vs. yol almaya, yaklaşan depremi ötelemeye çalıştı. Kısmen de olsa ötelemekte başarılı oldu. Bugün yine aynı yöntemle yaşanacak depremin önüne geçmek, en azından erkene çektiği seçimlere kadar gemisini “sorunsuz” yüzdürmek istiyor. Ama piyasadaki deprem durmadığı gibi öncü sarsıntılar hızla şiddetleniyor. Bu tabloya, 2000’lerde Erdoğan ve AKP’sinin Erbakan’la birlikte giydikleri “kalkınmacı” modele dayanan “adil düzen” gömleğini çıkarıp emperyalist sermayenin Türkiye’ye biçtiği neo-liberal gömleği giyerek onayladığı ve 16 yıldır uyguladığı “sermayenin bağımsızlığı, serbestisi ilkesi”ne ters düşen girişim ve açıklamaları yangını daha da alevlendirdiğini eklemek gerekiyor.
T. Erdoğan’la uluslararası sermayenin arasındaki “kavga”nın merkezinde tam da 2001’den itibaren Türkiye’de de devreye sokulan ve uygulanan bu düzenleme var. Erdoğan’ın Merkez Bankası’na sık sık faizleri indirin çağrısının nedeni de bir taraftan düşük faizle sermayeye daha geniş yatırım olanağı sağlamakken diğer taraftan da kredi ve borçlarla hane halkı tüketimini teşvik ederek seçim sonuna kadar da olsa iç piyasa hareketlerinin sürmesini sağlamaktır. Ancak emperyalizme göbekten bağımlı olunduğu koşullarda, uluslararası sermayenin kurallarının dışına çıkmaya çalışmak, uluslararası sermaye tarafından da cezalandırılmayı göze almak anlamına gelecektir. Özellikle Mayıs 2018’de Türkiye ekonomisindeki daralma, dövizin yukarı fırlaması, TL’nin yerlerde sürünmesi ve bunların sonucunda enflasyonun daha da yükselmesi, borçların katlanması Erdoğan ve AKP’sinin hesapladığının aksine çöküşü hızlandıran gelişmeler oldu.
Bu noktada Erdoğan’ın İngiltere gezisi ve burada yaptığı açıklamaların akabinde yaşananlar da ibretliktir. Erdoğan’ın finans kapitalin de merkezlerinden olan İngiltere ziyaretiyle hem seçimlerde emperyalistlerin desteğini hedeflediğini hem de yaşanan kriz ve artan döviz ihtiyacını karşılayabilmesi için finans sermayesinin temsilcileri ile görüşerek, onları tekrar Türkiye’ye gelmeye, ikna etmeyi ve Türkiye ekonomisinin bağımlı ve muhtaç olduğu sıcak para akışını sağlamayı hedeflediğini biliyoruz. Ancak bu planı, Erdoğan’ın Londra’daki Bloomberg TV’ye verdiği söyleşide “yürütmenin başı” olarak Merkez Bankası’na daha güçlü müdahalelerde bulunacağı ve yine “faiz sebep, enflasyon neticedir” şeklindeki mesajlarıyla hedefine ulaşmadığı gibi piyasaların ateşini de daha da alevlendirdi. Dolar 4.92 sınırına ulaştı, ekonomi uçtu. Elbette bu alevi ne Merkez Bankası’na gelen faiz artışı kararı ne de Erdoğan’ın kurmaylarının “piyasalarla inatlaşmayacakları” ve MB’nin “bağımsız olduğu” açıklamaları söndürebildi. Ne de Erdoğan’ın döktüklerini toparlama çalışmaları… Erdoğan’ın peşinden Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek ve Merkez Bankası Başkanı Murat Çetinkaya’nın soluğu Londra’da alıp Erdoğan’ın döktüklerini toparlamak için sermaye temsilcilerine güven verme adımları da pek bir işe yaramadı.
Görünen o ki egemenler yaşanacak depremin önüne geçmeye, seçim ve benzeri aldatmacalarla depremi ötelemeye, kitlelerin umutlarını sandığa bağlamaya çalışsalar da yıkım kaçınılmaz gözüküyor. Öncü sarsıntılar sıklaşmış durumda ve en büyük fatura da yeni “kemer sıkma politikalarıyla” yine işçi sınıfı ve yoksul halka ödettirilecektir. Karın sermayeye, zararın işçi sınıfı ve halka çıkarıldığı bu faturaya karşı sistemin fay hatlarını büyütmek, çelişkileri sınıfın örgütlü gücüne dönüştürmek komünistlerin asli görevi olmalıdır.