Son yıllarda Orta Doğu’daki destansı direnişlerin ve zaferlerin parlayan yıldızı Hizbullah (Lübnan) hakkında kimi yerde kafa karışıklığı kimi yerde de haksız ya da yanlış yargılar göze çarpmaktadır. Bunları gidermek ve İslamî de olsa, burjuva milliyetçisi de olsa, komünist harekete ve hatta var olduğu ülke devriminin önündeki engellerden biri dahi olsa işgale ve her türden ulusal baskıya karşı mücadele eden akımlara yaklaşımımızı bir kez daha somutlaştırmak bakımından Hizbullah bir referans olma özelliği taşımaktadır. Hizbullah’ın kuruluşundan itibaren nasıl bir varlık gösterdiği, neleri savunduğu, kime karşı savaştığı, kimlerle ve ne türden bağlara sahip olduğu üzerinde duracağız. Faşist devlet uzantısı, halk düşmanı bir iş birlikçi örgüt olmasının ötesinde vahşice, korku salmak amacıyla gerçekleştirdiği cinayetlerle gündeme gelmiş Türkiye’deki Hizbullah ile isim dışında bir benzerliği olmayan Lübnan’daki Hizbullah henüz devam eden Lübnan ve Filistin ulusal direnişlerinin en etkin gücü olarak mazlum halkların mücadelesinde takdir ve takip edilmesi gereken bir odaktır.
Hizbullah’ın Kısa Tarihi
İlk olarak İsrail’in 1982 yılındaki Güney Lübnan işgaline karşı silahlı direniş kararı ile gündeme gelen Hizbullah Lübnan Direniş Tugayları’ndan (EMEL) ayrılan silahlı Şiilerin işgale karşı savaş içinde örgütlenmeleri ile gelişen bir direniş hareketidir. EMEL de Şii Müslümanların bir örgütü olmakla birlikte Hizbullah’tan farklı olarak tüm dinî gruplara açık, laik/seküler bir hareketti. EMEL’in kurucu önderi de daha sonra Hizbullah’a 32-33 yıl boyunca önderlik edecek ve güçlü ve daimî direnişte haklı bir üne sahip Nasrallah gibi İran’da eğitim görmüş Musa El Sadr’dır. Onun da Hasan Nasrallah gibi güçlü bir karizmaya sahip olduğu ve halk katında güçlü bir itibara sahip olduğu bilinmektedir. Sadece Şii Müslümanların değil diğer dinî grupların da sempatisi bu iddiayı doğruluyor. Kuşkusuz onun bu itibarında İran’da gördüğü dinî eğitimden çok uzun yıllar sonra Şii Müslümanlara onların temel ihtiyacı olan bir askeri birlik kazandırmasıydı. Lübnan’da ezilen mazlum topluluklardan biri olan Şii Müslümanlar için bu gelecek adına bir güvenceydi. Ne var ki bir “umut” ışığı yakan (EMEL Arapçada umut anlamına gelmektedir.) bu birlik İsrail’in işgali karşısında silahlı bir dirayet göstermedi. Hizbullah’ın ortaya çıkışı söz konusu “umudu” yüklenmesindendir.
1982 yılında başlayan İsrail işgali sırasında Lübnan’ı eli kolu bağlı düşmana teslim etme amacı güden iş birlikçilere karşı özellikle yoksul ve emekçi bir tabana sahip Şii örgütler mücadele yolunu seçtiler ve askerî bir çizgi benimseyerek silahlı karşı koyuşu örgütlemeye başladılar. Laik bir örgüt olarak bünyesinde birçok farklı inanç ve etnik gruptan kesimi barındıran Emel’den (Lübnan Ulusal Direniş Hareketi), bu örgüt İsrail işgaline karşı silahlı mücadeleyi reddettiği için kopan anti Siyonist ve Şii Müslüman gruplar Hizbullah’ı kurdular. Kuruluş tarihi hakkında farklı tespitler olmakla birlikte Hizbullah kendisini, amacını, izleyeceği yolu, düşmanlarını ve dostlarını net biçimde 15 Şubat 1985’te tüm dünya kamuoyuna bir açık mektupla ilan etmiştir. Bu açık mektup “resmi” bir bildirge olarak onun kuruluş tarihi olarak kabul edilebilir. Bununla birlikte onun ortaya çıkışının 1982 olduğunu da bilmeliyiz. Bu tarih de Lübnan’ın İsrail tarafından işgaline karşı bir hareket olarak ortaya çıktığının bilinmesi bakımından önemlidir. İsrail’in Lübnan’ı işgali Hizbullah’ın ortaya çıkış gerekçesi olduğu için Hizbullah’ı tanımak bakımından bu olay özel önemdedir. Hem işgalin nedenini hem de işgale karşı tutumları incelediğimizde Hizbullah’ın tüm Lübnan halkı için taşıdığı büyük önemi ve ayrıca onun bugüne kadarki direniş hattını, sahip olduğu özgün meziyetleri de ortaya koymuş oluruz.
Haklı Direnişi Doğuran Siyonist İşgal
Söz konusu işgalin amacı Lübnan’ın güneyini çeşitli direniş gruplarından arındırmak, Suriye’nin Lübnan’da zayıflatmak ve Lübnan’ın güneyinde kendisi ile ittifak halinde bir hükümet kurmaktı. İsrail’in varlığını kendileri için tehdit kabul eden İran ve Suriye dışında çok sayıda devrimci-demokrat ve İslamcı gücün Lübnan’daki varlığı bu işgalin temel dayanağıydı.
İsrail’in Orta Doğu’daki varlığı öteden beri tartışma konusudur. Kuşkusuz bu tartışmada ulusçuluk ve ulusların her birinin kendince biçimlendirdiği “ulusal tarihleri” etkindir ve çoğunlukla çözümsüzlüklerin de başlıca sebebidir. Bu etmenler İsrail’in “tarihsel hak” ileri sürdüğü Kenan yurdu (bugünkü Filistin ve İsrail toprakları) üzerindeki “tartışmalar” için de geçerlidir. Hemen belirtelim ki komünistler açısından bu “tarihsel hak” iddialarının bir geçerliliği yoktur. Komünistler bu gibi meseleleri de “geriye çevrilemez fiili durumlar” içinde değerlendirirler. Tarihsel hak veya haksızlıkların çözümü peşinde koşmak halk kavramının değişen yapısını, toplumların tarihsel değişimlerini, sürekli değişen ve toplumları da değiştiren toplumsal maddi üretim süreçlerini ihmal etmeyi ya da yok saymayı içerir. Biz bugün Filistin olan topraklarda yaşayan Yahudilerin de Filistinli Arapların da “hakkını” tanımaktan yana bir tutum içindeyiz. Ancak böyle bir tutumun, geri döndürülemez fiili durumlardan hareketle oluşan çözümlerin gerçekten çözüm olabileceğini savunuyoruz. Bu topraklarda yaşamakta olanların “haklarını” kabul etmeyen, geri döndürülemez fiili durumu inkâr edenlerin “çözümü” aynı sorunu başka biçimlerde üretecek türden bir çözüm olacaktır. Bu tür çözümlerin temel açmazı süreçleri “dar çıkarlardan” yorumlamaya dayanmalarıdır. Biliyoruz ki milliyetçilik esas olarak burjuvazinin çıkarlarını gerçekleştirmesinin veya gerçekleştirme amacının ürünüdür. Milliyetçiliğe dayanan “ulusal sorun” çözümleri bu nedenle çoğunlukla ulusa dahil olmayan toplumların aleyhine gelişmelere neden olmuştur. Tarihsel haksızlıklar mevzu bahis edildiğinde yakın tarihimizin bunlarla dolu olduğu görülür. Sosyalizme geçişi başarmış, demokratik halk devrimlerini gerçekleştirmiş ülkelerdeki ulusal sorunların çözümü haricindeki hemen tüm çözümler “tarihsel haksızlık” içerir. Buna gelişmiş demokrasiye sahip Birleşik Devletler, İngiltere, Fransa da dahildir. Birleşik Devletler hariç diğerlerinde bu sorunların farklı düzeylerde sürdüğünü görüyoruz. Filistin topraklarında da sorun tüm açmazlarıyla, üstelik bir burjuva devrimini de içermek üzere devam etmektedir. Kim ki Filistin’deki sorunu salt “devlet olma sorunu” olarak görüyorsa yanılıyordur. Burada sorun “bağımsız devlet olma” sorunudur da. İsrail tam da emperyalizmin bir ileri karakolu, emperyalizmin bölgedeki hançeri olma özelliğinden ötürü Filistin topraklarındaki ulusal sorunun çözümünün önündeki engeldir. İsrail bağımsız Yahudilerin bir devleti olduktan sonra Filistin Araplarıyla eşit düzlemde çözüme ilerleme olanağına sahip olabilirdi. Şu halde o hem Yahudi halkı için hem de tüm bölge halkları için emperyalizmin bir uzantısıdır. Bu nedenle gerçek çözümün de önündeki temel engellerden biridir.
Her ne kadar Yahudi topluluğu Filistin bölgesinde “tarihsel” hak iddiasına sahip olsa da bu hakkı gerçekleştirebilecek güçten de genel olarak ulusal şartlardan da yoksundu. Bu gücü ve şartları ancak “desteklenmiş” istilalarla elde edebildi. Yahudiler tüm dünyaya yayılmış, vatan iddiasına uzun yıllar sahip olamamış, ulus olma özelliklerini tamamlayamamış, dağınık olmakla birlikte uluslararası sermayenin önemli bir parçası olmayı başarmış, başlıca emperyalist devletlerde dinî ve malî güçlerini kullanarak lobiler kurmuş bir topluluktu. Dinî öğretiye göre bugünkü Siyonizm’in kökleri peygamberin Sion’a dönüşü efsanesine dayansa da gerçekte o Yahudilerin Avrupa ülkelerinde yaşadıkları ulusal baskıya karşı vücut bulmuştur. 19. yy.da hemen tüm Avrupa ülkelerinde Yahudiler gelişmiş milliyetçiliğin baskısını yaşadılar. Onlar için Filistin toprakları, bu baskılardan kaçarak kurtulmanın adresi oldu. 1896 yılından beri, önceleri pek küçük bir topluluğun umudu olsa da zamanla emperyalizmin de çıkarlarına uyması nedeniyle genişleyen bir umuda dönüşen “Yahudi ulusunun yurdu olarak Filistin” 2. Emperyalist Paylaşım Savaşının bir ürünü olarak gerçekleşmeye başladı. Filistin’de yaşayan Yahudi ve Araplara rağmen gerçekleşen bu olayı sadece Avrupa’da ulusal baskıya uğrayan Yahudi toplulukların ulusal baskıya karşı kurtuluşu olarak kavramak hiç şüphesiz yanlış olacaktır. Olgunun bu yüzünü inkâr etmemekle birlikte Filistin’in istilası ve İsrail devletinin inşası bundan ibaret değildir. Hatta onun dinamiği de bu durum değildir. Öyle olsaydı örneğin ulus olma özellikleri bakımından çok daha ileride olan Kürtler de kendi devletlerini inşa etme şansı elde edebilirlerdi. İsrail’i farklı kılan emperyalizmle kurduğu ilişkidir. O anti-Semitik saldırılardan kaçan mazlumların devleti olmaktan çok Siyonistlerin emperyalizmle tam iş birliğinden doğan bir devletti. Bu özelliği onun belirleyici özelliğidir ve başından, özellikle de Orta Doğu’daki gerici devletlerin desteğini aldıktan itibaren bölge halklarının, ilerici-devrimci-demokrat hemen tüm kesimlerin İsrail’i düşman kabul etmesi de bundan kaynaklıdır.
Elbette Filistin topraklarında Yahudiler bir gerçekliktir, geri döndürülemez fiili durum Yahudilerin de kendi devletlerine sahip olmalarını bir hak olarak kabul etmeyi gerektirmektedir. Ne var ki bu Filistinlilere rağmen gerçekleşemez. Çünkü aynı topraklardan söz etmekteyiz. İsrail’i kabul etmek Filistin’i reddetmeyi içerir. Hizbullah’ın İsrail karşıtlığında bu durum belirleyicidir. İsrail Filistinli Arapların kendi topraklarından sürülmesini, sürülemediklerinde ise yok edilmesini amaçlayan bir siyaset izlemektedir. Onun bu tutumu bölgede emperyalizmin hegemonyasını gerçekleştiren ve sağlamlaştıran bir tutumdur. Bu hegemonya Yahudiliği kullanmaktadır; ama onunla da sınırlı değildir. O aynı zamanda belli gerici devletlere dayanan gerici Sünniliği de kullanmaktadır. Başından itibaren Birleşik Krallık’ın ve devamında da Birleşik Devletler’in bir uydusu gibi hareket eden Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün gibi devletler de İsrail gibi bölge halklarına rağmen emperyalizmle iş birliği içinde hareket etmekteler. Bu devletlerin bağlı olduğu Sünni inancı tüm Sünni halkların yönetilmesi bakımından bir politik değerdir. Elbette dinî inançları sadece dinî kurallar ve formlar içinde yorumlamamalıyız, ne var ki halklar nezdinde politik nitelik değil dinî nitelik etken olmaktadır. Bizim yaklaşımımızdan ayrı olarak halklar Sünnilik formunu kendilerinin dinî öğretilerinin gerçekleşmesi olarak kavramaktalar.
Sünni gericiliğin karşısında gene halklar nezdinde bir politik değer olan Şiilik bulunmaktadır. Bunun da “gerçek” temsilcisi 1979’dan itibaren, Humeyni öncülüğündeki İran İslam Devrimi ile birlikte İran’dır. Hizbullah İsrail’in Lübnan’ın güneyini işgal etmesiyle birlikte ortaya çıktığında esas olarak Şiiliği ve Şiileri koruma dürtüsüne sahipti. İçinden geldiği Emel örgütü işgale karşı silahlı direnişi benimsemezken o işgali tam da bir varlık sorunu olarak kavradı. Çünkü Lübnan’ın güneyinde kendi topraklarını İsrail’ e karşı savunmak ve kazanmak amacıyla bulunan Filistinli direnişçilerle birlikte İsrail Şiileri, devrimci solcuları, Suriyeli güçleri de hedef aldı. İşgal o dönemde Bekaa Vadisinde kampları olan PKK mevzilerini de vurdu. İşgalci ordu Filistin topraklarında anti işgalci, bağımsızlık amaçlı FKÖ saldırılarını olanaksızlaştırmak için Lübnan’ın güneyini işgal ettiğinde Maronit toplumunun siyasi temsilcileriyle iş birliği halindeydi. Nihai amaç işgal edilen bölgeyi yeni bir devlet olarak tampon bölgeye dönüştürmekti. Dolayısıyla İsrail işgali bir “nefsi müdafaa” olmaktan çok ilkin Filistin üzerindeki istilayı güvenceye alma ve sonra da kendisiyle iş birliğini kesin biçimde reddeden Şii toplumunu zayıflatma amacı gütmüştür.
Filistin Kurtuluş Örgütü’nün saldırıları işgal edilen ve sürekli olarak gasp yoluyla genişletilmek istenen kendi topraklarını kurtarmak amacı güderken İsrail bu haklı direnişi imha saldırısıyla püskürtme yolunu seçmiştir. Bunu yaparken Lübnan topraklarını işgal etmesi onun için mübahtı. Hizbullah’ın öncüleri işgale karşı silahlı direnişe kesin bir kararlılıkla giriştiğinde önce Emel’in teslimiyetçiliğini reddetti, ardından işgale karşı savaşan Şiileri bir araya getirmeyi başardı. Bunun savaş içinde gerçekleşmesinin büyük önemde olduğunu vurgulamalıyız.
Şii Müslüman Hizbullah’ın Devrimci Karakteri
Hizbullah’ın İsrail karşıtlığının gerçek bir güce dönüşmesinde Sünnilik ile Şiilik arasındaki tarihsel düşmanlığın etkisi tartışılmazdır. Hizbullah Şiilerin koruyuculuğunu üstlenmiş bir örgüt olarak bölgedeki Sünni gericiliğin Şii düşmanlığı da içeren İsrail ile iş birliğinin de düşmanıdır. Gerici Sünni devletler bir Şii devleti olan İran’ın bölgedeki etkisini kırmak ya da azaltmak için İsrail ile iş birliğini benimsemişlerdir. Elbette bu durum da sadece İsrail ile açıklanamaz. İsrail’i ayakta tutan, bölgedeki politikalarını İsrail aracılığıyla uygulayan ve bu nedenle İsrail ile iş birliğini özellikle koşullayan ABD ve İngiltere’nin başını çektiği emperyalistler bloku söz konusu iş birliğinin belirleyici unsurudur.
Bölgede Sünni gericilikle Şii gericilik arasındaki düşmanlığa dayanan gerici ideolojik hegemonyanın diğer ayağı İran da bu gerici “dalaşta” kendi çıkarları doğrultusunda hareket ediyor. Hizbullah İran İslam Devriminin bir destekçisi olduğu ölçüde İran’ın tam desteğine sahiptir. Hizbullah İran desteğiyle kurulmuş, güçlenmiş ve bugüne dek sürdürdüğü direnişte onun olmazsa olmaz yardımına dayanmış bir örgüttür. İslam devleti Hizbullah’ın varlık gerekçelerinden biridir. Kuruluş bildirgesini oluşturan 1985 15 Şubat Açık Mektubundaki “Şüphesiz Allah’ın taraftarları zafere ulaşacak olanlardır.” cümlesi nihai amacı ifade eder.
Bunlar tartışılmaz doğrular. Bununla birlikte Hizbullah’ı gerçek bir direniş örgütü olarak Lübnan’da ve devamında Orta Doğu’da büyük üne kavuşturanın onun ulusal kurtuluş davasındaki samimiyeti olmuştur. Biz de Hizbullah’ı esas olarak bu kimliğiyle tanımlıyoruz. Kuruluş gerekçesinin İsrail’in işgaline karşı iş birlikçileri ve silahlı mücadeleyi benimsemeyenleri reddetmek olması bu bakımdan dikkate değerdir. İşgal edilen Güney Lübnan’da esas olarak Filistinli direnişçilerin ve yoksul Şiilerin oluşu onun güçlenmesinde, savaşta kararlı bir yol izlemesinde kuşkusuz etkendir. Bununla birlikte, Hizbullah kuruluş amaçlarından birinin de İslam devleti kurmak olduğunu ifade etmişse de bunun dayatmayla değil ancak Lübnan’da yaşayan farklık inançlardan halkın onayı ile olabileceğini ve bir İslam devleti olunduğunda da azınlık haklarının korunacağını da açıklamıştır. Bu yaklaşımı İran İslam Devriminin öğretilerinden farklıdır. Bu farklılıkta Lübnan toplumunun yapısı belirleyici olmalıdır. Hizbullah kuruluşu sürecinde ve sonrasında da İran tarafından desteklenmiş olsa da yöneticileri, özellikle de Hasan Nasrallah İslam Devrimini ve lideri Humeyni’yi rehber olarak görse de Lübnan’ın gerçeklerine dayanan bir çizgide olmuştur. Bu da onun İsrail saldırganlığına karşı ulusal bir dava yürütmesinin sonucu olmalıdır.
Hizbullah İsrail saldırganlığına karşı kesin bir kararlılık içinde olup Lübnan ulusal davasına komuta ettiği sürece, Filistin ulusal direnişine onunla aynı doğrultuda davranarak destek verdiği derecede bölgede devrimci bir rol oynamıştır ve oynamaktadır. Ulusal direniş ve mücadele hattı dışında Hizbullah’ın niteliği devrimci olmaktan uzaktır. Genel olarak Lübnan halkının Hizbullah’a yakınlığı da ulusal davada aldığı rol ile ilgilidir.
Hizbullah söz konusu devrimci rolü oynamaya devam edecektir. 2006 yılındaki üstün başarısında bu rolün onun varlık zemini olduğunu da gördük. Bu sadece Hizbullah’ın iddiası değildir, aynı zamanda neredeyse tüm Lübnan siyasi akımları, örgütleri bu gerçekliği görmüştür. Öteden beri Lübnan Ordusu dışında tek “silahlı güç” olmakla ayrışan Hizbullah diğerleri tarafından, özellikle de kendisini “terörist” ilan ABD, İngiltere gibi devletlerce “silahsızlandırılmak” istenmektedir. AB de aynı amacı paylaşmaktadır, o da Hizbullah’ın “silahlı kanadı” için “terörist” yaftasını kullanmaktadır. Silahsızlandırma amacı bugüne kadar hiçbir noktada gerçekliğe yaklaşamadı. Aksine Hizbullah’ın silahlı gücü Lübnan’ın korunması için bir şarttır, vazgeçilemezdir. Lübnan ordusu böyle bir güç olmaktan fazlasıyla uzaktır.
Bunun dışında Hizbullah, yoksul ve çoğunlukla emekçi Şii toplulukların da koruyucusu olarak Lübnan’ın iç siyasetinde genelde toplumcu ve kısmen de demokratik bir siyaset izlemektedir. Özel olarak bir İslam devleti arzulamasına rağmen bu konuda diğer topluluklara hiçbir dayatma içinde olmaması da bu özelliğinin bir sonucudur. Diyebiliriz ki Hizbullah Lübnan’ın dinî, siyasi ve ekonomik gerçeklerine uygun bir çizgi izlemektedir. Bağımlı ve yoksul bir ülke olan Lübnan’da özellikle Şii topluluklarının temel ihtiyaçlarının giderilmesinde kurduğu ilişkiler, yarattığı kurumlar ve izlediği politikalar Hizbullah’ın halk tarafından desteklenmesinin nedenidir. Hıristiyan ve Sünni toplulukların da Hizbullah’ın sunduğu bu olanaklardan yararlanabildiğini söylemeliyiz. Dolayısıyla Hizbullah sadece işgale karşı sahip olduğu askeri donanım ve yetenekleri nedeniyle halk tarafından desteklenmemekte aynı zamanda izlediği sosyal siyaset de onu diğer topluluklar nezdinde güvenilir kılmaktadır.
Her şeye rağmen Hizbullah ilkin gerici İran Molla rejimiyle olan bağlılık ilişkisi nedeniyle halkın çıkarlarına dayanan bir geleceğin partisi değildir ve olmayacaktır. İkinci olarak, gene bu özelliğinden bağımsız olmayarak Hizbullah Lübnan iç siyasetinde halkın çıkarlarına dayanan bir devrimin karşısında olmakla gerici bir partidir. Onun İsrail’e karşı direnişi bağımsız ve demokratik bir Lübnan hedefine dayanmıyor. Bu nedenle halkın ekonomik şartlara karşı haklı öfkesi karşısında Hizbullah Lübnan’daki gerici iç dengeleri koruma güdüsüyle hareket etmektedir. Lübnan’da, ekonomik bağımlılık ve abluka nedeniyle yaşanan ekonomik krizde halktan gelen haklı öfkeye Hizbullah’ın ilgisiz kalması, hükümeti desteklemeye devam etmesi, gösterilere devlet lehine müdahale etmesi onun bu özelliğine işaret eder.
Her şeye rağmen Hizbullah direnişin “parlayan yıldızı” olmaya devam etmektedir. Lübnan’daki ve ABD merkezli, bizi çok daha yakından ilgilendirmesi bakımından özellikle de Türkiye’nin açık desteğiyle ve hatta bilfiil katılımıyla devam eden işgal saldırılarından beri Suriye’deki mazlum Şii halkının koruyucusu olarak Hizbullah Şii halkını askeri bir çizgide örgütleme ve savaştırma yeteneğiyle Halk Savaşının taktiklerine güven duymaya da sebep olmaktadır. Elbette onun savaşı bir Halk Savaşı değildir. Buna rağmen Halk Savaşının kimi ilkelerini onun verdiği savaşta gözlemlemek mümkün. Ne de olsa, belirli bir sınırlılıkta olsa da o esas olarak Şii halkını korumak için savaşmaktadır. Askeri donanım bakımından yetersiz ve İsrail ordusu karşısında daha güçsüz olmakla birlikte uzun süreli savaş perspektifiyle, vur-kaç yöntemleriyle, kendisinin belirlediği şartlarda çatışma ilkesiyle hareket ederek Halk Savaşının Mao yoldaş tarafından geliştirilmiş ilkelerini kendi pratiğinde uygulamaktadır. Elbette doğrudan Mao’dan öğrenerek böyle davrandıklarını ileri sürmüyoruz. Bir askeri strateji düzeyine çıkarmış olmakla birlikte Halk Savaşının taktikleri bütünüyle Mao tarafından belirlenmemiştir. Mao’dan önce de “gerilla savaşı taktikleri” vardı ve hatta halkların verdiği mücadelelerde bu taktikleri gelişkin biçimde uygulayan gerilla önderleri vardı. Hizbullah da yine böyle bir savaşın içinde, benzer taktikleri, elbette içinde olduğu koşullara ve zamana uygun olarak uygulamaktadır. Bizim için bu taktiklerin başarısı çok değerlidir. Halka dayanan ve halkı doğrudan mücadeleye sevk eden “haklı savaşların” ne derecede mümkün ve kudretli olduğunu öğreten bu taktikler ders niteliğindedir.
Sonuç olarak Hizbullah, emperyalizmin bölge politikalarının önündeki güçlü engellerden biri olarak destansı bir savaş yürütmektedir. Halk için şiddete başvurmanın kaçınılmaz olduğunu öğreten Hizbullah direnişi tarihsel ve toplumsal bakımdan devrimci bir rol oynamaktadır. Onun özünü oluşturan ve halkın geleceği bakımından karanlığı temsil eden gerici karakteri bu gerçekliği görmemize engel olamaz. Onun direnişini ve savaşını bir bayrak gibi dalgalandırmak ve hatta ondan savaş taktiği öğrenmekte kesinlikle tereddüt göstermiyoruz…