[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Geride bıraktığımız süreç hem Rojava hem de Kerkük’te yaşanan yoğun ve baş döndürücü gelişmelere sahne oldu. Uzunca bir zamandır Süleymaniye’den Deyr el Zor’a uzanan geniş bir hat boyunca Kürt Ulusal Mücadelesinin geriletilmesi hedefleniyor. Birbirinden farklı dinamiklerde yansımasını bulan bu gelişmelerde ana hedef kazanımları geriletmek. Bu Kerkük için de Deyr el Zor için de geçerli bir konsept. Emperyalistler ve gerici bölge devletleri çeşitli dinamiklere ve ihtilaflara yaslanarak kendi çıkarları doğrultusunda hem Suriye’de hem de Irak’ta yeni ihtilaflar ve çatışmalar tertipliyor.
DEYR EL ZOR VE KRİZİN DİNAMİKLERİ
Doğu Fırat’ta bulunan petrol ve doğal gaz kaynakları nedeniyle paylaşımın merkezinde bulunan Deyr el Zor’da yaşanan gelişmeler ve aşiretlerin başkaldırısı çeşitli nedenlere dayansa da esas itibariyle tabloyu rejim lehine çevirmeye odaklıydı. Yaşanan çatışmalara yaklaşımda da çıkarların öne çıktığını görüyoruz. Türkiye ve “muhalefet” görünümlü ÖSO çeteleri, yaşananları “Arap- Kürt” çatışması olarak değerlendirirken “Arap aşiretleri Kürtlerin yönetimine karşı yetkiyi ele almak istiyor; PKK’nin dayatmalarına karşı Arap aşiretleri başkaldırıyor” biçiminde SDG’ye karşı bölge halkını kışkırtmaya dönük söylemler geliştirdi. Burjuva-feodal medyada ana söylem bu zemine oturtuldu. Bu yaklaşıma karşı SDG ve bünyesinde bulunan Arap gruplar “Kürt-Arap” çatışmasını reddediyor.
SDG, “Güvenliği Güçlendirme Operasyonu” olarak isimlendirdiği hamleyi “IŞİD hücreleri, uyuşturucu çeteleri ve suçlularla mücadele” olarak içeriklendiriyor. Bu yaklaşım da yine bölgedeki çatışmanın zeminini tam olarak ifade etmekten uzak. Çünkü yaşanan çatışmaların kökeni uzun yıllara dayalı çelişkilerde ve farklı güç ilişkilerinde yatıyor. Arap halkının yoğun nüfusa sahip olduğu Deyr el Zor’a Kürtlerin gidişi IŞİD ile mücadele içerisinde gelişti. Deyr el Zor ve Rakka gibi güney hatlara ilerlemek Kürt güçleri için riskli ve eleştiriye açıktı. Tarihsel çelişkiler, aşiretler arasındaki çıkar çatışmaları ve gerilimler, emperyalistlerin çıkarları bağlamında Deyr el Zor ve Rakka’da bulunma vb. bir dizi faktör bu ilerlemedeki riskleri büyütüyordu. SDG, “IŞİD tehdidini sonuna kadar ortadan kaldırma” adına, risklere rağmen bölgede olmayı önemsedi. Arap aşiretlerinin güç ilişkilerine göre konum alması IŞİD sonrası süreçte SDG’nin hegemonyasının kabullenilmesini sağladı. Arap aşiretleri için tayin edici yön feodal çıkarlar ve bu çıkarların korunması meselesiydi. Bu bağlamda iç savaş öncesi rejim ile sıkı ilişkiler sürdürdüler, savaş başladığında önemli oranda ÖSO’yu desteklediler. IŞİD’in Suriye’deki tabanı bu aşiretlerden oluşuyordu. Deyr el Zor’da IŞİD’in egemenliğinde dahi bu aşiretlerin kimi özerk yanları ve çıkarları korundu. SDG’nin bölgedeki hâkimiyetinde de bu aşiretler mevcut duruma adapte oldu. SDG’nin, yerel yönetimi söz konusu aşiretlere bırakması, askeri meclisi aşiretlerin liderlerinden oluşturması kısmen bir konsensüsün önünü açmıştı. Ancak SDG’deki mutlak YPG hâkimiyeti bugünkü krizin fay hatlarını oluşturacaktı. YPG’nin merkezinde olduğu bir SDG dönem dönem bu aşiretlerin çıkarları için risk anlamını taşıyordu. Bölgedeki petrol ve doğal gaz gelirleri, askerlik yasası, kültürel-etnik farklar gibi faktörler bugün yaşanan çatışmaların çelişkilerini oluşturuyor.
27 Ağustos’ta Deyr el Zor Askeri Meclisi Komutanı Ahmed el Halil’in (Ebu Havle) gözaltına alınması ve ardından onunla birlikte 5 kişinin görevine son verilmesiyle bugünkü kriz ivmelendi. SDG gerekçe olarak, Ebu Havle’nin devrime düşman taraflarla iş birliği yaptığını, uyuşturucu kaçakçılığına karıştığını, güvenlik durumunu kötü yöneterek IŞİD hücrelerinin harekete geçmesine imkân verdiğini ve görevini kişisel ve ailevi çıkarları doğrultusunda kötüye kullandığını ifade etti. Ebu Havle ve onunla birlikte 20 kişinin gözaltına alınmasına karşı başını Ukeydad aşiretinin çektiği gruplar harekete geçerek Busayra’da bulunan SDG ana karargâhına saldırdı. Çıkan çatışmalar, Hasan, İbriha, Meyzela, Daman, Garanic, Şuheyl, Ebu Hammam, El İzbe, El Busayra, El Basira, Tayana, Cedid Bakara, Cedid Ukaydat, Ziban, Şafa, Sur ve Ebu Hardub’a uzandı. Aşiretler Şuheyl, Ciban, Cardi, Tayana ve Hacin gibi bölgelerde kontrolü sağladı. SDG hem IŞİD tehdidi hem de bölge halkının şikâyetleri üzerine bu operasyonu düzenlediğini ve buradaki yönetimin, kendi dar grup çıkarları etrafında şebekeleşmiş bir yapı olduğunu söylüyor. Aşiretlerin güç ilişkilerini ve dar grup çıkarlarına göre konumlanmalarını SDG’nin bölgedeki yönetiminde yer alarak sürdürmelerinden hareketle anlamak mümkündü. Son gelişmeler bunu teyit eden gelişmelerdir. Bu aşiretlerin önceliklerinin dar grup çıkarları olduğu bir kez daha görüldü. Bu durumu gören emperyalistler ve gerici bölge güçleri bu çelişki üzerinden aşiretlere destek verdiler. Rejim ve arka planda Rus emperyalizmi Deyr el Zor ve Rakka’daki, bir bütün ise Fırat’ın güneydoğusundaki ABD hegemonyasını kırmak adına buradaki krizi kendi çıkarları adına yönlendirmek istiyor. Ebu Havle’nin rejim ile doğrudan ilişkileri bu durumu kanıtlar nitelikte.
SDG, başlattığı operasyon sonucu bölgede kontrolü sağladığını söyledi. Arap aşiretlerin önemli bir bölümünün desteğinin olması kuşkusuz bu noktada önemli bir avantajdı. Bölgedeki çatışmalar, yerini SDG kontrolüne bırakırken Rojava özgülünde yeni krizler ortaya çıktı. Deyr el Zor’daki çatışmalar sonrası Menbiç, Tabka ve Rakka’daki aşiret grupları da hareketlendi. TC’nin desteklediği SMO ve aşiret grupları Menbiç’te karşı saldırı başlatarak mevzi kazanmaya çalıştı. TC’nin bu çelişkileri kendi çıkarları bağlamında ve Kürtler aleyhine kaşıyacağı açık. Önümüzdeki süreçte Deyr el Zor’daki isyana bağlı kimi gelişmeler yaşanabilir.
BİR KEZ DAHA KERKÜK
Türk, Arap ve Fars egemen sınıflarının Kürtlerin kazanımlarını boğmaya dönük ortaklaşmasının sınır tanımadığını söyledik. Öyle ki Deyr el Zor’da İranlı milislerin desteği ve TC’nin isyana verdiği destek bu ortaklaşmanın bir örneğiydi. Aynı süreçte Kerkük’te yaşanan gelişmeler de benzer ortak hareketin başka bir Kürt coğrafyasında da geçerli olduğunu gösteriyor. 2017’deki referandum süreci ve sonraki gelişmeler emperyalistlerin ve gerici bölge güçlerinin “bağımsızlığa” yaklaşımda kendi pazar alanları bağlamında ortaklaşmasının tipik bir örneğiydi. Irak Kürdistanı’ndaki “bağımsızlık referandumu” sonrası İran’ın öncülük ettiği Irak ordusu ve Haşdi Şabi güçleri Kerkük’teki Kürt varlığına son vermişti. Tarihsel olarak Kerkük’ün Kürtlerin kalbi olduğunu söyleyen KDP ve KYB peşmergeleri kenti direnmeden terk etmişlerdi. ABD emperyalizminin de karşı olduğu “bağımsızlık referandumu”nun Kürtlere faturası ağır oldu. KYB ve KDP’nin kendi aralarındaki çelişkilerle de birleşen bu durumun sonunda Kerkük Irak ordusu denetimine geçti.
Bugüne geldiğimizde, Kerkük meselesi yeni bir dizaynı dayatıyordu. Bunda Irak’taki hükümet kurma sürecinde Kürtlerin aldığı özel pozisyonun ve bundan dolayı verilen taahhütlerin etkisi var. Valilik seçimlerinde Kürt bir valinin seçilmesini imkânsız kılacak uygulama sonrası gerilim arttı. Kürt partilerin ittifak oluşturamayışı mevcut durumu Kürtler aleyhine değiştirirken KDP, KYB’ye nazaran daha sert söylemlerle Kerkük meselesine yaklaştı. Ortak Operasyonlar Komutanlığı’nın KDP binasına devri sürecindeki kopan fırtınada KYB daha ılımlı bir tavır alırken KDP ise çıkarlarına bağlı olarak daha radikal bir dili seçti. Bunda KDP’nin Irak Kürdistanı’nda siyasal nüfus alanını genişletme politikasının etkisini görüyoruz.
Mevcut gerilim kısmi protestolarla devam etse de esas gerilimin valilik seçimlerinde yaşanacağı açık. O tarihe kadar Türk, Fars ve Arap egemen sınıflarının Kerkük özgülünde uygulayacağı politikalar bölgedeki güçlerin parçalılığına çarpıyor. Tek pare bir Türkmen, Kürt ve Arap cephesi bu kez yok. Ancak bu güçlerin en hızlı ortaklaştıkları nokta Kürtlerin kazanımları. Her biri için ana hedeflerden biri bu kazanımları boğmak. 2017 süreci bunu bir kez daha gösterdi. Deyr el Zor’dan Kerkük’e Kürtlerin otonomi alanları bir bir daraltılıyor. Jeopolitik projeksiyonda karşı karşıya gelen güçler, mesele Kürtlerin baskı altına alınması olduğunda hızlıca birleşiyor. Benzer bir birliğin Kürt güçlerinde olmayışı (ki bu durumun temelinde ulusal çıkarların değil feodal çıkarların öncellenmesi var) Arap, Türk ve Fars egemen ulus devletlerinin elini güçlendiriyor.
Yine Kerkük, Deyr el Zor ve bir bütün bölgede yaşayan çeşitli ulus ve inançtan halkın çıkarlarının değil gerici bölge devletlerinin ve egemen sınıfların çıkarlarının gözetildiği çok açık. Bu bakımdan Kürt, Arap ve Türkmen halkının ortak ve özgür bir geleceği kazanmak için mücadelesi ve bu mücadelenin öncelikle kendi egemen sınıflarına, bu sınıfları destekleyen yabancı güçlere yönelmesi gerekiyor.