TC’nin dış politikada uşaklıkta demirlemekten öteye taşınamayan krizli durumunun hamasi söylemlerle üzerinin örtüldüğü meşhur “zirvelere” bir yenisi daha eklendi. Ekonomik krizle derinleşen politik krizin kitlelerde yarattığı etkinin kırılması adına söz konusu zirvelerden diplomatik zaferler devşirmek AKP-MHP faşist blokunun mahir olduğu bir tarz. Bu bağlamda periyodik görüşmeleri “zirve” olarak lanse etme, muğlak ortak açıklamalardan zaferler ilan etme durumu olağanlaştı. Soçi’de Putin-Erdoğan arasında 5 Ağustos’ta yapılan görüşme, tarihe ortak basın açıklamasının dahi yapılmadığı “zirve” olarak geçerken sonrasında Suriye özgülünde yaşanan gelişmelerle önemli tartışmaları açığa çıkardı.
Erdoğan’ın görüşme öncesi “Yine bugün tabii dünyanın gözü Soçi’de. ‘Acaba Soçi’de ne görüştüler ne yaptılar?’ Burayı takip ediyorlar. Bizim de yapacağımız bu görüşmelerden sonra da bunlara verilecek olan cevaplar onları belli istikamette yönlendirecektir.” sözlerinin aksine, görüşme sonucunda ikili bir açıklama yapılmaması söz konusu görüşmeye atfedilen abartılı anlamın TC ile sınırlı olduğunu gösteriyor. Rusya’nın görüşmeye atfettiği anlamın TC’den farklı olduğu görüşme gündemlerine ve sonucuna da yansıdı. Rusya’nın yaptırımlara katılmayan Türkiye ile ikili ekonomik, ticari ve enerji iş birliğinin derinleştirilmesi meselesi Soçi’deki görüşmenin başlıca gündemleri oldu.
Rojava’ya dönük işgal meselesi Tahran’dan sonra Soçi’de de gündem konusuydu. Bu görüşmede esas merak edilen nokta kuşkusuz operasyona dair bir mutabakatın çıkıp çıkmayacağıydı. Tahran’daki görüşmede olduğu gibi tutumunu sürdüren Rusya, görüşme öncesi operasyona karşı oldukları vurgusunu yinelerken “siyasal çözüm”e dönük bilindik tavrını korumuş oldu. Bu bağlamda Rojava’ya dönük işgale Soçi’de de onay çıkmadı. 4 saat süren görüşmede her ne kadar metne yansımamış olsa da Suriye politikasına dair belli karşılıklı adımların atılmasının beklendiğini söylemek mümkün. Nitekim Soçi’de varlığı kabul edilen istihbarat diplomasisinin bir sonraki adımının direkt diyalog olduğu bilinmez değildi. Dışişleri Bakanı M. Çavuşoğlu’nun yaptığı açıklama ise direkt diyaloğa dönük “çabaları” ortaya çıkardı. Çavuşoğlu, Suriye Dışişleri Bakanı Faysal Mikdad’la 10 ay önce yaptığı görüşmeyi, “Bağlantısızlar Toplantısı’nda, Belgrad’da ayaküstü diğer bakanlarla sohbet ederken Suriye Dışişleri Bakanıyla da ayaküstü kısa bir sohbetim oldu.” ifadeleriyle açıklarken Suriye’de kalıcı çözümün rejim ve muhaliflerin uzlaştırılması ile mümkün olduğunu söylemesi tartışmalara neden oldu.
MİT ve Suriye Milli Ordusu (SMO) güçlerinin denetimindeki Suriye’nin kuzey batı bölgelerinde M. Çavuşoğlu’nun sözlerinin ardından Türkiye karşıtı protestolar başladı. 33 noktada başlayan protestolarda “Uzlaşmaya hayır” denilerek TC’nin resmi kurum binalarına yürüyüşler yapıldı. Sanal medyada paylaşılan görüntülerde, sokaklara yerleştirilen Türk bayraklarının yakıldığı, Şahinbey Millet Bahçesi önünde protesto düzenlendiği ve TC’ye ait askeri araçlara taş atıldığı görüldü. Eylemlerde sık sık Erdoğan ve Çavuşoğlu aleyhine sloganlar atıldı. Eylemler özellikle Azez ve Cerablus’ta yoğunlaştı. Söz konusu açıklama muhalifler nezdinde tepkiyle karşılanmış olmasına rağmen muhalifler tarafından bilinmez değil. Nitekim Astana ve Cenevre süreçlerinde “uzlaşı” meselesinde taraflar mutabıktı. Bu bağlamda TC’nin rejimle görüşme ve çözüm noktasındaki temel hedefi Kürtlerin kazanımlarını tümden ortadan kaldırmaya dönük. TC, rejimin Rojava’ya dönük operasyonunu destekleyebileceklerini söylemiş, bunu, “Rejimin ılımlı muhalefeti de terörist olarak görmemesi gerekir.” şartına bağlamıştı. TC’nin söz konusu koşullu çözümünün gerçekçiliği ise oldukça tartışmalı; çünkü MİT’in doğrudan eğitip donattığı “ılımlı muhalefet” denilen grupları Rusya ve rejim “terörist” olarak değerlendiriyor. Bu paradoks sürerken her zirvede “terörle mücadelede ortaklık” konusunda yakalanan uzlaşının da altının boş olduğunu söylemek gerekir. Tarafların “terör” tanımının farklılık içermesi mutabık kalınan noktayı muğlak bırakıyor. Dolayısıyla bu maddeden diplomatik zafer ilanı yapan TC’nin söyleminin de içinin boş olduğunu görmek gerekiyor.
11 yıl boyunca savaştığı gruplara TC ile görüşme düzlemine meşruluk kazandırmamak noktasında rejim, TC’den daha kesin çizgilere sahip. Rejim, TC’nin tüm askeri güçlerinin Suriye’den çekilmesi şartı ile ancak görüşmelerin başlanabileceği noktasında net bir tutuma sahip. Ancak TC’nin çoklu kazanma hevesleri onu bu noktada daha omurgasız ve çelişkilere göre sürekli pozisyon alan bir duruma itiyor. TC, ABD tandanslı Suriye politikasıyla yürümek ve burada uşaklık pozisyonunun gereklerini yapmaya çalışırken aynı zamanda bu politikanın karşısında yer alan güçlerle de Kürtlerin statüsünün ortadan kaldırılması temelinde bir uzlaşı yakalamak istiyor. İki ayrı ipte aynı anda yürünemeyeceği gibi iki karşıt politikada da yürünemeyeceği açıktır. Bu anlamda TC’nin beklentilerinin karşılık bulması şimdilik mümkün değildir. Tam tersine emperyalistler arası çelişkilerden faydalanma siyaseti TC’yi emperyalizme daha da bağlamıştır. Nitekim Soçi’deki görüşmede TC’nin Rusya’nın yaşadığı ambargo ve yaptırımları aşmanın kullanışlı bir aparatı haline getirildiği belirginleşmiştir. TC’nin her ne kadar bağımsız, güçlü bir dış politika yürüttüğü söylemi şu gerçekliğe çarpıyor: “Kimin arabasına binerse onun türküsünü çağırır.” TC nezdinde yaşanan hazin uşaklık tablosunun özeti budur.
Soçi ve sonrasındaki gelişmelerde Rojava’ya dönük somut bir işgale onay çıkmamasına karşı bölgede TC’nin ciddi saldırıları söz konusudur. Rusya ve ABD emperyalizminin itirazları TC’nin konvansiyonel bir harekât gerçekleştirmesine izin vermese de TC’nin ve ona bağlı çetelerin Rojava’da bulunan SDG güçlerinin mevzilerini sürekli bombalıyor, SİHA saldırılarıyla onlarca insan katledilirken sürekli bir baskı ile halk bölgeden uzaklaştırılıyor. İnsansızlaştırılan bölgelerde işgal için uygun bir düzlemin oluşturulması hedefleniyor.
AKP-MHP faşist blokunun “büyük devlet, güçlü devlet, bir gece ansısın operasyon yapacağız.” propagandasının arka planında, zayıflayan kitle desteğini yeniden tahkim etmek ve krizli duruma soluk aldırmak çabası söz konusudur. Savaş ve özelde de Kürt Ulusal Mücadelesine dönük kesintisiz saldırganlık bu noktada en işlevli aparat. Kürt kazanımlarını ve mücadelesini boğma hevesi TC’nin deyim yerindeyse ayarlarını bozuyor, dış politikada bir uçtan diğer uca savuruyor. Tüm bunlara karşı AKP-MHP faşist bloku Kürt Ulusal Mücadelesine dönük saldırganlığını “beka” derekesinde ele alarak kitlelere bu saldırganlığı meşru olarak kabul ettirme gücüne sahiptir. Şovenizmin ve milliyetçi söylemlerle yelkenlerini dolduran AKP-MHP faşist bloku bu söylemlerin kitlelerde yarattığı etkinin de farkındadır. Bugün devrimci-komünistlere düşen görev, egemen sınıfların kendi çıkarlarına göre dizayn ettikleri gündemlere karşı halkın gerçek gündemlerini ve çelişkilerini açığa çıkarmaktır. Bu noktada faşist kliklerin kendi aralarındaki dalaşın malzemesi yapılan açlığın, yoksulluğun, baskı ve yasakların esas kaynağının sistemde olduğunu vurgulamak bunun çözümünün de sistem içi arayışlarla değil devrimle mümkün olduğunun propagandasını yapmak ve halkı bu temelde örgütlemek esasımız olmalıdır.