Emperyalist-kapitalist sistem uzun bir süredir yapısal bir kriz içerisinde debelenmektedir. Sistem 2008 yılında ayyuka çıkan krizini bir türlü atlatamamıştır. Ve bu bunalım dünya genelinde en çok da Türkiye gibi yarı sömürgeleri etkilemiştir. Her zaman olduğu üzere kriz esas olarak yoksul halk kesimlerini vurmuştur. Ülkede bir yandan işsizlik hızla yükselmekte, patronlar her fırsatta işçileri sokağa atmaktan geri durmamaktadır. Diğer yandan iğneden ipliğe gelen zamlar nedeniyle, enflasyon hızla artmakta, alım gücü dibi boylayan emekçiler en temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamamakta, büyük zorluklar çekmektedir. Öyle ki devletin açıkladığı resmi rakamlara göre bile, ülkede gıda enflasyonu %30’u bulmuştur. (Gerçekte ise bu rakamın çok daha yüksek olduğu halk için açıktır.) Patates, soğan gibi en temel gıda ürünlerinin dahi lüks haline geldiği bir süreci yaşıyoruz. Et ve et ürünlerinin ise emekçi sofralarına girebilmesi adeta bir “mucize” gibi görülmektedir. Halk tencerede kaynatacak yiyecek bulmakta zorlanmakta, insanlar “akşam çocuklara ne yedireceğim” kaygısını iliklerine kadar yaşayarak, bunalmaktadır. Öte yandan ev kiralarındaki yükseliş de olanca hızıyla sürmektedir. Hemen hemen her şehirde en ücra bölgelerdeki evlerin kiraları dahi neredeyse “asgari ücrete” denk gelecek seviyeye ulaşmıştır. Zaten daha evvel zor bela ödedikleri kiraların yükselmesi nedeniyle emekçiler evlerinden atılma tehlikesi ile yüz yüzedir. Yine birçok üniversite öğrencisinin gittikleri şehirlerde yüksek kiralar nedeniyle evsiz kaldıkları ve alenen sokakta kalmaya itildikleri de görülmektedir. Diğer taraftan elektrik, doğalgaz, su gibi en hayati ihtiyaçlara da gün aşırı zam yapılmakta, faturalar yoksul halk için daha da ağır bir yük haline getirilmektedir. Özcesi son dönemde yaşanan zam furyası yüzünden emekçilerin barınma ve gıda gibi gereksinimlerini karşılayabilmesi imkansızlaşmıştır.
Tüm bu yaşananlar doğal olarak hayat pahalılığını ve zam furyasını halkın bir numaralı gündemi haline getirmiştir. İşçiler açlık sınırının altına denk gelen maaşları ile neye yetişeceklerini şaşırmış haldeler. Geçinemeyen emekçiler depresyona sürüklenmekte, hatta sık sık intiharlar yaşanmaktadır. Zamlar halkın yaşamını adeta bir cehenneme çevirmiş durumdadır. Peki bu tablonun sorumlusu ve suçlusu kimdir? CHP ve şürekası zamların, hayat pahalılığının tüm sorumluluğunu salt AKP’ye ve onun kötü ekonomi yönetimine yıkarak bir bütün sistemi aklamaya çalışmaktadır. Oysa ki bu sorun AKP dönemine özgü değildir. Tek parti döneminden, Ecevit, Demirel, Çiller dönemlerine kadar hemen her süreçte hayat pahalılığı emekçileri canından bezdirmiş, hatta zamlar üzerine türküler yazılmış, filmler çekilmiştir. AKP devrinde de uygulanan politikalar neticesinde özellikle 2008 yılından sonra bu sorun daha da derinleşmiştir. Bu yapının, emperyalistlere göbekten bağımlılığının doğal sonucu hayat pahalılığı ve zamlar olmaktadır.
Yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde sömürü çifte bir karakter taşır. Yani bu ülkelerde yaşayan emekçiler hem emperyalistler hem de onların yerli işbirlikçileri olan komprador burjuvazi tarafından katmerli bir şekilde sömürülür. Zira komprador burjuvazi zayıf sermaye birikimi nedeniyle emperyalist burjuvaziye göbekten bağımlıdır. Üretimi gerçekleştirebilmek için gerekli olan sermayeyi yalnızca emperyalist mali oligarşiden edinebilir. Bu sebeple yarı sömürge ülkelerin hâkim sınıfları gerçekleştirdikleri artı-değer sömürüsünün önemli bir kısmını emperyalistlere aktarmak zorunda kalırlar. Bu durum komprador burjuvaziyi sömürü noktasında daha da azgın kılar. Kendi payına düşen artı-değer miktarını arttırabilmek adına işçi sınıfı üzerindeki sömürü oranını her daim daha da yükseltmeye çalışır. Bu da temelde işçilerin ücretlerinin düşürülmesi ile olur. Yarı sömürge ülkelerdeki işçi ücretleri, emekçilerin en temel ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde bile olmaz ve aç gözlü kompradorların ve emperyalistlerin sömürüyü sürekli arttırması nedeniyle işçi ücretleri de hızlı bir düşüş eğilimi gösterir. Bu da işçi sınıfının, emekçilerin alım gücünün daima azalmasına yol açar. Bunun anlamı da hayat pahalılığının yarı sömürge ülkelerde kalıcı olmasıdır. Asgari ücretle çalışanların bir ihtiyacını giderebilmesi için düne oranla bugün daha çok çalışması gerekir. (Nitekim ülkemizde de asgari ücret her daim açlık sınırının altında belirlenmekte ve işçilerin ezici çoğunluğu asgari ücretle çalıştırılmaktadır. Bu da hayat pahalılığının ülkemiz emekçileri açısından sürekli bir sorun olmasına yol açmaktadır.) Gasp ettikleri artı-değerin büyük bölümünü emperyalistlere bırakmak zorunda kalan kompradorlar ve tefeci-tüccar tabakasının elde ettiği kırıntıları büyütmek adına yapamayacakları şey yoktur. Bir yandan işçi ücretlerini sürekli düşürürken, diğer yandan ürünlerin-metaların fiyatlarını zamlarla sürekli yükselterek kârlarını arttırmaya çalışırlar.
Yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde krizler kroniktir. Emperyalist-kapitalist ülkelerde yaşanan krizlerin faturası da esasta bu ülkelerin işçilerine, emekçilerine, ezilenlerine ödetilir. Emperyalistler krizden çıkabilmek adına yarı-sömürge, yarı-feodal üzerindeki sömürülerini arttırırlar. Bunun da halka yansıması, ücretlerdeki düşüşün hızlanması, mal ve hizmetlere daha çok zam yapılması şeklinde olmaktadır. Yani yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde sürekli tekrarlanan krizler, emekçilerin alım gücündeki düşüşün büyümesine, hayat pahalılığının daha da artmasına neden olmaktadır.
Bu ülkelerdeki hayat pahalılığının, zamların bir diğer önemli nedeni de üretimin dışa bağımlılığıdır. Özellikle tarımda yerli üreticilerin neoliberal politikalarla birlikte tasfiye edilmesi ve emperyalist tekellere bu alanda da bağımlı hale gelinmesi nedeniyle gıda fiyatları da sürekli artmaktadır. Gübre, mazot, tohum vb. ürünlerin dışarıdan ithal edilmeye başlanması ve bunların fiyatlarının dövize bağlı olarak sürekli yükselmesi ile küçük çiftçiler üretemez hale getirilmiştir. Her köşe başını tutan tefeci-tüccar tabakası, kompradorlar, emperyalist tekellerle birlikte asıl kazananlar olmaktadır. Küçük çiftçiyi “terbiye etmek” amacıyla tarımda gümrük vergileri sıfırlanmakta, nohut, fasulye gibi gıda ürünleri dahi dışarıdan ithal edilmektedir. Sonuçta dışarıdan ithal ettikleri bu ürünleri piyasaya süren tüccar tabakası, fahiş kârlar elde etmektedir. Yine tüccarlar, ülkedeki küçük üreticileri ithalat sopasını kullanarak, ürünlerini oldukça ucuza, kendilerine satmaya zorlamaktadır. Çiftçiden ucuza aldıkları bu ürünleri ise, şehirlerde zincir marketlerde, hallerde fahiş fiyatlara satarak büyük vurgunlar yapmaktadırlar. Örneğin tüccar, bir liraya aldığı domatesi 4-5 liraya satabilmektedir. Sonuçta küçük üreticiler iflasa sürüklenmekte, halk yüksek fiyatlar ödemeye zorlanmakta, kazananlar bir avuç tüccar olmaktadır. Yani gıdadaki pahalılık yarı sömürge ekonomik yapının getirdiği, tefeci-tüccar tabakasının piyasaya hâkim olmasının, tarımda dışa bağımlılığın kaçınılmaz sonucu olmaktadır. Ülkenin sosyo-ekonomik yapısı kaynaklı üretici güçler gelişkin değildir ve de emperyalizme bağımlıdır. Bundan dolayı var olan girdikleri -ara mallar da dahil- ithal edilmektedir, üretim aleti üreten sanayi gelişmediğinden dolayı da tamamen dışa bağımlılık vardır. Örneğin; helikopter yaptık derler ama motor ABD’den gelir, otomobil, elektronik eşya üretirler ama çipleri emperyalistlerden gelir. O esas parça olmayınca ileri montaj sanayi üretim yapamaz hale gelir. Bu emperyalizme göbekten bağımlılığın bir göstergesidir. Tarımda tüm girdiler dolara endekslidir. Doğallığında girdiler buna bağlı yükselmektedir. İthal tarım ürünlerinde gümrük vergileri sınıflarınca üç-beş tüccar büyük kârlar ederken yerli üretici, maliyetinin altında satıp zarar edeceğinden, doğallığında üretimin dışına itilmektedir.
Tanzimat Fermanı’ndan günümüze yarı-feodal, yarı-sömürge iktisadi yapı, yerli üreticiyi öldürmek, üretmez hale getirmek ve böylece bağımlılığı daha da derinleştirmektir. Emperyalizmin tahakkümü bu şekilde kurulmuştur. Dış ticaret açığı her zaman artar. Bu paranın değerini düşürür. Bu sarmal bir şekilde alınan mallara fazla para ödeme, döviz karşısında TL’nin değersizliği kaynaklı ihracat patlaması yaratır. Halkın ürettiği değerlerin emperyalistlere bu şekilde transferi bir tarafa, ihracat dolayısıyla iç piyasada gıda ürünleri arzı azalır. Bunun bir sonucunda ürünlerin fiyatları sürekli yükselir. Bu yapısal bir durumdur.
Özcesi tekrar pahasına bir kez daha belirtmek gerekir ki, tüm bunlar bize gösteriyor ki zamlar ve hayat pahalılığı salt AKP’nin kötü yönetimiyle, politikalarıyla açıklanamaz. Elbette AKP’nin pervasız politikaları bu sorunu daha da büyütmüştür. Ancak sorun esas olarak sistemden, yarı sömürge yapıdan kaynaklanmaktadır. Bu sistem yalnızca bir avuç kompradorun, ağanın-tefecinin ve onların efendileri emperyalistlerin cebini daha da doldurması üzerine dizayn edilmiştir. Halkın ise kendi ürettiği değerlerden aldığı pay sürekli azalmakta, emekçiler daha büyük bir yoksulluğun kollarına itilmektedir. O halde zamlara ve hayat pahalılığına karşı mücadele salt bir kişiye, hükümete karşı bir mücadele şeklinde ele alınamaz. Bu mücadele doğrudan devrim mücadelesinin bir parçası olarak ele alınmalıdır. Hayat pahalılığı sorunu ancak yarı sömürge ekonomik yapı yıkıldığında, emperyalizme olan bağımlılık tasfiye edildiğinde çözüme ulaşabilir.
Bu noktada zam furyasının halk nezdinde yarattığı tepkiyi de göz önüne alarak, devrimcilerin de sorunu daha çok gündeme alması, politika üretmesi gerekir. Zamlara karşı dernekler kurma, mitingler, halk toplantıları düzenleme gibi seçenekleri gündeme almalıyız. Ancak bu faaliyetlerin, çalışmaların hiçbiri genel iktidar mücadelesinden kopuk ele alınmamalıdır. Zamlara hayat pahalılığına karşı mücadele, devrim mücadelesinden kopuk olarak ele alındığında, nesnel olarak hâkim sınıflara hizmet edilmiş olunur. Zira zam ve hayat pahalılığı gibi gündemler, hâkim sınıf kliklerinin birbirine karşı verdikleri mücadelede sıklıkla bir manivela olarak kullanılmıştır. Bu sorunun derinleştiği dönemlerde, halkı soymaya öncülük eden, yani hükümet olan klik genellikle iktidardan hâkim sınıflarca uzaklaştırılır. Tüm suç bu kliğin sırtına yüklenerek ve onu iktidardan tasfiye ederek, sistem aklanmaya, halkın öfkesi düzen içinde tutulmaya çalışılır. Dolayısıyla devrimcilere düşen görev bu sorunu yaratanın sistem olduğunu ve kurtuluşun devrimde olacağını halka anlatıp, hâkim sınıfların sinsi planlarını akamete uğratmaktır.