Yaklaşık yedi yıllık derin politik krize, 2018 yılında boyutlu bir ekonomik kriz eklendiğinden bugüne Türk hâkim sınıfları, kapsamlı bir kriz sarmalı içinde süreci yönetmeye çalışmaktadır. 2015 yılından itibaren siyasal krizin sonucu tüm toplumsal kesimlere yönelik topyekûn saldırı olarak geri dönmektedir. Faşist diktatörlüğün tarihi baskı, zulüm, inkâr, katliam, emekçi ve ezilenlere yönelik aralıksız sindirme tarihidir. Ancak topyekûn saldırılar ekonomik-siyasi krizin derinleştiği dönemlerde rutini kat be kat aşan saldırı süreci olarak yaşanır. Faşizmin tarihi böylesi süreçler zinciri şeklindedir. 2015’den itibaren ise gerek iç klik çatışması gerek Kürt meselesinin geldiği boyut gerekse Orta Doğu politikalarının sarpa sarması durumu ile birlikte dört başı mamur bir politik krize dönüşmüştür. Bu politikanın sonucu AKP ve MHP koalisyonu vücut bulmuş, konsantre bir “Türk şovenizmi” ile donatılmış süreç başlamıştır. Beka sorunu üzerinden yazılan politika kitlelere zerk edilmiş, klikler arası saflaşma boyutlanmış, askeri darbe girişimleri ve onun yarattığı fırsatlarla güçler tahkim edilmiş, bölgesel politikada askeri saldırganlık ve işgal belirleyici yönelim olmuştur. Ve bu süreçte rejim “Başkanlık” modeli ile daha işlevli hale getirilmeye çalışılmıştır. Ancak bunların hiçbiri politik krize çare olmadığı gibi yönetmesi zor çelişkiler, çok denklemli ilişkiler, emperyalist güçlerin oyun oynama sahasının daha da genişlemesine neden olmuştur. Kürt ulusunun ve ezilenlerin kanına doymayan vampir politikasının tüm vahşete rağmen direnç noktalarını kıramaması, memnuniyetsizlik ve öfkeyle donanan geniş kitleler gerçekliği ve bunların üstüne binen derin ekonomik kriz politik krizi boyutlandırmış durumdadır.
Korona salgını gibi dünya çapında büyük sonuçları olacak kriz sürecine girmeden önce dört boyut kazanmış bir kriz söz konusuydu. Birincisi, egemen sınıflar arasında yaşanan kriz. Olabildiğince sertleşen bu krizde, tehdit, şantaj, sınırlama ve kısıtlamaya yönelik hamleler ve büyükşehir belediyelerin el değiştirmesiyle birlikte rant mücadelesinin tırmanması yaşanıyordu. İkincisi, buna bağlı olarak özellikle Orta Doğu’dan Kuzey Afrika’ya uzanan askeri saldırganlık, işgal ve savaş politikasıydı. Bu durum egemen sınıfları kendileri için tüm emperyalist güçlerin daha etkili oyun oynama sahasına çevirmiştir. Bunun sonucu ise bu güç dengeleri arasında gidip gelirken özellikle ABD emperyalizmine daha köklü bir mahkûmiyet yaratan ve tüm tehlikeleri üzerinde toplayacak bir paratoner gibi konumlanma oldu. Bu, olası bir sıcak çatışmanın merkezinde olan birikmiş çelişkiler ve kriz koşulları anlamına gelmektedir. Üçüncüsü, içerde ve dışarda Kürt ulusal sorunu sarpa sarmıştı. Katliam ve imha saldırılarının sürdürebilirliği bir noktaya kadardır ve Kürt halkının direnişi tüm her şeye rağmen devam etmektedir. Bu durum Kürt halkının büyük bir öfke, kopuş ve kinle bileylenmesi demektir. Buna diğer ezilen toplumsal kesimlere yönelik topyekûn saldırıyı ve AKP-MHP Bloğunun çok geniş bir kesim tarafından net bir düşman tanımı içine girmesi eklenmiştir. AKP-MHP Bloğu ise kendi kitlesini bu kesimlere karşı düşmanlaştırma siyasetini artırmış ve büyük çaplı toplumsal gerginlik koşulları ortaya çıkmıştır. Dördüncüsü ise bunlara eklenmiş olan ekonomik krizdir. Yaşam koşullarının sürekli kötüleşmesi, gelir düzeyindeki kayıplar, artan işsizlik, ekonomik-sosyal hakların sürekli tırpanlanması, işçi sınıfı ve ezilen halk yığınlarının çelişkilerini tırmandıran faktör olmuştur.
SALGIN KRİZİNE FAŞİZMİN “AĞRI KESİCİ” ÇÖZÜMÜ
Bu dört halkayı etkileyecek, belirleyecek, boyutlandıracak olan salgın krizi ve salgının yönetilmesinde yaşanan zaafları bu sürece eklemek gerekmektedir. Bu salgın koşullarında dahi AKP-MHP Bloğu, diğer egemen sınıf kliklerine karşı saldırı hamlesinden geri durmamış klikler arası mücadele boyut kazanmıştır. Yönetme sorunu zorlaşmış, AKP-MHP Bloğu süreci yönetebilmek için çok yönlü saldırılarını derinleştirmiştir.
Toplumsal kesimler arasındaki çelişkiyi derinleştirme siyaseti “terör umacası” ve “şovenizmle” körüklenmiştir. Ölüm Orucu direnişini sürdüren İbrahim Gökçek ve Helin Bölek’in şehit düşmesiyle birlikte AKP ve MHP, kendi kitlesini bu soruna duyarlı olan kesimlere karşı “terör sevicileri” propagandasıyla açık şekilde kışkırtmıştır. Kürt düşmanlığı, askeri saldırganlıkla beslenmiş azılı faşist sembol kişilikler üzerinden yapılan kısa kampanyalarla yeniden tazelenmiştir. Devlet ve kurumlarına yönelik herhangi bir eleştiri yoğun polisiye ve yargı saldırıları, kamuoyu çalışmalarıyla baskılanmaya çalışılmış yetmediği noktada dizayn tartışmaları boyut kazanmıştır. Son olarak, Diyanet İşleri Başlanlığı’nın homofobik saldırısına karşı kimi baroların verdiği tepki üzerinden “meslek odaları” kanunu değişikliği bir sopa olarak yeniden sallanmaya başlamıştır. Zira bu eksende çelişkiler keskinleştiği, meslek odalarından muhalefet yükseldiği noktada bu tartışma AKP kliği tarafından gündeme taşınmaktadır. Sistem, en ufak çatlak sese tahammül göstermemekte, bunun olduğu yerde ise daha baskıcı bir arayışa girmektedir. Ancak daha da önemlisi bu tür tartışmalar etkili bir korkutma aracı olarak ortaya çıkmaktadır. Bugün de meslek odalarını, muhalif kesimleri, sendikaları ve tüm memnuniyetsiz toplumsal kesimleri çatlak ses çıkması halinde cezalandırmaktan çekinmeyeceklerinin mesajını vermektedirler.
Türk hâkim sınıfları korona salgınına ve yarattığı-yaratacağı krize karşı süreci fırsata çevirme politikasına hala sıkı sıkıya bağlıdır. Ramazan Bayramı’nı “çifte bayram” haline getirme siyaseti için çözüm, zora düşen ekonominin ve sosyal yaşamın “salgını kontrol altına aldık” söylemiyle normalleştirilmesinde aranmaktadır. Bu normalleştirme hamlesinin, halk sağlığı için koşulların normalleşmesi ile değil normalleştiği yalanıyla inşa edileceği açıktır. Türk hâkim sınıflarının normalleşme adı altında sunduğu verilere güvenmek için tek bir neden yoktur. Özellikle tüm emperyalist sistemin normalleşme arayışı içinde olduğu ve bayrağı en önde Türk hâkim sınıflarının göğüsleme hevesi salgının ilk gününden itibaren açık bir durumdur. Normale dönmemiş koşulları normal gibi sunmaya dair her türlü manipülasyon ise faşist diktatörlükten beklenmelidir. Zira onun kırılgan bir ekonomisi, küçülmüş bir pastası, büyük maliyetler gerektiren bir “savaş” politikası söz konusudur. Bunun için de acelesi vardır. Emperyalist efendilerinin belirlediği “artık normalleşme zorunluluğu” eğilimini en hızlı ve etkin karşılayacak bir halk düşmanlığı Türk hâkim sınıflarında mevcuttur.
Salgınla birlikte gerek emperyalist sistemin gerekse de faşizmin zayıf, çaresiz yapısı daha fazla ortaya çıkmıştır. Egemenler çareyi bu krizi ölüm pahasına olsa da işçi sınıfı ve emekçilerin sırtına yıkarak bulma peşindedir. Milyonlarca insanın işsiz kalması, milyonlarca esnafın iflas bayrağı çekmesi karşısında egemenlerin yapacağı şey emekçilerin ekonomik ve sosyal haklarının daha da daraltılması olacaktır. Faşist diktatörlük, oluşan kriz ve krizin maliyetine karşı aldığı ekonomik tedbirlerle Merkez Bankası da dahil rezervleri bütçeye aktarmakta bulmuştur. Emekçilerin fonları adeta talan edilmiştir. Bunun ağır bir mali krizle geri dönmesi kaçınılmazdır. Bu eksende bugünden ABD, AB gibi emperyalistlerle daha sıkı ilişkiler kurarak yıpranmayı telafi etme derdindedirler. Emperyalizmin yönelimine daha sadakatle bağlanacak şekilde bu krizin yönetilmesi hesabı yapılmaktadır.
Bu tabloda bizlere düşen görev çelişkileri daha fazla keskinleştirmek olmalıdır. Bunun için tüm araç ve yöntemlerle sürece ve gelişmelere müdahale etmek, sistemin kendini tamir etmesine müsaade etmeden politik iktidar bilinciyle kitlelerin kurtuluşunu etkin şekilde örgütleme zorunluluğumuz vardır. Egemenlerin zulmüne karşı direniş ve hamle, emekçilere kesilecek faturalara karşı öfke ve azimle seferber olmalıyız.
*Bu yazı 14 Mayıs 2020 tarihli Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 61. sayısından alınmıştır.